Sezgi Akbaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sezgi Akbaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eki 2012

Karşıyaka


Erdi Kasapoğlu...5 yaşından beri Karşıyaka'da oynayan, kardeşimin liseden, birçoğunun mahalleden arkadaşı, altyapı mahsulü Erdi... 2-0'lık Göztepe galibiyeti sonrası, gitti bayrağı Atatürk Stadyumu'nun ortasına dikti. Maç boyu işini gayet iyi yapan 20 bine yakın taraftar mest...Derbi olmasına rağmen deplasman takımı muamelesi yapılmasını Karşıyakalıların dahi sindiremediği Göztepeli azınlık sus pus.

23 Eki 2012

Ara pas için üçgene...


Liseye giderken halı saha takımımızda Ajlan Bey isimli bir kodaman vardı. Babamla ikisi şirket pozisyonları dolayısıyla fasulyeden oynatılırdı. Onlara sert girmek, kalede iseler onları sert şutlarla yoklamak örtük bir biçimde yasaktı. Kaleciydi babam (Bizimkisi baba mesleği). Gençliğin hırsıyla, biraz da babamız olduğu üzere hesap sorma yetkisini yalnızca kardeşim ve ben taşıyorduk. Lakin Ajlan Bey'e karşı biz de sus pustuk. Lavuk bütün o beceriksiz hallerine rağmen kendisini bir şey sanırdı, "Düşündüklerimi sahada uygulayabilsem Real Madrid'de oynardım" klişesini her maç başında savururdu. Maç boyu kıkırdardık. Çokça belini incitir, bazen baldırı çeker, ya da nefesi kesilirdi. Bir Barcelonalı ne isteyebilir, keşke Real Madrid'de oynasaydı.


Aradan neredeyse 10 yıl geçmiştir, artık iyiden iyiye sakatlık meselesi, vücudun daha değişik organlarına yayılmaya başladı. Genellikle de parmaklara... Büyük oranda Play Station vasıtasıyla, futbolseverin düşündüklerini sahaya yansıtmasının virtüel düzlemde önü iyiden iyiye açıldı. Messi'yi yeşil sahada alt edemezsiniz, lakin Messi ile PS oynasanız, 10 maçın 10'unu da yenebilecek düzeye gelebilmeniz mümkün. Bazen de bel ağrısı yapıyor, o da benim gibi menajerlik oyunlarının hastası iseniz. Onda da klasik tavır, İngiltere 5. Ligi'nden bir takım alıp Brian Cloughvari takılmak/ takılmaya çalışmak. Oyun öyle ki, futbolcuların kölelik statüsünü aşabilmesini sağlayan Bosman isimli zata gıcık olabilmek dahi mümkün, o kadar gerçeğe yakın. Bir de herifler öyle ironik ki, "REAL football managers don't need food." diyorlar, hayatınızın yaklaşık 5 gününü (120 saat!) ilgili oyuna ayırdığınızda.


Havsalam yeter de, şu simülasyon meselesine uzun uzadıya girmek istemiyorum. Birkaç "beyin" jimnastiği... Bir 10 yıl sonra, insanların "düşündüğünü vasıtasız/ direkt yansıtmanın" tadına varma ihtimalini de düşünüyorum. Sert bir omuz darbesi alma hissi, azınlığın tattığı bir hal mi alır? Sokak aralarında top oynardık yerine, bizim zamanımızda joystick vardı nostaljisi konur, "Bluebrain çıktı, mertlik daha bir bozuldu" mu denir? Bilimkurgusal olmaktan çoktan çıkan onlarca teknolojik tezahürün, topa dokunma hissini yalnızca beyin ve ekrana havale edeceğimiz günleri yaklaştırdığı söylenebilir mi? Bu kez ağrılar başımıza mı çıkar? Son olarak, Ajlan Bey Real Madrid'te kadroya girer mi?

17 Eki 2012

Hocalarla futbol: Bir rövanş


Arka bahçede oturmaktan yorulduğunuz bir günün ardından ne yapacağınızı bilmez bir vaziyette misiniz? Ya da bütün gün derslere girdiniz, bir ilk ve son olarak gözüken ders zili sistemi hocanızın umurunda olmadığı üzere ders saati birkaç "blok" öteye mi taşındı? İlgili yorgunluğun ardından okulun muhtelif mekanlarında dinlenmeyi mi tercih ediyorsunuz? Derste yaşananlar, zorlu bir vize/final sonrası vb. durumlar için gerginliğinizi nasıl atacaksınız?

Sorular art arda geliyor, peki ilgili hocanızın futbola düşkünlüğü söz konusu mu, hiç düşündünüz mü? Bu çok kritik... Finalinden 40 almışsınız, ilgili dersin hocasının belini yeşil ve suni sahalarda kırabilirsiniz. Kaleye geçip, yalnızca mevzubahis hocanın imkansıza yakınsayan şutlarını çıkarmayı deneyebilir, pis pis kendisine sırıtabilirsiniz. En güzeli de bu olsa gerek, lakayıt bir tutumdan söz etmiyorum ama naif sayılabilecek bir rövanş gününüzün geri kalanını keyiflendirmek için ideal değil mi?

Aslında ucuz ve mizahi bir giriş olduğunun farkındayım. Böyle zamanlarda blog yazarlığı kisvesine çok güveniyorum. Zaten herkesin bildiği şeyleri iki artistik cümle altında yedirmek ilgili zaman ve ruh tartıldığında, her nasılsa ve bazen ne iyi ki, garipsenmiyor.


Hocalarla 3 yıla yakın devam eden bir haftalık maç organizasyonunun göbeğindeydim. Göbeğindeydim zira "halı saha bedeli" adı altında az para cukkalamadım. "Kordon'da mı yedin çakal?" cümlesini uzun bir müddet duyduk ve ilgili meselenin sönümlenmesini bir müddet bekledik. Bu bir tarafa, çok eğlendim, o zamanları arar oldum. Birkaç püf noktası ve yaşanan sıralamak istiyorum:

-Asla ve asla lakayıt olmamak, akademik boyutu haricinde hoca-öğrenci ilişkilerini sevimli bir hale getirebiliyor. Maça kabul almanın en rahat yolu araştırma görevlisi hoca-ağabeylerinizden geçiyor.

-Titr skalasında- araştırma görevlisinden profesöre- yaş arttıkça kapasite düştüğü efsanesi elinizi kolunuzu bağlamamalı. Nice Valderramaların akademiyi seçerek, "Ha,hobi olarak yine yap" cümlesinde kaybolduğu rahatlıkla gözlenebilir. Zaman zaman Baki Mercimek'ten Jaap Stam'a fazla bir yol olmadığına, sıkı bir çalışma ve sistemle nasıl harikalar yaratıldığına da şaşılabilir.

-Bir önceki madde üzerinden, soğukkanlılık ve hırsı harmanlayan, Puyol öncesi dönemden Metin Özuğurlu'nun dirseğini belinize yemek sizi kendinize getirecektir. Kendisiyle aynı takımda olsanız bile, karamboller kritik o konuda. Affetmez.

-Futbol-afyon ilişkisini kitlelere malolmadıkça öne sürmüyor; hatta "komünizme en yakın spor, zira takım sporu" klişesinden yola çıkıyor olsanız bile, rakip kale önünde dahi pası düşünmek, paylaşımın güzelliklerini biraz abartmak haline dönüşebiliyor. Böyle hocalarınızın fazla üzerinde durmayın, kavga çıkabilir.

-Erel Tellal hocamız en kolay sinir edilebilecek örneklerdendir. Devamındaki günlere yayılan karşılıklı gülümsemenin içindeki hıncı veya galibiyet dolayısıyla "nasıl yendik ama" keyfi damıtmanın kendisi bile hınç ve keyif veriyor.

-Maç öncesi kuru soğukta beklenilen müddetçe enteresan muhabbetler işin bir başka yönü. Zira içimizden dekan yardımcısı mı çıkarmadık, dekan seçimlerini mi konuşmadık, öğrenci bilgi sistemini mi eleştirmedik, hocalarımızın anılarına mı vakıf olmadık... Ailevi sorunlarımızı mı paylaşmadık, çıkışta Çınar'a mı uğramadık...

-Maddi açıdan sıkıntılı dönemlerinizin en büyük kurtarıcıları "öğrencinin halinden anlayan" hocalarınız olabilir. Sağolsunlar. Gönlümde özellikle bir tanesinin yeri var, isim vermeyeyim de reklam için hayır işlemiş zengin modunda gözükmesin. Zengin de değil zaten.

-Hocalardan evinize servis beklemeyin, avucunuzu yalarsınız. Teklif dahi edilemez maddelerden...

-Ertesi gün ilgili hocadan finaliniz var ve ona rağmen maça geliyorsunuz. Taltif beklemeyin.

Geyiği burada bitiriyorum. "Yine Sezgi yüzünden yenildik" cümlesini fazlaca duydum, bu da o naif rövanşlardan sayılsın. Tebessüm ettirmeyebilir, yeter ki feyz alınsın. Sonunda gerçekten mutlu olunuyor. Gerçekten çok basit gözükse dahi, keyifle hatırlanıyor.

2 Eki 2012

Yine bir gülnihal


Gökmen Özdenak ve Metin Kurt aynı dönemin, aynı takımın oyuncuları idiler. İkisinin de sadece birkaç golünü izleme imkanım olmuştu. Futbolculuklarını bilmiyorum, buradan çıkarılabilir. Yalnızca Galatasaray yıllarında verilmeyen bir prim davasına, takım arkadaşlarının grev sözcülüğüne beraber soyunduklarını Kurt ağabeyimizden duymuştuk. Özdenak (Ayı Gökmen) sonradan cayıyordu, öyle biliyorum. Özdenak'ın hamurunda yalakalık var.

