İspanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İspanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haz 2014

Amerika'nın Yükselişi Avrupa'nın Düşüşü

Her futbolseverin büyük heyecanla beklediği, kupaların kupası Dünya Kupası’nda grup maçları tamamlandı. Bol gollü ve güzel maçlar izlediğimiz turnuva, 2010 Güney Afrika’dan çok daha kaliteli bir futbolla ve sürprizle geçiyor. Bizi futbola doyuran turnuvada sadece grup maçlarında 2010’un toplam gol sayısına yaklaşılmış oldu. 48 maçta tam 136 golle maç başına 2,8 gol atıldı. 2010 Dünya Kupası’nda ise toplam 145 gol atılmıştı. Belki de böyle güzel geçmesi futbol denince akla gelen ülke de oynanmasındandır.

Turnuvaya başlarken herkes ev sahibi olmasının avantajı ve yepyeni jenerasyonuyla Brezilya’yı en büyük favorilerden biri gösteriyordu.  Bu favorinin karşısına hemen ister Dünya Kupası olsun ister Avrupa Şampiyonası olsun her zaman kupanın favorisi olan Almanya yazılıyordu. Almanya’da kendini büyük oranda yenilemesine rağmen yine o disiplinli Alman futbolu ekolünden taviz vermemiş ve bu yeni jenerasyona da aşılamıştı. Dünya Kupası’nın her zaman gizli finalistlerinden olan Arjantin ve Hollanda da gruplardan rahat çıkarak sürpriz yapmadılar. Arjantin her ne kadar kaliteli kadrosuna rağmen takım oyunun uzak bir görüntü çizerek alarm verse de süper yıldızı Messi Arjantin’i sırtlamayı başardı. Hollanda ise yine kaliteli oyuncuları ve derli toplu oyunuyla çok rahat bir grup aşaması sürdürdü.Samir Nasri ve Franck Ribery’den yoksun başarı beklenmeyen Fransa ise Didier Deschamps’ın çabasıyla güzel bir futbolla Kupa’ya aday olarak ‘bende varım’ dedi. Belçika ise ne kadar iyi bir kadrosu olsa da ciddi bir başarı için ilerleyeceği yolun olduğunu göstermesine rağmen rahatca gruptan çıktı.


Bu turnuva bize çok büyük bir sürprizler yaşattı hemen daha grup maçlarında. Avrupa’nın önde gelen ülkeleri birer birer elendi. Önce son şampiyon İspanya 2010’da yenip kupayı aldığı Hollanda’dan ağır bir hezimet yaşadı. Kupa’nın 2.gününde Van Persie’nin  hattrick yaptığı maçta 5-1 yenildiler ardından ikinci maçta ise 2010 Dünya Kupası’nın o kısır maçlarında pozitif ve zevkli futbol oynayan birkaç takımından olan Şili’ye yenilip gruptan çıkamadı. Asıl sürpriz ise kesinlikle D grubunda yaşandı. Turnuva’nın ölüm grubu olan D grubunda İtalya, İngiltere, Uruguay ve Kosta Rika vardı. Kime sorsanız herkes önce bu gruptan İtalya, İngiltere çıkar der sonra Uruguay’da son yarı finalistlerden olduğu için muhtemelen İngilizlerinde son yıllarda kupalarda hiçbir başarıları olmadığını düşünürsek İngiltere yerine Uruguay çıkabilir derdi ama kimse Kosta Rika lider çıkar demezdi. Kupa’nın en çok konuşulan konularından biriyse bu grupta yaşanan  Kosta Rika’nın sürpriz namağlup liderliğiyle İngiltere ve İtalya'nın beraber elenmesi oldu. Diğer taraftan Almanya’nın grubunda Portekiz de gruptan çıkamazken 2018 Dünya Kupası’nın ev sahibi ve Kupa’nın en pahalı teknik direktörü Fabio Capello’ya sahip Rusya’da gruptan çıkamadı. Tartışmasız Dünya’nın en iyi forvetlerinden olan Didier Drogba ve arkadaşlarının Fildişi Sahili ise 2006 ve 2010’da hep ölüm gruplarına düşüp çıkamazken bu sefer nispeten rahat bir grupta olmasına rağmen yine turnuvaya devam edemediler. Yine bir başka sürpriz ise bu grupta savunma yaparak 2004’te Avrupa Şampiyonu olan Yunanistan’ın 2 golle gruptan çıkması oldu.


