Alpay Alpaydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alpay Alpaydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
31 Eki 2012
Mahalle Maçı Tadında Maç: 7-5!
Önce 0-4'ten 5-4, daha sonra 5-5, 6-5, en sonunda da 7-5! Bugünkü Reading-Arsenal Lig Kupası maçının sonucu olan bu karşılaşma son zamanlarda kayıtlara geçen en gollü maçlardan birisi oldu. Uzun yıllardır Premier Lig'den mahrum bırakılan biz seyircilerin bari bu kupa maçlarını takip edebilseydik diye serzenişte bulunabilecekleri bir skor var karşımızda, maçı izlememiş olsak bile. Bir diğer anektot ise, uzun yılların kupa hasreti çeken Wenger ve talebelerinin gösterdikleri hırs olarak kayıtlara geçmelidir. Kim bilir bu 4-0'dan geri dönüş belki de Arsenal'e yıllar sonraki ilk kupasını getirir ve talihsiz oyuncu ayrılıklarının önüne geçip, ekonomik olanakların tam kapasite ile seferberliği ile Wenger yeniden o eski şatafatlı takımını yaratabilir, olamaz mı?
Etiketler:
Alpay Alpaydın,
Arsenal,
Arsene Wenger,
Reading
26 Ağu 2012
Alex Söyle Kaptanlığın Nerede?
Öncelikle belirtmek isterim ki bu yazı Alex de Souza'nın saha içi performans değerlendirmesi değildir, 8 yıldır Fenerbahçe için yaptıklarını tartışmam, tartışamam ki zaten kendisi halihazırda hak ettiği şekilde Fenerbahçe'nin efsaneleri arasına adını yazdırmıştır. Bunu belirttim çünkü konunun bu kadar büyümesinin en büyük nedeni de buradan kaynaklanıyor, Alex'in Fenerbahçe'de bulunduğu tüm zamanlar üzerinden genel değerlendirme yapılıp onun bu süreçte yararlı veya zararlı olduğu sonucu üzerinden, oynatılıp oynatılmaması gerektiği üzerine fikir yürütülüyor.
Gelelim benim dikkati çekmek istediğim ve şahsi kanaatimce dikkat çekilmesi gereken ancak bu tartışmalarda belki de üzerinde en az durulan konuya; Alex de Souza 34 yaşında (hatta 14 Eylül'de 35 yaşına giriyor) ve Spartak Moskova maçı öncesi oynanan 4 resmi maçta da silik bir performans ortaya koydu. Bu belirttiğim iki birbirine pek yakın olmayan ifadenin aslında çıktığı sonuç ortak; birincisi, doğal olarak 34 yaşındaki bir oyuncunun 2 hafta içinde oynanan 5 resmi maçtan herhangi birinde dinlendirilmesinden ya da fizik yetersizliğinden dolayı tercih dışı bırakılmasından doğal bir şey yok. İkincisi de, 4 maç üst üste vasat bir performans gösteren oyuncunun 5. maç tercih edilmemesinin izahında da herhangi bir problem yok. Sonuç olarak bu iki nedenden herhangi birine sahip olan oyuncunun oynatılmaması gayet doğal bir durumken, Alex de Souza'nın bu iki yetersizliğe de sahip olup oynatılmamasından daha doğal bir şey yoktur.
'Durum böylesine aşikarken, bu durum neden bu kadar büyütüldü?' sorusunun yanıtı da işte tam burada Alex de Souza'da bitiyor. Takımın çok da kötü oynamayıp, yine aynı şekilde çok da kötü olmayan bir skorla döndüğü Şampiyonlar Ligi ön eleme maçının hemen ardından günümüzün en büyük sosyal medya ağı olan Twitter üzerinden oynatılmamasına yakınması hatta ileri giderek bu durumu 'kıskançlık' olarak nitelemesi ve bunu bilerek ve isteyerek taraftarlarla birebir diyaloğunda dile getirmesi, kısaca olayları tırmandıran nedendir ki yine aynı nedenden dolayı bugünkü maç öncesi kadro dışı kalmayı da hak etmiştir (Kadro dışı mı kaldı dinlendirildi mi bunu bilmiyorum, söylemek istediğim bu durum eğer kadro dışı kalmak ise bu durum için de kendisi haksızdır) . Üstelik kadro dışı kalmasını yine Twitter üzerinden yakınması da yine bugünkü 'çirkin' Aziz Yıldırım eylemine ve bunu yapmasına neden olan kadın taraftarların tezahüratlarına neden olmuş ve gerilimin dozu bir kat daha artmıştır.