Rıdvan Dilmen ve Gökmen Özdenak aynı dönemin ve aynı takımın oyuncuları değildiler. Rıdvan'ın futbolculuğunu biraz daha iyi bildiğim doğrudur. Kurt'un cenazesinde ikisine de mikrofon uzatıldı. Özdenak, "solcu falan deniyordu ama öyle biri değildi yani kötü ruhlu biri değildi..." dedi hakkında...Dilmen ise "Futbolcu hakları için çok çabaladı, bizim iyiliğimizi istedi ama biz ona gereken desteği vermeye hep çekindik, korktuk. Borcumuzu ödeyemedik, bari cenazesinde orada olalım dedik." minvalinde konuştu. Özdenak'ın hamurunda aptallık var.

Gökmen Özdenak ve Alex de Souza, aynı dönemde, biri ekran katlinde diğeri forma terletim sürecinde karşımızda idiler. Alex'in takımdan kovulduğu gece birisi ekran başından "Fenerbahçe böyle daha güzel olacak, Alex nankördür, zaten 8 senede bir Türkçe kelime dahi etmeyen bir adam" hönkürürken sözlerin muhattabı evinin camında ağlayarak binlerce Fenerbahçe taraftarına veda ediyordu. Başbakan'ın artık kabak tadı veren balkon konuşmaları ile karşılaştırmak yanlış da, iki samimi cümleyle ağlatmakta Alex daha başarılıydı. Özdenak ise yine herhangi bir yöneticiyi, başkanı vb. yaladığıyla kaldı. Alex'in twitter mevzunda basitçe ifade ettiği üzere "kıskançlık" devreye burada da girmiş olabilir.

Özdenak'ı ben burada ciddiye alıyormuşçasına yazıyorum, zira kendisini tekil örneklerin haricinde Türkiye futbolunun hal-i pür melali olarak görüyorum. Mesaj gönderir gibi oyuncu gönderen, kredi kartından harcama yapar gibi oyuncu harcayan, viran bir duvara kırmızı boyayla kurbanlık koyun yazısını ayda bir yenileyen yönetimler için varlar. Babaya, ağabeye uslu birer kölelik verili durumundan kurtulmayı denemeyi geçtim, bunu hayatına yediren, hayatıyla yoğuran Türkiye futbolcusu bir arkadaşının daha yenilmesine ses çıkarmıyorsa bundandır. "Yönetim yoksa ben de yokum" gelmiş ve gelecek için tek seçenek kafalarında. Böyle olunca, kardeşlerinin gözü önünde, Kenan ilinde ne Yusuflar kaybolur da, ortalık kör gözlere anlatılan palavralarla dolar. Şimdilik...

***

Dikkat edildi ise Alex ve istatistiki bilgiler dersine hiç giresim yok. Alex futbol stilini beğendiğim bir futbolcu da hiç olmadı. Hem ne olacak canım Alex yüzlerce gol ve asist yaptıysa, Aziz Başkan da takımı uğruna hapis yattı, kilo filan verdi, arada kalp krizi geçirdi. Önce onun heykeli dikilmeliydi. Buda heykeli gibi şöyle göbekli...Önce onun heykeli dikilmedi. (Ona efsane denilecek mi arkasından, göreceğiz.) Bu arada arkası demişken, 20 milyon taraftarı vardı orada, nereye gittiler?

Tekniktir taktiktir diziliştir huzurdur Aykut'tur Kocaman'dır Aziz'dir Yıldırım'dır, kurbanlık kesimi dini usullere göre yapıldı da, daha bayrama çok vardı, eti mundar ettiler. Ocak ayında olağan karşılanırdı cinayet, ne de olsa gelenek bu. Onlara nice Gökmenler diliyorum. Gökmenlere ise "Metin Kurt olamazsınız da, Rıdvan'ı bir deneyin." tavsiyesi verdim gitti.



Not: Belki siyasi ve sportif sorunlar sonrası, millet edebiyatı yapan dikta heveslisi politikacılar gibi "bu taraftar arkanızda her zaman"a fena kapılan Aziz Yıldırım'ın bir gecede sıfıra inen meşruiyeti ve mazlum görüntüsü, Türkiye'de taraftarlık üzerine yazılacak yeni kitaplarda ayrı bir bölüm olarak yerini alır.   

22 Eyl 2012

Umutsuz


Oscar Wilde'ın bütün aforizmalarını sevdiğim konusunda beynimle fikir birliğine vardım. İstisnasız seviyorum. Bazen bir oyununun içinden, bazen bir mektubundan, bazen bir öyküsünden cımbızlanan bu sözler, paragrafından ayrılsa dahi güzelliğini ve zihin açıcılığını yitirmiyor.

En sevdiğim sözü denilebilir mi, bilmiyorum: Adamakıllı aptalca işler yapan biri bunu hep en yüce saiklerle yapar. Nereye geleceğim henüz malum değil sanırım, Beşiktaş'ı diyorum. Feda dediler adına, feda edilenleri gördükçe Wilde ağabeyin sözü kulaklarımda yankılanıyor. Yüce saik, aptalca iş...

***

Carvalhal'in gidici olduğunu bilmeyen yoktu. Türkiye'de "hocamızın arkasındayız" tırıvırısı, söyleyenin bile inanmadığı bir vaattir. Ben de, şu aciz kulunuz da, eleştirmedim mi Carlos'u, eleştirdim. Lakin yerine Samet Aybaba'nın geleceğini ne bilirdim? Takım görece başarılı giderken bu yazıyı yazıyorum ki, aksilikler başlayınca 'çok şaşırmış tayfa'nın yanında yerimi ayırtmayayım.

***

Bir kere manşetlerden inmeyen Batuhan meselesi var. Madem öyle, biz de söze onunla başlayalım. Bu kardeşimizin, ki kendisi gerçekten kardeşimle yaşıt, potansiyelinin niye bu kadar abartıldığını yıllardır anlayamadım. Hele hele Batuhan ve kaptanlık pazu bandı ilişkisinin gündeme gelmesi, beyimizde FM tabirleriyle "influence" ve "determination"u haksız/geçersiz kılacak bir "şımaritüel"lik varken gerçekten komik. Artık inceden sıkan twitter'a bakınca bile bu anlaşılıyor, "Olcay oğlum sen şut atma kazma, bırak ben atarım", "Manu nasıl çaktım asisti" temalı mesajlarla takımı şaha kaldırabilecekse ne ala...Yalnız genelde bu tip cüretlendirici girişimler -hakeme takım adına horozlanan genç kaptan ve kırmızı kartları- şeklinde tezahüre dönüşüyor, yeter ki takım sendelemeye başlasın.


İkincisi, kendisini takıma ve ülkeye a)tekrardan b)gurbetçi kontenjanından kanıtlamaya çalışan iyi niyetli lakin bal yapması zor çeçe sinekleri fazlasıyla mevcut takımda. İlgili sineğimizin ısırdığı kimsede uykuyu getirdiğini yeni öğrendim. Bu arkadaşlardan Batuhan hariç ilki, Holosko... İkincisi Uğur Boral...Üç, Veli Kavlak... Dört. takımda kalmasına yine de sevindiğim Hilbert... Haydi sonuncu da 10 numaramız Olcay Şahan olsun. Ne kadar üstten, ne kadar küçümser yazıyorum değil mi? Bu isimler yakın vadede tek tek tartışılacak, not düşülsün. Skorlar yanıltmasın, "bir gol atsam takımı bilmem ama ben kurtulurum" düşüncesiyle dağlara ve İzmir Alsancak stadından alışkın ağaçlı araziye şut çeken kardeşlerimiz bu alanda sezon ortasına doğru rekor kırmaya başlayacak.


Üçüncüsü, diğerleri... Quaresma'nın kölelik statüsündeki hali... Af buyurun da, sözleşmede alacağı miktarı babam mı imzaladı kararsızım. Yönetim değişmiş, felsefe değişmiş, bunlar hikaye. "Bu köpeğe ne ekmek ne de su" anlayışına kurban giden Tanju, Burak Kaplan, başka takıma gitmek istemeyen Emre Özkan...Bu çocukların çilesinin dışında kapı gibi tazminatı ödemen gerekecek Quaresma için reva görülen içe nasıl sindirilebiliyor? Tekrar affınıza sığınıyorum, bana kalırsa Quaresma dedikleri Batuhan'dan kötü değil, Holosko'nun ise 10 gömlek üzerinde bir adamcağız. Manuel Fernandes'in şahlandığı bir dönemde taraftar desteği de yalan olan Quaresma, yedekte beklemeyi dahi hak etmez bir duruma hapsedilmiş durumda, çok üzülüyorum. Almeida dahi yer bulabiliyor takımda, inanamıyorum. Takımın bence en iyi transferi McGregor, ikizi gibi kendisinin, herhalde forvette Almeida formasıyla 1 sezon oynasa, Hugo'dan fazla gol atar, biliyorum.

***

Çok karamsarım anlaşılabileceği üzere, Hıncal Uluç tarzı bir yazıyla Beşiktaşlı blog takipçilerini irrite edeceğimin de farkındayım. "Ama Necip, Oğuzhan, Hasan Türk?" diyebilirler, ben de onlara LAKİN SAMET? diye cevap veririm sezon ortasında. O da Batugolü ile Orduspor'a yatay geçiş yapar zaten. Feda olsun.

5 Tem 2012

Kale


Yasal Uyarı: Bu yazı sığdır, sığdırılmıştır. İroni yapmaya çalışıp becerememenin nüvelerini de içinde barındırır.