2014 Dünya Kupası’na şöyle bir bakarsak Avrupa futbolunun ağır bir kayıp yaşadığını görüyoruz. Bu kupa Avrupa'nın düşüşü Amerika'nın yükselişi oldu. Avrupa'nın devleri birer birer elenirken kalan 16 takım içinde sadece 6 Avrupa ülkesi kaldı. Öte yandan Dünya Kupalarına her zaman renk atan Afrika futbolu ise son 16’da 2 ülkeyle devam ediyor. Bu küçük bir başarı gibi görünse de Dünya Kupası tarihinde ilk kez iki Afrika ülkesi birden 2. Tura yükselmiş oldu. Asya ülkelerinden hiç biri ise 2.tura kalamayarak çok başarısız bu turnuva yaşadılar.Bu kupanın parlayanları ise kuşkusuz ev sahibi kıta olan Amerika ülkeleri. 16 takımın yarısını Amerika ülkeleri oluşturuyor. Ayrıca şu anda bütün Amerika ülkeleri ise gerçekten zevk veren kaliteli oyunlarıyla buraya geldiler. Karşılaştıkları takımların karşısında favori ve çekinilen takım konumundalar. Son 16 karşılaşmaları ise; Brezilya – Şili, Hollanda-Meksika, Fransa – Nijerya, Arjantin – İsviçre, Kolombiya – Uruguay, Kosta Rika – Yunanistan, Almanya – Cezayir, Belçika – ABD.


Şu anda Kupa’nın en parlayan yıldızı olmayı Neymar başardı. Kupa başlarken Brezilya’ya Neymar ve arkadaşları denilebilir mi diye tartışılırken Neymar bu sorunun cevabını daha ilk maçtan  vererek ve turnuvanın gol krallığını Messi’yle paylaşarak şu anda  Brezilya’nın ve kupanın yıldızı oldu. Diğer bir parlayanı ise Liverpool’da muhteşem bir sezon yaşayan Luis Suarez oldu. Suarez o muhteşem futbolunu sürdürerek Uruguay'ı sırtlamasıyla değil Chiellini'yi ısırmasıyla gündeme oturdu. FIFA’nın Suarez’e verdiği 9 milli maç ve 4 ay futboldan men cezasıyla Suarez’in Dünya kupası macerası sona erdi. Bir taraftan Ronaldo’lu Portekiz evinin yolunu tutarken bir taraftan Messi ise Arjantin’i sırtlayacak gibi görünüyor.




Kupa’da son 16 maçları başlarken her şeyin olabileceği telafisi olmayan döneme girildi. Artık her maçta her şey olabilir. 8 takımla Kupa’ya şimdilik en çok sarılan Amerika iken belki kupa 2006 ve 2010’da gittiği Avrupa’da kalabilir. Belki güzel bir sürprizle hiç gitmediği kıta Cezayir ya da Nijerya’nın elinde Afrika’ya gidebilir. 2018’e kadar süremeyeceğimiz bu keyif için Kupaların Kupasını izlemeye devam edip Brezilya’da Altın Kupanın kimin elinde yükseleceğini görelim. 

30 Nis 2014

Atletico Madrid'in Rüya Sezonu

       Arda Turan, Diego Costa, David Villa, Gabi, Godin, Felipe Luiz ... ve belki de en önemlisi Diego Simeone ile birlikte Avrupa artık yeni bir büyük kulübe sahip; Atletico Madrid.

      Avrupa Kupalarında ve İspanya'da güçlü ama istikrarsız takımlar kim diye baksak bunların en başına şüphesiz ki Atletico Madrid'i yazarız.  2010 ve 2012 yılında Avrupa Ligi’ni ve UEFA Süper Kupası'nı kazanan ama bir türlü Şampiyonlar Ligi'nde başarı elde edemeyen, 2010 yılında süper güç Barcelona'yı yenen tek takım olmasına rağmen Valencia, Malaga gibi ekiplerin arkasında kalan büyük maç oynamasını bilen ama gerek maç kazanma gerekse kadro oluşturma konusunda istikrardan uzak bir Madrid ekibi vardı.

     2012 yılından beri tüm bunları bir kenara bırakmış, gerek büyük maçları gerek küçük maçları karakterli bir şekilde oynayan, çok koşan, çok mücadele eden gerek ilk 11 oyuncuları  gerek yedek oyuncularıyla birlikte her anlamda tam bir takım olduğunu belli eden taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan bir Atletico Madrid izliyoruz. Bu değişimin hikâyesi ise 1994 yılına dayanıyor desek herhâlde yanlış olmaz. Bu isim 94 yılında Madrid ekibine katılan o zamanlar oynadığı futbolla şimdi ise oynattığı futbolla Atletico Madrid tarihine ismini altın harflerle yazdırmış durumda; Diego Simeone. 2012 yılında istikrarsız ve kötü futbol oynatan Gregorio Manzano'nun yönetiminde ki ekip Barcelona ve Real Madrid'e 5-0 ve 4-1 gibi ağır skorlarla yenilmiş ve en son Kral Kupasında Albacete'ye iki maçta da yenilip elendikten sonra kulüp yönetimi Manzano’yu göndermeye karar vermişti. Onun yerine düşünülen isimler ise uzun yıllar Liverpool'u çalıştıran Rafael Benitez, kulübün efsanesi ve İspanya ile Avrupa şampiyonluğu yaşamış Dede lakaplı Luis Aragones vardı. Bir diğer aday ise beki de en az şans tanınan isim; henüz elle tutulur başarısı olmayan Diego Simeone idi. Madrid yönetimi beklenmedik bir şekilde Simeone'yi takımın başına getirdi ve belki de farkında olmadan bir devin tekrar doğuşununda  başlangıcını yapmış oldu.