Zamanında Gerrardların, Lampardların, Del Pieroların, Raulların ve daha aklıma gelmeyen bir çok efsanenin (Alex'den kat kat büyük efsanelerin) başına formsuzluk, hoca tercihi ya da fiziksel yetersizlik nedeniyle oynatılmaması durumu gelmiştir ancak sanıyorum ki ilk defa böylesi oynatılmama durumu bu denli geniş çaplı bir tartışmaya neden olmamıştır. Bahsi geçen efsanelerin kimisi daha sonra tekrar oynatıldı yahut kimisi takımdan ayrıldı fakat hepsinin ortak noktası, bu oyunculara sahip büyük takımların bu durumun üzerinden gelip büyük takım olma hüviyetlerine kaldıkları yerden veya üzerine koyarak devam etmiş olmalarıdır. Alex olayının nereye varacağını söylemek için daha çok erken ve söylediğim gibi bu yazıdaki amacım hiç bir maksatla Alex'in 8 yıllık performansını sorgulamak değildir; sadece geçtiğimiz Salı gününden beri olanları yazmak ihtiyacı duydum. Kaldı ki Alex'i takımın başında bulunduğu 76 maçın 69'unda sahaya süren Aykut Kocaman'ın da bu durumda yanlışları vardır (Spartak Moskova maçında Baroni'den Alex yaratmaya çalışmak veya genel anlamda Gaziantepspor maçında da olduğu gibi taktiksel anlamda çok da büyük değişiklikler yapmamak gibi) ancak bunu yazmak hem ayrı bir blog yazısı konusu olabilir, hem de 2 maç üzerinden böylesi bir değerlendirme yapılacağının doğru olduğunu düşünmemekteyim.
Son olarak belki kimilerinin ağır bulabileceği yazının başlığının nedenine gelirsek, Alex gibi zeka anlamında Türkiye'ye gelmiş -bana göre- en büyük oyuncunun bu eylemleri düşünmeden yaptığını düşünmek fazlasıyla iyimser geliyor, hele ki Fenerbahçe'nin, 3 Temmuz olayları nedeniyle ayrı bir önem atfettiği Şampiyonlar Ligi'nin son elemesinin bulunduğu süreçte bunları yapması, takımın kaptanıyken bunu yapması, bana bugünkü fazlaca basit tezahüratın bir başka versiyonunu yapma nedenini veriyor; Alex söyle kaptanlığın nerede?
20 Nis 2012
Ligin Kaderi Bu Hafta Belli Oluyor
Dünyada liglerin ve kupaların sona yaklaşmasıyla birlikte heyecan kat sayısı giderek artıyor ve biz futbol severler özellikle son dönemlerde adeta futbola doyuyoruz. Oynanan Süper Final karşılaşmaları ve Şampiyonlar Ligi mücadeleleri senenin başından bu yana belki de ilk kez şike olaylarını değilde futbolu konuşmamıza olanak sağlıyor ve açıkçası bir Fenerbahçeli olarak bunu özlediğimi belirtmek isterim.(Irkçılık tartışması ve hakem suçlamalarına rağmen yine de eskiye nazaran daha çok futbol konuşabiliyoruz) Ve bu hafta sonu oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray, Barcelona-Real Madrid ve Arsenal-Chelsea karşılaşmaları ile biz izleyiciler futbol doyumu açısından zirve noktasına ulaşacağız büyük ihtimalle.
Bu 3 maç içinde beni ve yazdığım yazıyı ilgilendiren maçı değerlendirme altında alacak olursak, Fenerbahçeli olarak bence ligin kaderi ve gidişatı bu hafta belli olacak. Öncelikle bu kanıya varmamın nedeninin en baştan izah edeyim; eğer Fenerbahçe bu maçtan galip ayrılamazsa Galatasaray şampiyonluk ipini göğüsleyecek, aksi takdirde de deplasmanda Galatasaray'ı yenmenin verdiği moral ve ivme ile Fenerbahçe geriden gelip şampiyonluk yarışından avantajı eline geçiren taraf olacak. İki takım da Pazar günü sahaya bunun bilincinde başlayacak ve 90 dakika boyunca kıyasıya bir mücadeleye tutuşacaklar.
Fenerbahçe'nin geçen hafta Trabzonspor maçında 90 dakika boyunca üst düzey baskı ve pres uygulaması bu maç öncesinde takıma olan güvenimi en çok arttıran nedendir. Hatırlanacağı üzere en son 2-2 biten mücadelede ilk 25 dakika müthiş bir baskı ile Galatasarayı şaşırtan Fenerbahçe'nin gücü ancak o dakikaya kadar dayanabilmiş, geçen 65 dakika Galatasaray'ın baskısı ve sürekli rakip kalede gol araması ile sonuçlanmıştı. Fakat geçen hafta izlediğim Fenerbahçe çok daha diri bir görüntü verdi ve bu maçta bu baskının daha uzun süreli olacağına yönelik güven duygusu aşılattı. Tabi kurulan bu baskının en önemli unsuru Emre'nin bu maçta oynamayacak olması bunu elbette etkileyecektir, fakat ne denli etkileyecek işte o kısmı soru işaretleri ile dolu. Sarf ettiği olay sözler(açık açık fucking nigger(negro bile değil) demiştir inkar etse de ve benim için Fenerbahçe'deki kariyeri bitmiştir) ile bir kez daha gündemi değiştiren Emre'yi bu zamana kadar hep desteklememe rağmen sonunda Fenerbahçe'ye yarardan çok zarar verdiğine sonunda ben de ikna oldum. Trabzon maçında yaptığı top kayıpları da ayrıca bir soru işaretiydi, taktiksel anlamda da oynayacak olsa bile Emre ile başlanması taraftarı değildim zaten.