Akşam üzeri telefon acı acı çaldı, Sherlock dizisinin introsu ne kadar acıtabilirse artık. Alışmamışım, bu devirde beni arayan mı kaldı minvalinde düşünceler aklımda seyahat etti birkaç saniye boyunca. Ayıp olmasın diye elimdeki gitarı halıya bıraktım, telefona uzandım. (Merak etmeyin gitar patlamayacak hikayenin sonunda.)

Kardeşimdi:

-Abi geceye maç ayarladım, kalecimizsin ona göre.
-Lan en olmadık zamanda bağlayacaksın illa değil mi?
-Arkadaşlarınla içmeye zaman ayırıyorsun ama ikide bir, kardeşin bir şey isteyince yapma sen. Hem zaten evde malak gibi yattığını bilmesek...
-Tamam lan tamam uzatma, yaz tahtaya beni de.

Telefonu kapattım, kendim pek düşünmesem de, ev ahalisi "üç gün sonra sınav var nereye gidiyorsun, yine sakatlanacaksın." vesaire cümleler edecek biliyordum. Neyse, bunlar mühim gözükmedi o an. Ama kollarımda mecal yoktu, iki aydır ayağıma top değmemişti, sigara desen günde minimum bir-bir buçuk paket...Sırf kardeşime ayıp olmasın diye tamam deyivermiştim işte, dertleri bir kenarda bekletmek yerinde gözüktü. Avrupa Şampiyonası finaline çıkacak Buffon misali, gittim yok yere traş oldum. Saygısı batsın, milyonlarca siyah lastik parçalı saha, kalesi standardın çok gerisinde, tanımadığım bir rakibe karşı oynayacağım, sakalımı futbol ilahlarına kurban ediyorum. Sahanın ismi Olimpiyat, belki de o gaza getirmiştir. Böyle saplantılı hareketlerde üzerime kimseyi tanımam, mastürbasyon sonrası pişmanlığı da beraberinde gelir.

Gece saat on bir, kaleciyiz diye, uzun bir eşofman altıyla daha maç başlamadan terlemiş vaziyetteydim. Rakip ve bizim çocuklar sahaya adım atma şerefine nail oldular, tek tek. Ulan o kadar Fransa'da bir Cezayirli, Senegalli, yok efendime söyleyeyim New York'ta bir İngiliz, legal ve illegal alien, ezilen hakkında yardırıyoruz sürekli, burada işler biraz değişik. Teori-pratik ilişkisiyle ilgili tevatürleri haklı çıkarırcasına bir durum içerisindeyiz yine. Komşusuna yaptırdığı dövmeleri vücudunda, yalnızca şortu çekip gelen, saniyesinde terden sırılsıklam ve tenden esmer bizim arka mahalleli... En sevdiği topçu Cristiano Ronaldo ki, onun fıstık yeşili ayakkabılarından almış bir çift. Beyaz adam gibiyiz kardeşim ve ben, böyle ortalarında Brezilyasız Brezil Kaka gibiyiz. Lakin iki tarafın da bakışlarında hiçbir zaman keskinlik, yabancılık olmamış. Küfürlerimiz değişik biraz... Gol atınca parmaklarımızı havaya kaldırıp tanrıyı filan işaret etmiyoruz, beni tatmin edebilecek bir şeyler ille bulunur. Kimse birbirine hava atacak değil, neyimiz var ki?

Maça başlamadan son sigaramızı tüttürüyoruz, bizimkilerden biri "abi fotoğraf koymuş şey" dedi, "ney" dedim, "şey işte" diye cevapladı. Orada anladım da, "sallamıyorum" dedim. Siz anlamadınız, şey işte...Boşverin. Benim için zaten yük gibi gözüken maç, daha başlamadan bitti. Hasbelkader, kalede korkuluk vaziyetinde durmak suretiyle oyuna dahil oldum. "Duhul ettim" deseydim daha bir arabik gözükecekti cümle lan sanki. Hem böyle bir "maçı becerdim" tandanslı...

Çocuklar allah vergisi, yanlarında ciğer taşımıyorlardı muhtemelen. Gerçi onu da anlamam ya, "ciğersiz" kelimesi yerine "ciğeri beş para eder" dahi uygun o yorulmayan bünyeyi tanımlamaya... Gözüm top harici her yere kayıyor, mahallenin ortasına halı saha koymuşsun, balkonunda çay içeninden, sahaya bağırana iyice 90'larda çocuk olmak havası için bundan güzeli var mı? Yok tabi, goller geldi bir, iki, beş, sekiz...Nüfus 12 sabit, yediğim goller geometrik artıyor.

Haydi moral bozmak yok, devam. Rakibin bir sonraki atağında, benim solumdan bir ışık hüzmesinin vücuduma yaklaştığını hissettim. Saniyesinde beynimde homofobi ile suçlanmamanın baskısı, "ananıavradınıoneydilanöylelöaaahlanşeyimgitti" geçse de, dışarıya "top penisime isabet etti." ıslığı çıkarabildim. Kimse duymadı. Bir kalecinin dramı yalnızca kendisine ne zaman yansır diye düşünüyorum da, hatalı gol yesen değil, kendi kalene gol atsan hiç değil. Yalnızca bu anda çocuk. Hani tıbbi bilgilerim yeterli olsa, içten yanmayı bilimsel kılıfa sokup anlatacağım. O da yok. İllüstrasyon da koymayayım buraya tadımız kaçmasın, Urethral Opening ile Penis Glans arası bölgeye top çarpması dolayısıyla ne kalecilerin canı yanmıştır, kim bilir? Tarih de yazmaz ki. Böyle erkek egemen filandı ya bu işlerde de, erkeğin kendisini iktidar belletmeye toz konduracak bilgiler devlet arşivlerimizde yer almaz tabi.

(Ben de yukarıda "kimse duymadı" yazdım fark ettiniz mi? İşte o cümleyi yazma gereğini beynim neden duydu, niye anında parmaklarıma gönderdi, az da olsa neyi düzelteceğim düşünüldü, bunlar tuhaf şeyler...)

Tribün kılıklı taraftan 2-3 yaşlarındayken penisine üzüm koruğu sokma deneyiyle bizi büyüleyen İsmet, bütün bunların üzerine gelip bana "abi ne oldu bu gece rezaletsin" demez mi? Uzun eşofman, ter, yenilen goller, dramatik final...Çok ağır geldi çok...

"Sanane lan hıyar?!?!" diye bağırdım maçın bitmesine yakın, sigara elimde...

"Abi Allah belanı versin senin yüzünden yenildik." dedi kardeşim, ben bir yazı mı yazsam acaba diye düşünmeye başlamışım o sıra, eve yollandık. 

(Yanmalar mideme yükselmiş, Alzheimer yaptığına ilişkin söylentilerin gırla gittiği çiğneme tabletinden iki tane emivermiş, unutmadan aktarayım bari deyip bu yazıya başlamışım.)

3 Tem 2012

Az mizahlı turnuva


Yıllarca Oliver Kahn'ın eldivenlerini asmasını bekleyen Jens Lehmann, "aslında Neuer'den defans oyuncusu olarak yararlanılabilir" açıklamasıyla Almanya'nın genç kalecilerine umut aşıladı.

-Turnuvanın bitimiyle TRT'nin "Saha Dışı" isimli rezaleti sürdüremeyecek olması ülke çapında kutlamaları da beraberinde getirdi. Özellikle Mesut Özil üzerinden parodisi yapılan gurbetçi aksanı epey tepki toplamıştı.

-Dünya Polonya'ya yasadışı yollardan vuvuzela sokulmasını önleyen cesur gümrük memurunu konuşuyor.

-Ersin Düzen maç anlatırken, Ertem Şener'in reklam sektörüne yönelmesi ikilinin arasına kara kedi mi girdi sorusunu akıllara getirdi.

-Gaziantepspor teknik direktörü Hikmet Karaman'ın antreman yerine final maçı yorumculuğunu tercih etmesi Football Manager 2013'te "üç işi aynı anda yapabilen menajer" kisvesiyle oyunseverlere sunulacak.

-Ömer Üründül'ün ailesi can güvenliği sebebiyle tanık koruma, kollektif futbol oynama ve bloklararası bağlantı programına alındı.

-Fransalı genç futbolcular Mexes abilerinin soyunma odasında Edith Piaf 'tan başka şarkıcı dinletmemesinden şikayetçiydi. Phillippe'nin gençlere Zara'yı ve İlkay Akkaya'yı sevdiren Servet Çetin'e özendiği sanılıyor.

-Portekiz milli takımının başarılı savunmacısı Pepe'nin turnuva öncesi, 3-1 yenildikleri Türkiye maçı sonrası hırs yapıp direkleri tekmeleyerek ayaklarını yonttuğu video kimliği bilinmeyen kişilerce sosyal medyaya sızdırıldı.

-Penaltılara giden İspanya- Portekiz maçında son penaltıyı kullanamadan elenen Portekiz'de ağızları bıçak açmıyor. Penaltı atışını gole çeviremeyen Bruno Alves ve bu yüzden penaltı kullanamayan Cristiano Ronaldo'nun odaları ayırdığı biliniyor.

-Play Station oynarken maçın penaltılara uzamasına dayanamayıp ağlamaya başlayan Cristiano Ronaldo, sevgilisi Irina Shayk'ın Hürriyet gazetesinde haftada bir çıkan pozlarına göz atarak sakinleştirilebildi.