Fernando Torres Diego Simeone'nin kaptanlığını yaptı.

     Futbolculuk döneminde o zamanın liberolarından farklı olarak oyunu iki yöne de çok iyi oynayan, hırslı, mücadeleci, asla pes etmeyen, tekmeye çekinmeden kafa uzatan Simeone, bu karakterinin aynısını adeta elinde bir doğaüstü güç varmışçasına takımına aşıladı. İlk senesinde takımı kaldığı yerden çok güzel devam ettirip Avrupa Ligi’ni ve UEFA Süper Kupası'nı kazandıran teknik adam ikinci sezonunda yavaş yavaş kendi karakterini yansıtarak Kral Kupası Finalinde ezeli rakiplerini deplasmanda adeta sahadan silerek  yıllar sonra Bernabeu'da hem galip gelen hem de Kral Kupa’sına uzanan taraf oldular. Bu yıllardır galip gelemeyerek üzdükleri ve fakat taraftarlarına verilebilecek en güzel hediyelerden biriydi şüphesiz ki. Hatta Simeone bu anı hayatımda yaşadığım en güzel andı diyerek tarif etmesi, başarının Madrid'in kırmızı-mavi yakası için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya yetiyor sanırım. Geçtiğimiz sezonun sonlarında gördüğümüz mücadeleci futbolun üstüne bu sene biraz daha koyan deplasmanlarda kazanmasını öğrenen iç sahada taraftarının mükemmel desteğiyle rakiplerini 90 dakika baskı ile adeta boğan, tam anlamıyla takım oyunu nasıl olur bize gösteren bir Madrid izliyoruz.
Atletico Madrid  İspanya Kral Kupası'yla


     Peki Simeone nasıl yaptı bunu?

     Takıma ilk geldiğinde Atletico'nun ne düzgün bir 11'i ne de mücadele edecek güçte topçular vardı. İlk ve en önemli işlerinden birisi sağ bek sıkıntısı çeken takıma aslen sağ açık olan Juan Fran'ı adapte etmek oldu. Sol beki ise Felipe Luis'e teslim ederken önüne Arda'yı koyarak çok iyi uyumlu bir ikili elde eden başarılı teknik adam bununla yetinmeyip koşmayan defansa gelmediği için sık sık eleştirilen Arda'ya komple bir açık oyuncusu nasıl olduğunu da öğretti. Şimdi ise Arda'yı hem gol atıp asist yaparken hem de defansına yardım ederken görebiliyoruz. Orta sahanın ortasında sıkıntı yaşayan takımda Tiago'nun yanına daha önce ki oyuncularından Gabi'yi alan ekibin kalesini Chelsea'den 3. sezondur kiralık olarak takımda yer alan Curtois korurken, sağ kanat ise Simeone'nin Milan’ın ısrarla istemesine rağmen satılmamasını istediği Raul Garcia ve İspanyan'nın yeni yıldızlarından Koke'ye verdi. Madrid ekibi  forvet seçiminde ise tam anlamıyla dünyaya ders veren bir tutum gösteriyor. 2006'dan beri sırasıyla Fernando Torres, Agüero, Falcao, Diego Costa gibi hem genç hem de üst düzey yetenekli forvetleri kadrosuna katmasını bilen ekip, sahip olduğu gözlemci ekibi sayesinde bulup yetiştirdiği futbolcularla Avrupa'nın forvet fabrikası konumuna geldi.