Biz futbol severler genel olarak teknik direktörlerin işlerine karışmayı severiz ve özellikle FM oyunu ile büyüyen bir nesil olarak zaman zaman hocalardan daha iyi bir teknik donanıma sahip oluruz ve takım hakkında ahkam kesmeyi ve kararları yargılamayı kendimize adet ediniriz. Bu nedenle ben de bu maç öncesinde naçizane kendi taktik dizilimimi ve neden bu oyuncuları seçtiğimi izah etmek isterim, ne de olsa FM dünyasında Fenerbahçe'de kazanılmamış kupa bırakmamış deneyimli bir hocayım. Bir kere Galatasaray'ı ortadan geçemezsiniz; en ileride Elmander, orta sahada Melo-Selçuk, geride Ulfalujsi-Semih; bu isimler bu yılın en iyi 11'i düzenlense muhtemelen formayı kapacak isimler ve Galatasaray'ın mevkileri en garanti isimleri olarak göze çarpıyor. İlk maçta denenen uzun top taktiği bir yere kadar işe yaradı çünkü Sow hava toplarından ziyade yerden birebir oyunlarda etkili olan forvet. Ortadan aşılamayacağına göre geriye bir tek kanatlar kalıyor ve herkesin konuştuğu, solda Caner mi Stoch mu oynamalı sorusuna gönlümden Stoch geçse de Caner diyorum çünkü Stoch benim için yabancı kontenjanına takılıyor. Bu derbide, ancak Galatasaray'ın en zayıf noktası olan sol kanadından yapılan akınlarla etkili olunabilir bana göre ve bu maçta benim sürpriz tercihim, Gökhan Gönül'ün önünde Dia ile başlayarak Hakan Balta-Riera kanadını tamamen etkisiz hale getirerek en kolay sonuca ulaşabilir Fenerbahçe. Sol bekte ligin en iyi hücumcusu Eboue'nin akınları bu sayede Caner ile daha kolay durdurulabilir ve topu mümkün olduğunca sağ kanattan oyuna sokma çabasına girecek Fenerbahçe, bir çok kez yaptığının aksine maç içinde bol bol Sow ile topu buluşturarak sonuca ulaşabilir. Gökhan Gönül'ün son maçlarda kıpırdanmaya başlaması ve Dia'nın, Stoch'un aksine daha çok kanat oyuncusu gibi oynayıp, kanat deliciliğinde başarılı olması ve Sow'u en iyi tanıyan isim olması bu tercihimi mantıklı kılan nedenler olarak göze çarpmakta.
Alex yine ne yapıp edip kendi etkinliğini bir şekilde yaratabilir, yine orta sahada zayıf karnımız olsa da mecburen forma Selçuk Şahin'in olmalıdır, her ne kadar bence Gökay daha iyi bir tercih olsa da Aykut Kocaman'ın bu seneki en büyük yanlışı olarak bu oyuncuyu bir türlü kazanma yoluna gitmemesi ve bu sebeple maç tecrübesinin olmaması ibreyi yine Selçuk'a çeviriyor. Diğer orta saha oyuncuları Topuz ve Cristian ise hiç olmadıkları kadar sert oynamaları ve mücadeleyi bir an olsun bırakmamaları halinde orta sahadaki ezici Galatasaray üstünlüğünü dengeleyecek isimler. Savunmada Yobo'nun yanına istemesem de Bekir'i tercih ederim, Serdar Kesimal'ın bu maçı kaldıramayacak kadar yumuşak bir oyuncu olması nedeniyle. Son olarak 11'i yapacak olursam; Volkan- Gökhan, Yobo, Bekir, Ziegler- M.Topuz, Cristian, Dia, Caner,- Alex, Sow bu maç için sahaya süreceğim isimlerdir.