-Andriy Shevchenko'nun bir sonraki Dünya Kupası'na kadar yeni geliştirilen "beden dondurma" formülüyle Kiev'de korunmasına ve uykuya yatırılmasına karar verildi. Sheva'nın son sözü, " Neredesin Beschastnykh?" oldu.

-Rusya Başkanı Vladimir Putin "Bizim bir "Gosplan" geleneğimiz vardı, futbol takımımıza neler katabilir, araştırıyoruz." dedi.

-Andrey Arshavin, Ertuğrul Sağlam ve Lotthar Mattheus'un kendisinde yerlerinin çok ayrı olduğunu Firstly Defence ekibine anlattı.

-Shakira, turnuva için kendisinden şarkı talep etmeyen Platini'ye öfke kustu. Bilindiği gibi Shakira, Femen kadınlarıyla klip çekecekti.

-Rafael Van der Vaart "Eşime duydukları ilginin yüzde birini bana duysalardı" Van Bommel'in yerinde ben oynardım açıklamasıyla Hollanda kamuoyuna sitem ve teessüflerini bildirdi.

-Koruyucu başlık takan Petr Cech'e sorunun beyninde değil, ellerinde olduğunu anlatmaya çalışan spor spikeri Stjepan Duzen'in görevine bilnmeyen nedenlerle son verildi.

-Turnuvanın en iyi oyuncusu seçilen Andres Iniesta'nın Facebook'a bir başka soyunma odasında sevinç fotoğrafı koymasına İslamcı hayranlarından "Yeter!" tepkisi geldi. Bilindiği gibi Iniesta her fotoğrafında küloduyla ve Necmettin Erbakan'la hafızalara kazınan parmak işaretiyle poz veriyor.

-Slaven Bilic Lokomotiv Moskova'yla anlaşmış olmasına rağmen hobi olarak gitar çalmayı sürdürmek istemediğini, grubunu yeniden toparladığı anda teknik direktörlüğü bırakacağını açıkladı.

-Zlatan İbrahimoviç stadyumlara kurulan dev ekranlardan kendisini izlemeyi gol atmaya yeğlediğini ima eden konuşmasıyla büyük tepki topladı.

-Turnuvanın kapanış şenliklerindeki gösterilere anlam vermeye çalışan yüz binlerce Avrupalı final maçının ilk 14 dakikasına konsantre olamadı.

Yağmuruma takılan İngiltere


Ipswich kasabı nerede?
Ipswich Kasabı Terry Butcher, aranmayan kan bulundu.

Turnuva geldi geçti, İtalya'nın finale dek takdire şayan futbolu, Pirlo, Cassano bir tarafta, Barcelona rüzgarını futbol ayazına çeviren İspanya'nın sıkıcı şampiyonluğu diğer tarafta...Almanya'nın tüm dünyada "kupayı almadan gitmezler" yorumlarına verdiği tokat niteliğinde cevap, Portekiz'in Pauleta, Nuno Gomes, Postiga ve "feda"kar Almeidalı hücum edememe hattı geleneği...Hepimiz bir yerlerde yanıldık, Hollanda ile yıkıldık. Kalecilik gönlümüzde ayrı yer tutar dedik, Neuer'i, Casillas'ı, Hart'ı, Buffon'u bağrımıza bastık, avunduk.

Şaşırtmayan bir ekip vardı, çok içerlemedik ama kızdık, İngiltere. Oscar Wilde bu günleri görseydi, acı, nefret, sevgi, ihanet dolu bir yeni "De Profundis" yazmazdı, üçkağıtçı yeni sevgilisinin peşinden Wimbledon'a giderdi herhalde. Lakin futbola endekslenince, milli duyarlılık denilen nane de bünyede sıfırın altında olunca, uluslararası alanda tuttuğum takımın şu hali bana bu yazıyı yazdırıyor.

Blogda da belirtmiştim, turnuvaya abartılmış bir beklenti yaratılmadan dahil olmuş İngiltere. Ama böyle çıkarımlar doğruyu ne kadar yansıtır, emin olamayız. Başarıya ilişkin sükunet, başarısızlık ihtimalini önceden sindirmek midir hakikaten? Hangi maçtı unuttum, penaltı atışı sırasında bir hooliganımız donunu da bunun rahatlığıyla mı sıyırdı, rakip görsün de penaltıyı atamasın diye? Dolayısıyla soyut şeyler bunlar, klavye başında ahkam kesen abilerin beynine doldurttuğu anket sayfaları... Biz de onlardan alıp yayıyoruz, "Rooney olmasa AKP'ye oy verir miydiniz? sorusuna evet yüzde 83 çıkmış abi..."

Kafam karışır.

Rooney demişken kendisi gerçekten tek gündemdi herhalde. TRT spikerlerinin "Cüneyt Çakır" esanslı gurur yalayışlarından sonra en çok bu mevzuya sıkıldım. Rooney topu topu iki maçta oynamadı ama, toplamda bir 45 dakika abimizin sarı yumru suratını izletti bize "yayıncı kuruluş". Zaten dev ekranda taraftar ya da futbolcu kendini gördüğü anda kesme sadizminden de büyük zevk aldılar, orgazma gel sen. Welbeck, Carroll gol atınca daya Rooney'i, İngiltere gol yiyince bas Rooney'i...Sonraki iki maçta da gördük kendisini diyeceğim, kızacaklar. Kendisini sevmediğimiz zannedilmesin.

Benim ola ki çeyrek final ve üstüne çıkabilecek kadar kalırlarsa yıldız adaylarım belliydi, Hart, Parker, Welbeck...Sen niye Gerrard'ı da dahil etmezsin ki listeye? Af buyurun. Bu dört arkadaştan ikisi bir sonraki turnuvada olmayacaklar. Terry de olmaz. Defoe'ye de ihtiyaç olmadı çok şükür, o da gider. İki sene sonraya kadroda Chamberlain ve Walcott devam, bir çeyrek final daha görürüz. Defansın göbeğine de bir yeni Terry Butcher lazım ki, sormayın gitsin. Maç katlolacaksa en azından bünyeler kan görsün.

Şaka tabi.

İngiltere yeter ki, "Why does it always rain on me?" sorusuna kafa patlatmak yerine yeni ve yağmuru takmayan bir soru koysun. Yağacak abi o yağmur, kaçış yok. Bizi İspanya belasından kurtaracak ekip değiller her şartta.



11 Haz 2012

Üvey evlat


Fransa'nın simgesi horoz muydu?
Fransa'nın simgesi horoz muydu? -Saklı'dan.

Haneke'nin Saklı/Caché filminde Fransız entelektüelin evine, tehdit olarak algılanan video kasetleri gelir. Abiyle beraber biz de iz süreriz, "kim bu yahu" tadında. Neyse, spoileri fazla abartmadan, Madjid isimli birisidir onu çağıran, geçmişinden. İsminden de anlaşılacağı gibi, Cezayir kökenli. Fransa'da bir Cezayirli ne yaşar, nasıl harcanır, nasıl yabancılaştırılır tek bir sahneyle gösterilir, kanımız donar, Haneke böyle anlatır.

Fransa'da Kuzey Afrikalı, özellikle Cezayir kökenli olmanın oyunun kurallarına dahil olarak yumuşatılabileceğini, o "hastalığın panzehiri" olarak dayatılıp, entegrasyon kelimesine yedirilebildiğini futbolda görmemiz fazlasıyla mümkün. Çok klasik, 1998 Dünya Kupası'nda Zafer Anıtı'na yansıtılan "ulusal kahraman" Zidane fotoğrafı. Avrupa Şampiyonası'nın 2012 modelinde Kuzey Afrikalı sayabildiğim 4 futbolcu var, Rami, Nasri, Ben Arfa, Benzema...Son birkaç turnuvadaki hayal kırıklıklarını bu sene telafi edebileceklerse, kahraman olma şerefine de muhtemelen bu oyunculardan biri nail olacak. Böylelikle Truffaut'nun "400 darbe"sinde Antoin'ın denize koştuğu final gibi, umutsuz andan ütopik bir dünyaya doğru başka Cezayirli çocuklar koşmaya başlayacak. Futbol olmazsa, müzik olur. Bir başka Madjid, Cezayir sempatizanı, sevdiğimiz adam Manu Chao'nun yanında nasıl döktürüyor, epeydir dinliyor ve izliyoruz.

Manş'ın öte tarafında ise bu kaygılardan uzak, boğucu, bulutlu, şarka sunduğu vaatlere futbolu pek eklemeyen İngiltere var. İngiliz muhipleri cemiyeti olarak bu ülkenin ulusal düzeyde futbolunu sevemedik bir tek. Ne bileyim sinemadan gidiyoruz, şu Ada sineması o kendine has havayı öyle bir konseptte sunuyor ki, her seferinde "takım da öyle olsa ya" diye hayıflanıyoruz. Mike Leigh istiyoruz, Guy Ritchie temaşası istiyoruz, büyük oyunculu -lakin vasat- Hollywood transfer borsasının en aktifi halinde ısıtılıp ısıtılıp sunuluyor önümüze takım. Finali 400 darbeden esin duran Naked gibi, bu kez topallayarak koşuyoruz caddede. Öyle bitiriyoruz.

"Büyük Britanya'yız biz" ayağına da ancak Olimpiyatlar'a, basketbola farklı tarife uyguluyorlar, Premier Lig'in gelmiş geçmiş en iyi sol kanadı Giggs Galler'deydi, şimdi Bale Galler'de, Fransa'dan bahsederken söylediklerimizin aksine "bu sol kanatta niye Downing var?", sinirleniyoruz.

Fena halde birbirine benzeyen futbol ve hayat. İkisinde de pek tatmin gözükmeyen seyirciler, oyuncular. Bu akşam 19.00'da Fransa-İngiltere. Birinde Hadrian duvarları, diğerinde yırtan Galyalılar. Herkes Roma'ya boyun eğecek sonunda, eğmezse orası dünya sayılmayacak. Okyanusa koşabilenlere selam olsun.

Run Johnny, run!


8 Haz 2012

Yunanistan?


Tarihinde 4. kez katıldığı Avrupa Şampiyonası'nda Yunanistan, açılışı bu akşam oynanacak Polonya maçı ile yapıyor. Ne yazık ki ve güzel futbol için ne kadar iyi ki, bu turnuvada şansları 2004'te gelen inanması güç şampiyonluğun tekrarını yapacak kadar yok. Zira 11 Spartalı hüviyeti yalnızca anlık ve sürpriz başarılar demektir, yalnızca biraz daha savunmadır, gard er ya geç mutlaka düşer. E bu kadar kreatif takım bolluğunda pek zayıf gözüküyorlar; gruptakilerin denk güçleri dolayısıyla en az 3, en fazla 4 maç oynayarak kupadan elenecekler.

Futbola dair on yıllardır tekrarlanan "asıllı" iddialar ve klişe cümlelerin yol göstericiliğinde elenmesi daha iyi olur zaten. Yunanistan yanıyor, seçimler, ekonomik problemler...Futbolla uyuşturulmayı bizim memleket gibi hissetmiyorlarsa, hemen elensinler, dönsünler, halka moral filan da yaratmasınlar. Daha dün Grek neo-nazilerin partisi "Altın Şafak"tan herifin teki bir tartışma programında Yunanistan Komünist Partili bir kadına tokat attı. Utanmadan basın açıklaması da yayınladılar, "Marx'ın piçlerine bırakmayacağız ülkeyi..." vs. Bu rezil şiddet uygulayıcısının muhtemelen Prometheus filminden çıkıp akşamki Polonya maçını "milli duygularıyla" izleyecek olması açıkçası benim midemi bulandırıyor (Prometheus abimize laf yok tabi, filmini bilmem).

Neyse, Yunanistan turnuvaya nasıl geldi, kadrosunda kimler var, kimler yok, biz verileri sıralayalım:

*Euro 2004'teki zaferde "korsan gemisi" lakabını alan takım, 8 yıl aradan sonra kadrosundan 4 korsanı yine turnuvaya getirdi. (Karagounis demirbaş!)

*2012'ye giden yolda gruplarında İsrail, Letonya, Gürcistan ve Malta gibi Avrupa'nın henüz zayıf takımları vardı. Dolayısıyla tek çekiştikleri takım Hırvatistan olarak gözüküyordu.

*Elemelerde böylesine zayıf bir gruba karşılık yalnızca 14 gol attılar, 5 gol de kalelerinde gördüler. 10 maçta 7 galibiyet ve 3 beraberlikleri var.

*Hırvatistan ile ilk maç 0-0 biterken, ikinci maç Yunanistan 2-0'lık bir galibiyet aldı. Düşünebiliyor musunuz? Tam 2 gol!!

*Bu turnuvada dikkat edilmesi gereken genç oyuncuları, Schalke'nin defansına güneş gibi doğan K.Papadoupoulos (20 yaşında- milli formayla 3 golü var, gol bekliyoruz.) , Panathinaikos'un sağ açığı Sotiris Ninis (22) ve çeşitli mecmualarda Yunan Messi olarak tanıtılan Fetfatzidis (21- Olympiakos). İlki kesinlikle oynayacak fakat diğer iki yetenek rotasyon olarak değerlendirilebilir şimdilik.

*Teknik direktörleri Fernando Santos, Yunanistan Ligi'nde son on yılın en iyi hocası olarak seçilmiş vakti zamanında. Portekizli. 2 yıldır takımın başında.

*Polonya, Rusya ve 2004'te karşılaştıkları Nedved'li, Koller'li günlere göre durumu kötü olan Çek Cumhuriyeti ile turnuvanın A grubunu oluşturuyorlar.

5 Haz 2012

Girizgah niyetine: Sevgilim İngiltere


Futbolda İngiltere ulusal takımını desteklemek, insana yeni bir sevgiliyle gelen umutları ve her seferinde, bir yerinde, hayal kırıklıklarını başından kabullenmeye benzer. Herifçioğlunu görür, beğenirsin, forması fiyakalıdır, zorlarsan biraz Beckham'ı andırır, 11 meziyeti birarada, dünyanın en iyisiyle karşı karşıyasındır. Üzerinde güneş batmaz bu herifin, girdiği her mücadeleyi kazanacaktır gözünde. Böyle böyle büyüttüğün beklentilerin üzerine, saha içindeki performansını her sınamanda beklentiler yerini hayal kırıklığına bırakmaya başlar, tek tek. Meziyetler arası uyumda problemlerini keşfedersin; herif emperyal hevesler içerisinde, burnu büyük, sanki biraz karizması abartılı...Son kaçırdığı penaltıyla stadyumu tek tek terk eder insanlar, bir sonraki şampiyonaya, bir sonraki sevgili için umut biriktirmeye adalarına dönerler.

Dört yılda bir yenilenen umutların belki de İngilizlerin gözünde ilk kez, illüzyona değil, daha olgun, alınacak sonuçlara daha hazırlıklı bir formata büründüğünü söyleyebiliriz. Euro 2012, İngiltere ulusal takımının belki de üzerinde stresi daha az hissedeceği bir turnuva olacak diğerlerine göre. Blogdaki görev dağılımımız dolayısıyla, bir diğer sıkıcı "komşu" Yunanistan ile beraber, sıkıcı sevgilim İngiltere'yi de yazmaya çalışacağım turnuva boyunca. Dolayısıyla epey ahkam keseceğiz, şimdiden affola.

Bizim memlekette, milli takımda ne kadar fazla "lejyoner" var ise, o kadar başarı gelecek sanrısı sözkonusu. Herhalde sebebi Avrupa görmüş futbolcunun disiplin, strateji, dayanıklılık vesaire zırhlarını tek tek formasının üzerine geçirdiği düşünülmesi. Futbolun beşiği deyip durduğumuz İngiltere'nin ise bir zorunlu nedenden dolayı böyle bir şeye açık olmadığını görüyoruz: Premier Lig takımları ağır sayılabilecek kısıtlamalara rağmen ağzına kadar yabancı dolu, lakin yurtdışında hatırı sayılır İngiliz futbolcu yok! Bu konu üzerinden dallanıp budaklanan bir sürü meseleye şimdilik girmeyelim. Euro 2000'deki rezalette yalnızca McManaman yurtdışında (R. Madrid) oynuyordu, 2004'te Hargreaves (B.Münih) ve Beckham (R. Madrid). Bu turnuvada ise futbol hayatını yurtdışında sürdüren oyuncu sayısı 0 (sıfır). Dolayısıyla bir başka Avrupa Şampiyonası daha, kibirli İngilizlerin dünyanın en iyi ligine sahip olmalarıyla- turnuva başarısı arasındaki bağlantı üzerine kafa patlatmakla geçebilir. En azından ilk üç maç garanti.

-Bundan sonraki paragraf tamamen isimlerden oluşuyor, dileyen direkt finale "bay geçebilir".

Mayıs ayında göreve gelen Roy Hodgson'un seçtiği kadroya göz ucuyla bakmadan evvel, İngiltere'nin gündemi, Wayne Rooney'nin ilk iki maçta cezalı olması sebebiyle meşgul demek gerekiyor öncelikle. Fransa ve İsveç maçları istenildiği gibi sonuçlanmaz ise, Rooney'i şampiyona boyunca yalnızca Ukrayna maçında izleyebileceğiz zira. Manchester United'da iyiden iyiye parlayan Danny Welbeck'in omuzlarında bariz bir yük gözüküyor. Diğer forvetlerden Andy Carroll oynamasa daha iyi, Sturridge ise kadrodan çıkarıldı gibi gözüküyor. Diğer pozisyonlara geçersek, Bursaspor'un file bekçisi Scott Carson, üçüncü kaleciliği 19'luk Butland'a kaptırdı. Defansın göbeğinde Chelsea'nin başarılı savunmacıları John Terry ve Gary Cahill'in sakatlıkları, ikincisinin turnuva kadrosundan halihazırda çıkarılmasına yol açtı. "Şampiyonlar Ligi finalinde de yoktular zaten" dediğinizi duyar gibiyim. Rio Ferdinand buna rağmen kadroya çağrılmamasına epey isyan etti açıkçası, kendisinden 11 yaş küçük ve yalnızca milli formayı 1 kez giymiş Martin Kelly tercih edilince. Ne diyeyim, duygusalım, ben de üzüldüm. Orta sahada yine Chelsea'li Lampard sakatlık dolayısıyla kadroda yok. Benim en çok dikkatimi çeken bu sene Liverpool'da tam bir hayal kırıklığı yaratan sol açık Stewart Downing'in ne sebeple turnuva kadrosuna alındığı... Bayım, Liverpool taraftarı birine bunu söyletebilen birinden bahsediyoruz! Pes!

Kadrodaki olumsuzlukları yazdıktan sonra, takımın kaderini tayin etmeye aday isimlerim: Manchester City'nin eldiveni Joe Hart, şu bizim eski-yeni Scott Parker, United'lı Young ve Welbeck- Rooney ikilisi. 4-4-2'nin biraz esnetilmesiyle, Walcott, Chamberlain, Welbeck, Kelly, Butland, Jones gibi tazeleriyle İngiltere, şampiyonada umuyoruz, "bu da aynısı çıktı" dedirtmez bu kez biz duygusallara. Yoksa "göze hoş gelen" birkaç opsiyon var, haberleri olsun.