Bahsettiğim 11 benim şahsi kanaatim ve muhtemelen Aykut Kocaman yine kendi bildiği klasik 11'ini ortaya koyacak, tek yapmamasını dilediğim daha önceki iki maç yaptığı gibi Alex'ten forvet yaratıp Sow'u kanat oynatma fikrine kapılmaması. Yazının ana düşüncesinde de dediğim gibi bu hafta ligin kader haftası ve hoca da bunun bilincinde ve bana göre defansif anlayışı bir kenara bırakıp sahaya kazanmak için çıkacaktır. Bir Fenerbahçeli olarak dileğim sene başından beri çok az izlediğimiz son Galatasaray maçının ilk 25 dakikasını tüm maça yaymış bir Fenerbahçe görmek ve deplasmanda GS karşısından zaferle dönmek, bir futbol sever olarak da dileğim hafta sonu oynanacak diğer Barcelona-Real Madrid ve Arsenal-Chelsea derbileri kalitesinde ve mücadelesinde bir maç izlemek gerçi son dilediğim imkansıza yakın bir şey o yüzden ben sadece Fenerbahçe'nin kazanmasını diliyorum.
18 Nis 2012
Oradaydım: Panathinakos-Olympiakos
Erasmus sebebiyle Atina'da bulunmamın futbol açısından en hayırlı sonucu, çok merak ettiğim Panathinaikos-Olympiakos maçını staddan canlı gözlerle izlemek olacaktı. Maçın oynanacağı tarihi maç günü hatırlasam da stada koşturup rahatça bilet bulabilmem Türkiye'deki duruma göre beni oldukça şaşırttı; fakat özellikle yaşanan ekonomik kriz ve Panathinaikos'un kötü durumu, derbi de olsa maça ilginin çok yüksek olmadığının göstergesiydi (stadın 66 bin kişilik olması ve taraftarların eski 16 bin kişilik stadlarını daha çok benimsemiş olmaları bir diğer etken).
Maça 2 saat kala gittiğim olimpiyat stadında karşılaştığım manzara korkunçtu. Daha maç başlamamasına ve maçta Olympiakos seyircisinin yer almayacak olmasına rağmen bir çok Panathinaikos taraftarı maç öncesinden polisle çatışmaya başlamıştı bile. Birazcık biber gazı yemiş ve atılan bir kaç meşaleden ufak farklarla kurtulmuş halde bulunduğum tribüne(aile tribünü olarak adlandırılan bölüme) girdim. Vardığım ilk düşünce; büyük stad her zaman daha iyi stad demek değildir; eski 16 bin kişilik, sahanın içindeymişçesine tribüne sahip olan Panathinaikos'un sahasında maça çıkmak tüm dünya üzerindeki takımlarda bir gerginlik yaratacak atmosferi içinde barındırsa da şimdiki 66 bin kişilik klasik sahadan uzak olimpiyat stadı rakip takım futbolcularda olimpiyat oyunları misali amatör ruhta bir seyirci karşısında oynama etkisi yaratıyor. Bu noktada değinmek istediğim, beni etkileyen asıl noktaya gelmek istiyorum; Panathinaikos'un dünyaca meşhur taraftar grubu 'Gate 13'. Karşı kale arkasının alt tribününde müthiş bir atmosfer oluşturan, yaptıkları tribün şovları ve tezahüratları ile Panathinaikos'un bu maçta en büyük kozu kesinlikle Gate 13 idi ve onlar maç boyunca bu görevlerini eksiksiz yerine getirdiler, biraz sonra değineceğim olay da dahil olmak üzere.
İki takım da sahaya çıkıp mücadele başladığında dünya derbisi izlemenin verdiği heyecanla unuttuğum bir gerçeği hatırlamış oldum; sıkıcı ve gerçekten kalitesiz Yunan ligi futbolu. Maç, nerdeyse tamamen orta sahada karşılıklı top kayıpları ile oynandı ve atak bile sayılmayacak fakat bu maç için en heyecan verici pozisyon sonucu Olympiakos golü buldu ve maç bu şekilde 1-0 bitti. O sırada maçtan çok Gate 13'ün şovlarını veya meydana gelen olayları izlemek gerçekten daha heyecan vericiydi. Ekonomik krizden sonra kadrosunu iyice daraltan ve sıradan takım haline bürünen Panathinaikos karşısında bariz kalite üstünlüğü bulunan Olympiakos o gün sahaya aradaki 4 puanı korumak için çıktı fakat maç sonunda daha fazlasını, şampiyonluğu alarak staddan ayrıldı. Maç için bizleri ilgilendiren bir diğer önemli nokta da sahada tanıdık bir simanın olmasıydı; devre arasında Galatasaray'dan Olympiakos'a kiralanan Kazım Kazım maça ilk 11'de çıktı ve oyundan çıktığı 60'lı dakikalara kadar kendisinden görmeye alıştığımız klasik, kafası(sarı saçlı) futbolda olmayan, dağınık bir görüntü çizdi.