11 Haziran'daki Fransa maçıyla, turnuvadaki, sahadaki İngiltere'yi yazmaya başlıyorum.

28 Nis 2012

Elenenler-2: Real Madrid

"Bu turnuva yüzünden saçlarım beyazladı. Ama mutluyum" demişti Real Madrid teknik direktörü José Mourinho, Bayern Münih ile oynadıkları Şampiyonlar Ligi Yarı Final ikinci maçı öncesinde. Mutlu olmamasının imkanı yok zira, Porto ve Inter ile kazandığı kupaya üçüncü bir takım ile bu kadar yaklaşması bile buna yetecekken, bir gece önce Barcelona'nın elenmiş olması işin ekstrası oldu. Fakat işler yolunda gitmedi, mutluluk yerini saha kenarına çömelmiş üzgün bir adama bıraktı. Penaltılara giden maçta, Ronaldo ve Kaka'dan sonra Sergio Ramos da penaltıyı gole çeviremedi.

La Liga'nın kalite itibariyle Premier Lig'i geride bıraktığı pek kaale alınacak bir mesele değil bana kalırsa. Muhtemelen İspanya Milli Takımı'nın başarıları, Barcelona ve R.Madrid'in yanında bu sene Bilbao, Atletico Madrid gibi Avrupa ölçeğinde flaş yerlere gelen takımların olması bu kanıyı iyice besledi. Üstüne üstlük Manchester'in iki kulübü, Arsenal, Liverpool (yoktu) gibi Ada takımlarının bu seneki yurtdışı performansı berbattı. Yine de ben, her iki ligin kalite değerlendirmesinde ağırlığın takımların sezon içi lig durumlarına verilmesi taraftarıyım. Dolayısıyla La Liga'daki Real Madrid-Barcelona baskınlığı, açıkçası yukarıdaki tezin şişirilmiş olduğunu kanıtlıyor.

Bu tartışmayı konumuza şöyle bağlayalım: Geçtiğimiz sene R.Madrid'in eski teknik direktörü Juande Ramos, Mourinho'nun takımının Barcelona karşısındaki 5-0'lık hezimeti sonrası şöyle demişti: "Barcelona'yı yenmelisiniz çünkü Schuster ve ben diğer takımları zaten yeniyorduk." Bu beyana rağmen benim o zamanlar görüşüm, dert şampiyonluk ise, işi Barcelona maçlarına bırakmadan bitirmekti. Geçen sene başaramadılar fakat bu sene oldu. Juande Ramos'un dediklerinin tersine "diğer takımlar"dan alınan puanlar Real ve Barca arasındaki farkı 10'a kadar taşıdı. Arada inişler ve çıkışlara rağmen, Barcelona'yı kendi sahasında mağlup etmeleri de şampiyonluğu neredeyse garantiledi. Dolayısıyla geçen sene yolları ayırmanın eşiğine geldikleri Mourinho için başkan Florentino Perez, "hayatımda yaptığım en iyi iş onu buraya getirmekmiş." demeye başladı.

Lig'de durum bu iken Real, Şampiyonlar Ligi'nden iki sene üstüste yarı finalde elenmiş oldu. Yarı finale nasıl geldiğine bakacak olursak, grup aşamasında Ajax, D.Zagreb ve O.Lyon'un olduğu görece zayıf takımların arasından Real 6'da 6 ile bir üst aşamaya geçti. Bir sonraki turda CSKA Moskova'yı toplamda 5-2'lik skorla mağlup ederek çeyrek finale çıkmaya hak kazandılar. Çeyrek finalde bu sezonun şaşırtıcı takımı APOEL'i toplamda 8-2 ile eleyerek Bayern Münih'in rakibi oldular. Son aşamaya gelene kadar, eflatun beyazlıları kağıt üzerinde zorlayacak herhangi bir takımın olmaması işi kolaylaştırdı görünen o ki. İlginç, bizim takımlara her sene Dinamo Kiev'in çıkması gibi, Real'e yakın dönemde bir ara 7 maç üstüste yenilmeyen O.Lyon yine grup aşamasında rakipti. Fakat Lyon'un altın dönemini geride bıraktığını kendi liginden de biliyorduk.

Yarı finalde kendi liginde işleri pek iyi götüremeyen Bayern Münih ile karşılaşmalarının ŞL için asıl turnusol olacağı açıktı böylelikle. İlk maçta deplasmanda alınan 2-1'lik mağlubiyet, eve avantajlı gitmek anlamına geldi. Fakat ikinci maçta bu kez Real 2-1 yenince, yarım saatlik bir uzatma sonunda, maç penaltılara kaldı. Benim gibi kaleciliği seven bir insan için aslında hiç sevmediğim iki takımın maçını izlemenin ödülü de açıkçası bu penaltılar oldu. Dünyanın en iyi 2 kalecisinin performansı benim gibileri yanıltmadı. 2'şer penaltıyı çıkaran kalecilerden şanslı olan Neuer idi zira Sergio Ramos, geçen sene Mourinho ile penaltı kullanma tartışması yaşamıştı kendisi, Beckham ve Baggio'yu hatırlatır bir penaltı kaçırmayla Real'in umutlarını söndürdü.

Mazur görün, bu kadar hikaye kısımdan sonra birkaç sözle yazıyı bitireceğim. Önce Mourinho'nun Real'in görünümünü değiştirdiğini teslim etmek gerekir. Sezon ortasında takımın kaptanlarıyla kavga etmesi basına yansısa da, aradaki buzlar bir şekilde eridi. Takım hüviyeti geçen seneye nazaran kazanılmış gözüküyordu. Bu sene Altın Top'u alacağını düşündüğüm Ronaldo'nun insanüstü istatistikleri bir kenarda ama tekrarlıyorum, iki yılda takımın iskeleti yerine oturdu. Los Galacticos'un fiyasko haline geldiği dönemin ardından Khedira, Mesut, Di Maria gibi oyuncular takıma adapte olmayı başarabildiler. Elbette sezon başında bizim merakla beklediğimiz ama aslında oynayacaklarına pek de şans vermediğimiz Nuri ve Hamit hayalkırıklığı yarattı. Bir de Benzema vakası var. Başlarda Mourinho'nun Pedro Leon ve Canales gibi istemediği futbolculardan olan Benzema takımın çıkışında kesinlikle pay sahibi. Düşünsenize Mourinho o dönem Hugo Almeida'yı Benzema'nın yerine istiyordu! Neyse ki bu defter de kapandı. Gelecek sene Mourinho yine Real'in başında olmayı en azından Lig şampiyonluğu ile garantiledi. (Alex Ferguson daha emekli olmadığına göre Premier Lig'e dönmeyi düşüneceğini en azından bir seneliğine daha sanmıyorum.)

Şampiyonlar Ligi'nin Barcelona ile beraber en çok gol atan takımı, 9 golle de Çeyrek Final ve üstüne çıkabilen diğer takımlardan daha az gol yiyen Real Madrid, Şampiyonlar Ligi kupasını alma amacını Neuer'in ellerinde bir sonraki seneye bıraktı. Gelecek sezon için en az 3-4 oyuncuyla yolların ayrılacağı aşikar. Yüksek maliyeti dolayısıyla belki yalnızca Milan'ın almayı isteyeceği Kaka'yı ŞL'de 3 gol 5 asistlik performansına rağmen göndermek isteyebilirler. Hamit Altıntop yine "güzide" gazetelerimizi her gün başka bir takımla süslemeye başladı. Raul Albiol-Barcelona söylentileri de var ancak buna pek ihtimal vermemek mantıklı. Xabi Alonso'nun oynadığı mevkiye Nuri monte edilebilecek mi, onu hep beraber seneye göreceğiz. 

Bir sonraki yazıda ŞL finalisti Chelsea'nin sezonuna göz atacağız.

18 Nis 2012

Kalecilik üzerine

Belki Türkçe'ye çevrilişlerinin benzerliğidir fakat kale denilen kavram, en az satrançtaki değeri kadar futbolda da değerlidir. Eğer ikisi de takım oyunu ve uyumunu içermek ile başarılı olabiliyorsa, yeri geliyor şaha kol kanat gerebilecek tek hareketi kale yapabiliyorsa, bu benzetmeyi yapmak mümkündür. Bir tanesi yatay veya dikey hareket etmekle, diğerinin koruyucusu ise ellerini yalnızca ceza sahasında kullanabilmekle sınırlandırılmıştır. Fakat futboldakinin farkı, kalenin ve koruyucusunun tek oluşlarıdır.

Bu tek oluş meselesini genellikle "kaledeki yalnızlık" olarak tarif etmek popülerdir. Bizim blogda Sinan kardeşimizin tanıtmış olduğu üzere bu yalnızlık hakkında film dahi çekildiğini öğrendik. Kabul edilmeyecek bir değerlendirme değil elbette, kaleci bana göre de o sahanın en yalnızıdır, eldivenlerini saymazsak...Futbolcu kategorisinde görülmez, genellikle en çok eleştirilmeye müsait olan da odur. Zaten baştan dezavantajı vardır, 1 kişilik pozisyona en az 3 tane talip arasından devşirilir. Yeterince sabırlıysa ve/veya yeterince yetenekli görülmediyse 10 sene oturur yedek kulübesinde, çıtı çıkmaz. Ola ki formayı kaptı, günü gelir bir gecede silinir, kimse sorgulamaz.

Benim için kalecilik, bu şartlar altında zor gözükse de, çocukluğumdan beri futbol sevgimin başat aktörü olmuştur diyebilirim. Sonuçta profesyonel anlamda o strese tabi olmayacağım başından belliydi. O yüzden daha kolay oldu kaleciliği sevmem demek ki. İlk hatırladığım sahne ilkokulda Ahmet isimli komşum ve aynı zamanda sınıf arkadaşımın yaşıtlarına göre yapılı, kalede de yetenekli olduğunu fark etmemdir. Kaleciliği onun sayesinde sevdim dolayısıyla. Beni mahallemizdeki parkın çimlerinde eğitmeye vakit harcamıştır, sağolsun. Sonra kendisi kaleyse sınırlı kalmayı tercih etmedi, farklı mevkilere geçti, o ayrı. Aynı zamanlarda bir gazetenin verdiği ve üzerinde David Seaman'ın fotoğrafının olduğu "Kaleciler" kitapçığını edinmiştim, onu kaç kez okumuşumdur bir ben bilirim. Kardeşim daha dokuz yaşında Junior Messi tavırlarında otuz yaşında adamların belini bükerdi, bense o sıralar o abiler şans verir de kaleye bir ara beni alırlar umuduyla kale yapmak üzere tuğla aramaya giderdim koşarak.

Ortaokula geçince, sınıftan birkaç arkadaşımın oynadığı bir amatör takıma kardeşim ve mahalleden en yakın arkadaşlarımla yazıldım. Bir tek benim mevkim belli değildi. Başarı hikayeleri gibi, bir sabah antremana kaleci gelmeyince hoca beni denedi. Üç kaleciye sahip olduğumuzdan olsa gerek, üçüncü kaleciliğe böylelikle terfi ettim. Fakat benimki, o hikayeler gibi devam etmedi tahmin ettiğiniz üzere, Liselere Giriş Sınavı daha önemli görüldü demek ki birileri tarafından. Wakabayashi'nin babasına pek benzemiyordu benimki. Ben de kaleciliğe küstüm, lise hazırlıktaki sınıf takımımızda bile üçüncü kalecilik reva görülünce bir daha barışacağımı hiç sanmıyordum. En azından futbol icra ederken, ama kesinlikle izlerken değil. (Kendi hikayemi bu kadar uzatmış olmamdan dolayı affınıza sığınıyorum, zannediyorum duygusallaştım zihnime o günlere ilişkin birkaç görüntü düştüğünde.)

Mahalle arasında birinin kaleciliğe uygun görünmesi için yeteneksizliği veya yalnızca uzun boylu olması kritik iken, profesyonelleştikçe gördüğü baskı böyle naif kalmıyor. Bunu yaşayamadım, dışarıdan öğrendim, gözlemledim. Beşiktaş'ın unutulmaz 2-0'lık Chelsea galibiyetinde herkes gollerin ikisini de atan Sergen'i konuşurken, kaleci Oscar Cordoba'nın asistini veya degajlara nasıl vurduğunu önemseyen birkaç kişiden biriydim herhalde. Günü geldi, Cordoba'nın ender hatırladığım hatalı degajlarından biriyle şampiyonluğu kaçırdığımız ve kendisinin hainliği ilan edildi. İçimiz ikincisine yandı. Bu sene bütün takım tıkır tıkır oynuyormuşçasına Cenk Gönen neredeyse her yediği golde suçlandı, içimiz yine yandı. Zamanında Mattias Asper'e şans tanınmadı, üzüldük. Bir ara Fevzi'nin ayağı kaydı, biz de kovulmuş sayıldık.

Böyle karmakarışık yazı anlatabilmiş midir bilemem, Rüştü Reçber'in dövülmesini de bir kenara yazarak, büyük maçlarda oynamama isteksizliğine ve genelde "maç öncesi ısınırken sakatlanmasına" neden pek kızamadığımızı yıllar içerisinde anladık. IFFHS verilerine göre 2001-2011 yılları arasında dünyanın en iyi kalecilerinde, Türkiye'den yalnızca Rüştü'nün yer alması (23.sırada) başkalarına göre değerli midir, bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki, ola ki bu Süper Final'de şampiyonluk son maçlara kalırsa, Fenerbahçe-Beşiktaş maçında Rüştü ya oynamaz, ya da yediği goller sonrası Fenerbahçeli ve hain olarak emekli olur futboldan. Yalnız kaleci, satrançta şahı savunmak üzere tek kalan kale kadar stratejik davranmak zorundadır artık.

11 Mar 2012

"Yan taraftarlık" müessesesi ve Mekan


Bu ülkede taraftarlık kurumunun İstanbul takımlarının tekelinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Zira Inception filmindeki gibi sanki birileri beynimize Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe isminden birinin tohumunu atmış, bu fikir biz yaşlandıkça büyümüş. Tabi filmde rüyalar vasıtasıyla fikir yerleştirme işinin küçük bir grup tarafından yapılıyor olması büyük fark, çünkü beynimiz bu kadar küçük bir bombardımana maruz kalmama şanssızlığına erişiyor. Hem de rüyada değil, gerçekte... Çevrenin bilinci belirlemedeki ustalığı devreye giriyor ve medya, ilgili kulüplerin 100 yılı geçen faaliyetleri, iktidarda gözükenin yanında durma hissiyatı ve bunlardan kendileri de etkilenmiş olan aile süzgeçlerinden damıtılarak, Konya'da, Elazığ'da, Aydın'da doğmamız fark etmiyor, "gerçek taraftar" kisvesinde üç büyüklerden birini bağrımıza basıyoruz. Bizim kuşak için Galatasaray'ın Uefa Kupası'nı kazanmasının yarattığı yeni taraftarları eklersek, süzgece "başarı" kriterini de eklemenin önemi anlaşılır oluyor. Bu kadar uzun tutulan bir girişten sonra, dünyadan birçok kulübü takip etmekten zevk alan benim de bahsettiğim sorunu yaşadığımı belirtmek isterim.
Aidiyetin nereden kaynaklandığı ile ilgili açıklamamdan sonra bir de, bu kaynağın mekansal boyutta bir özdeşleştirmeyle ilgisinin ne olduğu tartışması ortaya çıkıyor. (Aslında ideolojik süreçler de var ama o başka yazıyı hak ediyor.) Başından beri genellemelerin ışığında gittiğimizi belirtelim; semt, ilçe, şehir bazında sahipleniciliğin bir çıktısı olarak insanların bu üç büyüklere monteledikleri "yan taraftarlık" kurumundan söz edebilmek mümkün. Örneğin Selanik muhaciri bir aileden geliyor olmam sebebiyle Paok'tan başlayıp (ailemin Samsun'lu olması sebebiyle Samsunspor, Kadıköy'de doğmam sebebiyle Fenerbahçe, ailemin 20 yıldır İzmir'de yaşıyor olması dolayısıyla Karşıyaka hatta Şemiklerspor, gittiğim liseye icaben Altay) 6 yıllık öğrencilik hayatımın geçtiği Ankara için Gençlerbirliği'nde tamamlanan mekana bağlı bir taraftarlık skalası benim hayatım için oluşturulmuş oluyor. Elbette bu mekansal özdeşleştirme yoluyla kurulabilecek ilişkilerden seçim de benim irademe kalıyor. Aslında bunu zorunlulukmuşçasına algılamak iradesizlik olarak gözükmüyor değil. Fakat samimi olalım, futbolu sevdiğimiz için bu toleransı çoğumuz vermiyor muyuz? En azından vermeyenin bu yazıyı okuyor olmasının imkanı yok.
Kendi örneğimden devam edersek, ben kimilerinin kesinlikle kabul etmiyor göründüğü bu "yan taraftarlık" meselesinde seçimimi Karşıyaka SK'dan yana yapmış gözüküyorum. Karşıyaka tribünlerinde beni görmeniz zor, hayatım boyunca gittiğim Karşıyaka maçı sayısı bir elin parmaklarını geçmeyi ancak zorlar. Fakat diyorum ya, aynı zamanda yaşamımın en büyük bölümünün İzmir'in Karşıyaka ilçesinde geçmiş olması bir tesadüf değil. Mekana dayalı bir aidiyetin ülkede ve dünyada milliyetçiliğe önemli bir referans olmasının sebebi gibi. Yerel ölçeği, sosyal olan ile mekansal olanın etkileşimi ve bu etkileşimin belli bir coğrafi ölçekte ürettiği sosyal ilişkiler kombinasyonu olarak tanımlayan duruş ile paralel gözüküyor bu durum. Sınıf arkadaşlarım, semtim, ilçem ile beraber oluşturduğum sosyal dünyayla tek ilişkisi aynı ilçede (mekan) yerleşiklik olan o kulübü desteklemem için bu, bir başlangıç noktası haline geliveriyor. Yani renklerine filan aşık değilim kulübün, zaten Müslümanlık-Türklüğü simgelediği gibi bir anlam yüklenmişse buna gerek de yok.
Karşıyaka'nın son durumunu yazmak için klavye başına geçtim, nerelere geldim? Malum, bu sene kulübümüzün 100. yılı...Maçlarına gidemediğimiz vakit oturup televizyonun başına takım nasıl oynuyor diye gözlem yapıyoruz. Çok şükür Göztepe maçını stadyumda izleyebildim. Sonra 5 maçlık bir yenilmeme serisi (4 galibiyet 1 beraberlik) tutturmuşken takım tekrar düşüşe geçti ve gitgide azalan play-off oynama ümitlerini son 9 maça bıraktı. Özgürcan Özcan gibi zamanında Türkiye futbolunun büyük umutlar beslediği (Hakan Şükür veliahtı ilan etmişti) bir kazma forvete katlanmamızın tek sebebi yine aidiyet. Aynı aidiyet dolayısıyla, semtim Şemikler'in çocuğu Şaban Genişyürek ile gururlanıyoruz.
Bir sonraki yazıda, taraftarlık oluşumunda ideolojinin yerini ayrıntılandırmak sözüyle...