Sahada oynanan futbol ancak bunları yazabilecek kadardı, fakat maçın daha sonra gündemden düşmemesinin, haberlere konu olmasının nedeni devre arasında ve maçın 80. dakikasında çıkan olaylar ve sonucunda maçın tatil olmasıydı. Stada girerken çıkan olaylarda yaşadığım, Olympiakos seyircisi yokken neden bu kadar çok olay çıkıyor sorusunun yanıtını da bu olaylar sırasında görmüş oldum. Aslında dünya genelinde yaşanan olaylara bakan insanlar, olayın 1 puan önde olmasına rağmen art arda alınan PAOK VE AEK yenilgileri ile zirvenin 4 puan gerisine düşmenin verdiği kızgınlık olarak görüyorlar. Bu yaklaşım futbol mantığı ile bakılırsa muhtemel bir yaklaşım fakat stadyumda ve o insanların arasında olan birisi olarak bu olayların futbol ile hiçbir alakası olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer bahsi geçen olaylar Panathinaikos'un aldığı kötü futbola bağlı olsaydı, çıkan olaylardan ya da verilen tepkilerden bir nebze de olsa Panathinaikoslu futbolcular da etkilenirdi fakat taraftar tüm maç boyunca sevgi gösterisinden başka bir tepki göstermedi oyunculara, şayet böyle olsa durum 0-0 iken ve devre arasında oyuncular soyunma odasındayken olaylar neden başladı ki?
Buraya geldim geleli ilk kez şahit olduğum bir nedendi olay; polise karşı olan nefret! 2008 yılında polis tarafından öldürülen 15 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos'tan sonra başlayan halk-polis nefreti özellikle ekonomik kriz döneminde yaşanan ayaklanmalar ve gösterilerle etkisini giderek arttırıyor ve nerdeyse tüm halk polislerden nefret ediyor. Tüm halk kısmını rahatlıkla söylüyorum çünkü bu olayları izleyen veya yazıyı okuyan futbol severler olayları başlatanların holigan Gate 13 taraftar grubu olduğunu düşünebilir fakat olayları başlatan ve polisle çatışan insanlar bizdeki kapalı tribün bölgesinde oturan ve verdikleri bilete 40 Euro(en pahalı) ödeyen insanlardı. Sorunun nedeni polislerdi diyorum; çünkü ilk yarı boyunca saha kenarında özel güvenlik güçleri bulunmaktaydı ve devre arasında durumu kontrol etmek isteyen polisler saha kenarında göründükleri anda tüm stadyum maç boyunca yapmadığı atmosferde baskı ve küfüre başladılar ve sonunda kapalı tribünden bir grup polislerin bulunduğu bölgeye molotof kokteyli attı. Ve işte kıyametin ilk perdesi de bu zaman açıldı, bütün polisler bir anda o tribüne doğru yönelmeye ve insanları tartaklamaya başladılar; o sırada bulunduğum tribünden bir adam vücut dili ve yaptıkları hareketlerle onları bırakın buraya gelin gibisinden şeyler diyor ve bolca da küfür ediyordu, tüm tribünlerin özeti buydu aslında. Yaşanan bu büyük olaylar sırasında sadece sözlü protestoda bulunan ve maçın iptal edilmesi ya da hükmen mağlup olunmaması için büyük çaba gösteren Gate 13 taraftar grubunun takıma olan sadakatleri en çok yaşanan bu olaylarda ortaya çıkmıştı.
Yaklaşık 50 dakika gecikmeden sonra başlayan ikinci yarı ile itibaren polis tüm taraftarlarla sahanın arasında iki katlı duvar örerek adeta gözdağı vermek istedi fakat beslenen nefret o kadar büyüktü ki karşılaşmanın 81. dakikasında sahaya tekrar ses bombaları ve molotof kokteylleri atılmaya başladı. Zaten oynanan sıkıcı futbol ile bunalmış olan ben ve arkadaşlarım yaşanan olayların bizim tribüne de sıçrayabileceğini ve maçın bittiğinin belli olduğunu anladıktan sonra stadyumdan hızlı adımlarla ayrıldık. Benim için izlemiş olduğum ilk dünya derbisi futboldan çok olaylarla anılan bir deneyim oldu ve halkın polise, sisteme karşı olan tepkisini ilk kez bu kadar açık bir şekilde anlamama yardım etti. Bir futbolsever olarak tekrar futbol konuşmak gerekirse; maç sonu acil toplanan federasyonun kararıyla 3-0 hükmen mağlup ve 2 puanı silinme cezası alan Panathinaikos, şampiyonluğu matematiksel olarak aynı şehrin (Olympiacoslular kendilerini atinalı değil Pire'li olarak belirtirler ve aksi durumdan büyük bir kızgınlık duyarlar) diğer büyük takımı Olympiacos'a kaptırdı ve bu sonuçla Pire temsilcisi son 16 yılda 14. şampiyonluklarını ilan etmiş oldu. Son yıllarda farkın bu kadar açılmış olmasının bir getirisi olarak gün geçtikçe taraftar ve genç nüfusun ilgisini kaybeden Panathinaikoslu taraftarların genel tepkisi ise bizim ülkemizi aratmayacak cinsten : 'Bizim de başkanımız mafya olsa o kadar şampiyonluğu biz de elde ederdik.'