8 Mar 2012

Tuz Koktu


Atletico Madrid-Beşiktaş maçı için genel kanaat Beşiktaş'ın fark yiyeceği idi; her iki takımdaki eksiklikler ve ilk 11'e oyuncu seçiminin bu kanaati ne kadar etkileyebileceği tartışmaya açıktı. Zira Atletico Madrid'in kesinlikle hafife alınmayacak bir hücum gücü olduğu malumdu, Beşiktaş'ın ise defansif zaafları...Nitekim öyle de oldu, maçın ilk dakikalarından itibaren karamsarlığımız elle tutulur hale geldi, ilk yarıda 3 golü kalemizde gördük.
Bir zamanlar Carlos Carvalhal'e ilişkin büyük beklentilerimin olduğunu itiraf etmeliyim. Sempatiydi, sıcakkanlılıktı bir yere kadar; kumaşının çok kötü gözükmediğini düşünüyordum. Fakat öyle görünüyor ki, her maçın ardından oyuncuların yorgunluğu bahanesini sunmaktan başka bir kelam edemeyen, oyunu okumakta yetersiz, Guti örneğinde tahammülsüz, Simao-Quaresma için inanılmaz toleranslı bir hoca ile karşı karşıyayız. Üst üste mağlubiyetlerin oyun adına da umut kıvılcımı içermemesiyle, maalesef yakın bir zamanda gönderilecek. Kahin olmaya gerek yok.
Bu üzücü durumun tek sorumlusu olarak Carvalhal'i görmem biraz haksızlık olur, onu da kabul ediyorum. FourFourTwo dergisinin bu ayki sayısında Fuat Çapa-İlhan Cavcav söyleşilerinde de açık olan bir şey var ki, takıma kim yararlı kim değil, kim/hangi mevkiye transfer edilmeli, bu tür konular Türkiye'de teknik direktörün elinde olan bir durum değil. Üstelik teknik direktörler de bu duruma ses çıkaramıyorlar. Bu söylediğimi başat problem olarak görüyorum lakin devamında teknik direktörün sorumluluğu hakkında birkaç madde sıralayacağım:
1.Süper Lig'in geç başlaması da eklenince, fikstürün inanılmaz bir yoğunluk içermesi özellikle Beşiktaş'ın bu sene en fazla etkilendiği durum. Fakat teknik kadroda Roland Koch gibi dünya çapında tanınan bir kondüsyoner-antrenör'ün olması, neden bu sorunu devamlı konuşmayı engellemiyor anlayabilmiş değilim.
2.Bu geceki Atletico Madrid maçında Sidnei, İ.Köybaşı, Ekrem yedek otururken Veli Kavlak gibi kapanma, markaj, top kapma özelliği olmayan bir ofansif orta saha oyuncusuna sol bekte 45 dakika tahammül etmek, o kanattan gelen 3 gole maloluyorsa Carvalhal oyun okuma konusunda ne kadar yetenekli düşünmek gerekir. Barcelona değilsen Mascherano'yu defansın göbeğine koymaya benzeyen hamleler yapamazsın. Ki o yine de anlaşılır. Yaptıysan 5. dakikadan 45. dakikayı tahmin edip, beklemeden değişikliğe gideceksin.
3.Madem sol bekte Veli'yi oynatacak kadar kötü yedeklerin; madem pas isabet yüzdesi inanılmaz düşük bir orta sahan, bitiricilik bakımından tüm zamanların en kötü Beşiktaş forvet setini oluşturan oyuncuların var; mart ayına gelene kadar bu sorunları çözemiyorsan düşeceğin durum felaket olur. Necip koşmaktan başka şeyler yapması gerektiğini de anlayacak, Pektemek tökezlemeden koşacak, Almeida bu yaşta kafa atmayı öğrenecek, biz de gol göreceğiz.
4.Simao'nun golü kimseyi yanıltmasın. Bitik ve abartılan bir futbolcu olduğunu Beşiktaş'a geldiği ilk gün söylemiştim, içim hala rahat. Simao'nun bıraktığı boşluğun Madrid ekibinde gayet iyi doldurulduğunu görünce, sağlamasını da yapmış olduk meselenin.
5.Cenk'in reflekslerine camia olarak hayranız herhalde ama böyle beksiz, ağır bir defansın arkasına, kaleciliğinin henüz olgunluk aşamasında olmayan bir kaleciyi koyarsan onu da bitirirsin.
6.Quaresma...Quaresma...Yorum yok.
Bütün bu meselelerin kolay çözülebileceğini ileri sürmek çok da doğru değil fakat halihazırdaki teknik kadronun işin parçası olarak yer almayacağı kesin. Bir sonraki teknik ekibin "enkaz devraldık" bahanesine sığınarak bizi en az bir sene daha oyalayacağı da aşikar. Hepimize şimdiden geçmiş olsun.
Üstünidman için Fotomaç tarzı yazılar yazmak huyum değildir; gelin görün ki Beşiktaş'ın son maçı bana "bir şeyler yazmazsam olmaz" dedirtti. İlk ve son olsun.

24 Şub 2012

Sezar'ın Düşler Tiyatrosu


1998'de Fransa'da düzenlenen Dünya Kupası finali sözkonusu olduğunda hatırlanan tek şey, Fransa'nın Brezilya'yı üç golle mağlup etmesi değildir kimileri için. Aradan bunca sene geçmesine rağmen unutulmayan durum, aynı 2006'daki kupa finalinde Zidane'ın Materazzi'ye kafasının maçın önüne geçmesi gibi, Ronaldo'nun havale geçirmesine rağmen, maçtan 72 dakika önce takım listesine dahil edilişi idi. Zira Nike, Adidas'a karşı oynadığı finalde en büyük reklam yüzünün ekranlara yansımasında diretmişti. Havale'nin wikipedia'dan alınma tanımı şöyle:
"Havale: Çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durum."1
Alıntıyı yaparken bile ürperdiğim bu durum, Ronaldo'nun sesini dahi çıkaramadan maçta oynamasına engel gözükmemişti demek ki sponsor için. Dolayısıyla insan hayatı ile ilgili en ufak kaygıları olmadığını düşündüğümüz "kar amacı güden kuruluş"ların bizim oyunumuza katkıları, veballerini gün gelecek örtemez hale gelecek, temenni ediyorum.
Güdüsü aynı, pazarladığı ürün bu kez doğrudan insan olan bir başka kurumlar futbolda türedi ki, onlara duyduğum tiksinti, yukarıda değindiğim durumdan pek de farklı değil. Beşiktaş'ın "Türk futbolunun menfaati için" bir günde eskiyen başkanı Yıldırım Demirören vasıtasıyla sıkça adını duyduğumuz Jorge Mendes'in futbolcu menajerliği ajansından (Gestifute) söz ediyorum. (Şike soruşturmalarının ünlü -yazıldığı gibi mi okunuyor anlamadığım- tapelerinden de biraz aşina olduğumuz yerli Sedat Peker bağlantılı ajansı ayrıca not edelim.) Jorge Mendes isimli zat hayatımıza girmeden önce oyuncu tacirliğinin adeta bir takımı alıp baştan yaratacak kadar kudretinin olduğunun farkında değildik. Meğer "aranan kan" set halinde, teknik direktör bedava, takıma sunulabilirmiş de, haberimiz yokmuş. (Beşiktaşlı olduğum buraya gelene dek çoktan anlaşılmıştır da, "bizim" takımda Mendes Efendi'ye bağlı futbolcuları şöyle sıralayalım: Quaresma, Fernandes, Almeida, Simao, Sidnei, Julio Alves, Bebe) Beşiktaş'ın sahaya sürebileceği yabancı oyuncu kontenjanından bir fazla Gestifuteli, bir takımdan diğerine taşına taşına Mendes' in cebi için inanılmaz bir değer yaratmıyor mu? Yürümekte zorlanan bir Simao, fazla kilolarından muzdarip olunan bir Sidnei, bitiriciliği kardeşiminkinden biraz daha fazla Almeida, yolla Beşiktaş'a. Tekrar satışında kar edebilme ihtimali yüksek Quaresma ile Fernandes'i ikna et bu duruma. Oyuncuların imaj hakları sende kalsın, idmana gecikmemeleri için ise elinden geleni yapacağının sözünü ver Başkan'a, bu kadar kolay.
Detaylarına inildikçe bataklığı daha iyi kavranabilecek olan bir ilişkiler yumağından söz ediyorum. Futbolun üzerinde Siyaset'in kılıcı, sponsorun baskısı, tüccarın yatırımları sallandıkça seyir zevkiymiş, trivelaymış pek de önemli gelmiyor artık bana. Dün Gestifuteli Lima'nın golüne rağmen elediğimiz Braga'da 4, iki hafta sonra karşılaşacağımız Atletico Madrid'de 3, Beşiktaş'ta 7 tane, biraz da Mendes abinin cebi için oynayan futbolcu var. Ronaldo (R9) biter, Nike kalır; Ronaldo (CR7)2 biter, Mendes kalır. Farklı renklerin dostluktan daha yakın mücadelesine hoş bulduk.
2Mendes Efendi aynı zamanda Cristiano Ronaldo'nun da menajeridir.
-Gestifute hakkında daha ayrıntılı bir değerlendirme için: http://noatsamisa.blogspot.com/2011/06/jorge-mendes-bataklg.html