Not: Videoda iki takımın sahaya çıktığı andaki görüntülerini, her maç çalan eğlenceli Panathinaikos müziğini, meşale şovu yapan Gate 13 tribünlerini izleyebilirsiniz. İzlenen videodan sonraki görüntüleri takip ederseniz de 81. dakikada başlayan olaylarıda görebilirsiniz, futbol ne olursa olsun güzel bir oyun olduğu için bu maçın en güzel anlarını koymayı seçtim ben sadece.
12 Mar 2012
Siyasetin Futbola İlk Müdahalesi: Kara Çoraplar(Black Stockings)
Bugün, halen futbol gündeminin maalesef ki ilk sırasında yer alan şike davası tartışmalarına zaman zaman milletvekilleri ya da siyasetin önde gelen isimleri, verdikleri demeçler ile dolaylı; ya da çıkardıkları yasalarla doğrudan dahil olarak, taraf olmadıkları kulüp ve taraftarları tarafından büyük tepkiler çekmektedir. Futbolun Türk insanları üzerindeki etkisi nedeniyle bu durum siyasette de tercih değişikliklerine neden olabilmektedir. Futbolun bu gücünü bilen siyasi erklerin bunu kullanışı ilk değildir, süreç boyunca birçok kez birçok ülkede buna şahit olmuşuzdur ve bugün özellikle FIFA bunun önüne geçmek için büyük yaptırımlar ve cezalarla ülkelerin futbol federasyonlarını politikanın müdahalesinden uzak tutmak istemektedir.
Konuyu geçmişe doğru incelediğimiz zaman Türk futbolu için bunun ilk örneğini Black Stockings yani bizim daha çok bildiğimiz adıyla 'Kara Çoraplar'ın başına gelen örnek ile görebiliriz. Abdülhamit devrinin 'istibdat' politikası nedeniyle halkı isyana sevk edebilecek birçok şey yasaklanmış ve spor da bu yasaklardan nasibini almıştır. Ve 19. yüzyılın son çeyreğinde keşfedilmesiyle birlikte popülaritesi iyice artan futbolun etkisi Osmanlı topraklarına ulaşmış ve 1875 yılında kurulan FC Smyrana kulubü, bugünün Türkiye sınırları üzerinde kurulan ilk kulüp olma özelliğini göstermiştir. Dönemin İstanbul ve İzmir kulüpleri zaman zaman maç yapmak için bir araya gelmektedirler. Fakat getirilen yasaklardan dolayı futbol oynayan isimler yalnızca İngiliz, Yunan, Ermeni veya Yahudi azınlıklardı.
Başlığa adını veren ve yazının öznesi olan Black Stockings kulübü, 1899 yılında Kadıköy'de, ilk Türk futbolcusu olarak bilinen Fuad Hüsnü Bey(resimdeki şahsiyet) ve arkadaşı Reşat Danyal Bey tarafından kurulmuştur. Kulübün adının İngiliz ismi taşıması da tahmin edileceği üzere devrin yasaklarından kaçmak içindir. Tamamı Türklerden oluşan bu ilk takımın futbol macerası çok fazla uzun sürmeyecektir; zira zar zor toplanabildikleri birkaç antrenmanın sonrasında 1901 Ekimi'nde Papazın Çayırı'nda ilk maçlarına, Rum takımı karşısında çıkmışlardır. Takım maçı 4-1 kaybetmiştir ama asıl önemli olan maçın bitimiyle sahayı basan hafiyelerin, kuruculardan Reşat Danyal Bey'i ve o sırada kaçmayı başarsa da daha sonra ele geçirilecek olan Fuad Hüsnü Kayacan'ı yakalamalarıdır. Daha sonra bu isimler “karşılıklı kaleler kurup, Rumlarla aynı elbiseleri labis oldukları halde, top endahtı ile talim icra etmek” suçundan dolayı yargılanmış ve cezalandırılmışlardır.
Bu konu içinde kurulmuş olan bu takımın, 3 büyüklerin hangisinin atası olduğunun tartışması içine girmeyeceğim; söylemek istediğim siyasetin spora müdahalesinin zaman ve yer fark etmeksizin sorunlara yol açtığıdır; bugün o kulüp kapatılmasa Türk futbolunda belki çok şey değişik olacak, bu ileri görüşlü insanların yolunu açtığı Türk futbolu bugün çok daha büyük yerlere gelecek ve hepimiz bugün sevdiğimiz kulüpleri değişik isimlerle de olsa gerçekten büyük başarılar elde etmiş şekilde desteklemiş bulunacaktık. Fakat yapılan müdahale sonucu bunların hepsine 'belki' diyoruz; dileğim bundan sonra yaşanacak olayların futbolun kendi içinde, bağımsız şekilde çözülmesi ve bundan yıllar sonra tekrar bunu düşündüğümüzde 'belki' dememek.
30 Oca 2012
İlkler Unutulmaz
Dünya futbolunda son zamanlarda yaşanmış önemli iki hadise olan El Clasico ve Henry'nin Arsenal'e dönüşüne kıyısından köşesinden değinen bu yazıyı hep yazmak istemiştir fakat kısmet bugüneymiş. Barcelona'nın belki de şu anda dünyada kendisine en yakın rakibi olan Real Madrid'i bir kez daha elemesi 'Barcelona gelmiş geçmiş en iyi futbol takımı mı?' sorusunu bir kez daha insanların zihnine oturttu. Gerçekten de özellikle bizim yaşımızdaki jenerasyon böylesi bir takım görmemiştir belki de. Evet, o yüzden bazılarının dediği gibi Pele'li Santos veya Puskas'lı Di Stefano'lu Real Madrid daha iyi bir takım mıydı sorularının yanıtını doğal olarak cevaplayamayız.
Bazı şeyler çocukluğumuzun, geçmişimizin buğulu dünyasından dolayı net olarak tamamen bilinmese de daha akılda kalıcı izler bırakabilir insanda, öylesi anılar, bilgiler en saf haliyle ömür boyu yanımızda durur hep ve bilinçaltı dediğimiz parçamızı meydana getirir, ne olursa olsun belli başlı dogmalarımız olur o zamanlardan kalma.Bu gibi durumlar, özellikle aşklar için söylediğimiz bir kalıp vardır: 'ilkler unutulmaz' diye. İşte benim için de dünyanın gelmiş geçmiş en iyi takımı sorusunun yanıtı dogmadır, unutulmaz ilkim bellidir; Ntv'de Murat Kosova'nın 'İşte Premier Lig bu!' sloganıyla ve büyük bir zevkle anlattığı Premier Lig maçlarının arasında, özellikle 2003-04 sezonundaki Arsenal. Belki ilk defa bir ligi, bir takımı bu kadar çok takip ettiğim için bilinçaltıma işledi bu konu ancak bazı nesnel veriler de kendimi haklı çıkarmamda yardımcı oluyor bana. Büyük bir ihtimalle uzunca bir süre daha egale edilemeyecek bir başarıyla şampiyon oldu o yıl; 38 maç boyunca hiç bir yenilgi almadılar(1889 Preston North End'den sonra bunu yapan ikinci takım).
Kimler yoktu ki o takımda; stoperde o zamanlar dünyanın en iyi savunmacıları arasında olan Sol Campbell ve Kolo Toure, solda şimdiki nefretin aksine o zamanlar efsane olan Ashley Cole, orta sahanın ortasında o zamanların güçlü ve daha iyi savunma yapan Xavi'si diyebileceğimiz Vieira, sağda renkli saçlı Ljungberg solda Pires ve takıma devre arasında dahil olup yeteneği Henry ile karşılaştırılabilecek kadar iyi olan Reyes (hatta Aragones’in o dönem Reyes’e “Sen o maymundan daha iyisin” dediği rivayet edilmektedir), önlerinde yaşlılığına rağmen Arsenal’e gelmiş en iyi oyunculardan biri olarak atfedilen 10 numara Bergkamp ve en uçta 33 yaşında 2 aylığına dönmesi bile efsane yaratacak kadar efsane olan Thierry Henry... Lehmann, Wiltord, Parlour, Gilberto Silva ve hatta o yıl 3 maç görev alsa da Fabregas da o efsanevi takımın birer parçalarıydılar.
Zamane Barcelona'sına ve bir çok takıma öncülük eden 4-2-3-1 taktiksel dizilişiyle oynamaları, kazandıkları yenilgisiz şampiyonluk ve de İtalya'da Inter'e bile 5 gol atacak kadar iyi bir takım olmalarını; çocukluğun hatırlattığı heyecan ve Murat Kosova'nın coşkusuyla birleştirdiğimiz zaman benim için dünyada bu zamana kadar gelmiş geçmiş en iyi takım kimdir sorusunun yanıtını tektir ve o da o 2003-04 arsenal takımıdır.işte bu yüzden başlığa da adını veren 'ilkler unutulmaz' ilkesinden yola çıkarak bugünün barcelonası ve bundan sonra gelebilecek herhangi bir takımın arsenal'le kıyaslanmasında galip benim için her zaman bellidir.
Efsane sezonun 12 bölümlük belgeselinin ilk bölümü: (Kalan kısmına Youtube'dan devam edebilirsiniz.)
Etiketler:
Alpay Alpaydın,
Arsenal,
Barcelona,
Murat Kosova,
NTV,
Real Madrid,
Thierry Henry
29 Ara 2011
Milattan Sonra
(Bu yazı Türk Futbolu için bir milat niteliğinde olan 3 Temmuz ve sonrasındaki süreçte bir Fenerbahçelinin halet-i ruhiyesini anlatmaktadır.)

Haksızlıktı bu yapılan, daha 1,5 ay evvelinde herkes görmüştü şampiyonluğu ne kadar hak ederek, son yılların en iyi futbolunu oynayarak ve bazen de şansı yanımıza alarak kazandığımızı. 'Şans' kelimesinde takılıp kalıyorum; acaba şans değil miydi olanlar, top sevmemiş miydi bizi gidip gelen maçlarda, yani saha dışında mı yaratmıştık biz kendi şansımızı en başında? Niye diye düşündüm; niyeydi o zaman o kadar heyecan, kim göze alabilirdi ki sayısı milyonları bulan insanları kandırabilme cüretini? Hem Aziz Yıldırım değil miydi Sivas maçı 4-3 olduktan sonra heyecandan maçın kalanını izleyemeyen ve maç sonu herkes stadı terk ettiğinde tek başına zafer purosunu yakan? Yoksa o puro da mı saha dışındaki başarılardan dolayı yakılıyordu ?
Sanırım yalnızca ben değildim bu şüpheleri taşıyan. 3 Temmuz günü başlayan süreçten sonra birçoğumuz dile getiremedi bu şüpheleri, cesaret edemedi söylemeye; çünkü bir ilahtır Aziz Yıldırım birçok Fenerbahçelinin gözünde. Birçok futbol kulübünün aksine bir kulüpten bahsedildiğinde akla gelen ilk ismin kulübün başkanı olması çok da sık rastlanır bir durum değildir ve herkesin tartıştığı bir isim olması dolayısıyla Fenerbahçe için bir 'ilah' kadar bir 'inat'tır Aziz Yıldırım. Sürecin sonunda desteğin hala bu boyutlarda olmasının en büyük nedeni de belki de bu inat duygusudur. Burada anlatmak istediğim yaşıyor olduğum duyguları dile getirmek olduğu için Aziz Yıldırım’ın gerçekten suçlu olup olmadığı ya da olayın başka mercilere dayanıp dayanmadığı konusunda bir avukat misali çözümleme yapmayacağım.
Bu gelişmelerin başlamasıyla söndü aslında içimdeki futbol ateşi, merak etmiyordum başlayacak olan ligi, oynayacağımız maçları, sonuçları. Sürecin yanında gelişen belirsizlik duygusuyla birlikte üzgünlük ve kızgınlık hissediyordum olanlara. Üzgündüm; çünkü gerçekten rayına oturduğuna inandığım takımım çok değil 3-4 tane yerinde transfer yaparak Avrupa’da da mutluluk verecek bir futbol oynamaya hazırken, gördüğüm şey transfer döneminde elden çıkan futbolcular ve raydan çıkan bir takımdı. Özellikle yaz aylarında bir antrenman sırasında bir oyuncuya (yanılmıyorsam Andre Santos'a) gelen transfer teklifiyle hemen teklifi dinlemeye koşan Aykut Kocaman’ın eminim o sırada hissettiği duygu çaresizlikti ve bunu düşünmek takımını gerçekten seven birisinin başına gelebilecek en üzücü şeylerden birisiydi benim için. Kızgındım; çünkü yıllardır tezahürat haline gelen 'şikeci Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe' söylemlerinin haklı çıkıyor ya da çıkabilme ihtimalinin doğuyor olmasından, savunduğumuz tüm değerlerin haksız çıkıyor olmasından dolayı.
İşte bu hislerle başladı benim için lig; ama zaman geçtikçe gelişen olaylar korumaya çalıştığım 'tarafsızlık' duygusunun önüne geçti. Ligdeki en ilgisiz maçlarda bile maç heyecanı ortadan kalktıktan sonra tüm stadın Fenerbahçe ve şike ile ilgili yaptığı tezahürat ve bir nevi aşağılanma; bende ve birçok Fenerbahçeli'de yazının başında belirttiğim Aziz Yıldırım efsanesini ortaya çıkaran hislerden birisi olan 'inat' duygusunu yeniden gün ışığına çıkardı ve süreç her seferinde aleyhimize gelişse de taraftarın Aziz Yıldırım’a olan desteği sırf bu duygudan ötürü değişmedi hatta belki de daha çok arttı.
Şimdi iddianame belli oldu ve daha somut şeyler konuşulmaya başlandı; herkes artık bir karar bekliyor. Benimle beraber birçok Fenerbahçeli kötü de olsa bir karar bekliyor artık; daha fazla kararsızlık yaşamama adına, yaşananlara 'inat' suçsuz çıkmak umuduyla. Benim düşüncem bu olaydan dolayı birileri suçlu bulunacaksa bunlar kişiler olacaktır; yani iyisiyle kötüsüyle karar sonrası Fenerbahçe benim için yine 'eski Fenerbahçe' olacaktır, ligi ve kategorisi ne olursa olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)