Fernando Torres ve Sergio Agüero


     Bu sezon kimsenin beklemediği, her an yarıştan kopacak diye düşünülen Atletico Madrid, puan tablosunda geri düştüğü zaman bile bir an olsun yarışta geriye düşmeyip kendi maçlarına odaklanıp 1.sıraya oturmasını bildi ve oradan da kalkmaya da niyeti yok gibi. Ligde son 3 maça girerken en yakın takipçisi Real Madrid'in 3, Barcelona'nın 5 puan önünde olan ekip son maçını da Barcelona yapacak. O maça kadar puan kaybetmeyeceklerini düşündüğüm Atletico Madrid'in bu sezon aralarında 6 maç oynadıkları ve Barcelona'ya daha hiç yenilmediklerini de düşünerek son maçta en kötü berabere kalıp Katalunya'da kupaya uzanarak geçen sezon Bernabeu'da yaptıklarını bu sene de Nou Camp'da yaparak taraftarına tadılması güç bir mutluluk ve İspanya Ligi şampiyonluğunu vereceklerini düşünüyorum. Bugün oynanacak Şampiyonlar Ligi Yarı Finali’nde ise Chelsea’nin karşısında  turu geçmesini istediğim taraf Madrid ekibi. Atletico Madrid, finale çıkması durumunda Lizbon’da finalde dün 4-0 gibi net bir skorlar Almanya’da Bayern Münih’i eleyen Real Madrid’in rakibi olacak ve bir Madrid derbisi yaşanacak. Bu sezona bakarsak  şanslar eşit olacaktır ama bütün gönüllerin bu performanslarıya kırmızı-mavi-beyaz tarafta olacağı kesin gibi. Sonuç ne olursa olsun ister La Liga şampiyonluklarını kaybetsin ister bu gece Şampiyonlar Ligi’nden elensinler  şimdiden büyük takımların kıskandığı ,küçük takımların başarılarına imrendiği bir takım oldu. Simeone'nin ekibi başarılarının devamını getirmesi, futbolun sadece para, süper yetenekler, dev stadyumlar değil takım oyunu  ve futbol ruhu olduğunu göstermeye devam etmesi herkesin temennisi olacak.



7 Eki 2013

Kara Elmaslar (Diamantes Negros)


İspanyol yönetmen Miguel Alcantud'un üçüncü uzun metraj filmi olan 'Diamantes Negros' Avrupa liglerinde top koşturan Afrikalı futbolcuların nasıl birer modern-zaman kölesi haline dönüştüğünü eleştirel bir bakış açısıyla ortaya koyuyor. Film, ilk kez gösterime girdiği Malaga Film Festivali'nden bir adet ödül almayı da başardı. İspanya ve Portekiz ortak yapımı olan filmin İspanya için gösterim tarihi 27 Kasım 2013 olarak belirlenmiş. Ancak filmi Türkiye'de ne zaman izleme şansı bulabiliriz bilinmemekte.
Hikaye Malili iki futbolcunun (Setigui Diallo ve Hamidou Samaké) Avrupa'ya getirilmesi etrafında dönüyor. Afrika'dan Avrupa'ya getirilen futbolcular Atlantikötesi köle ticareti ile kıyaslanıyor. İki genç adam menajerler ve gözlemciler vasıtasıyla Avrupa'da kendilerini büyük bir zenginliğin beklediği yalanıyla kandırılıyorlar. Hayallerin kabusa dönüşmesi ise çok fazla zaman almıyor. Ailelerinden ve arkadaşlarından koparılan bu iki genç adam o ana karşılaşmadıkları ağır bir yükün altında buluyorlar kendilerini: Rekabet! Filmde, FIFA tarafından yasaklanan bir uygulamadan da bahsediliyor. 18 yaşını doldurmamış ve AB pasaportuna sahip olmayan hiçbir futbolcu Avrupa kulüplerinin altyapı kadrolarında yer alamıyor. Bu yasağı delmek için Avrupa'nın kalburüstü kulüplerinin başvurduğu bazı yöntemler de filme konu ediliyor: Sahte öğrenim hayatları, sahte iş sözleşmeleri, sahte pasaportlar vs. yollarla Afrikalı futbolcular 'ithal' ediliyor.
Film Türkiye'de vizyona girer mi bilinmez ama alternatif kaynaklar vasıtasıyla da olsa mutlaka izlenmesi gereken bir film olduğu kanısındayım. Filmin fragmanı ve konusu insanı hayatından bir buçuk iki saatini bu çalışmaya ayırmak için teşvik ediyor. Şimdiden iyi seyirler.

28 Tem 2013

Futbol Amerika'da...

Amerika'dan futbol denilince aklıma ilk olarak 94 Dünya Kupası ve Rüştü Reçber'in Barcelona'ya transfer olduktan sonra ABD'de Juventus'a karşı oynadığı maç geliyor. Daha sonra ise Reyna, Donovan, Altidore gibi ABD'li futbolcular ve Beckham, Henry ve Pele gibi ABD'ye transfer olan dünya yıldızları geliyor aklıma. Aaa... Bir de 70'lerin sonunda Pele ile birlikte New York Cosmos'ta forma giyen Yasin Özdenak abimizi de unutmamak lazım. Son olarak 94 Dünya Kupası'nda Kolombiya'nın yaşadığı trajedi ve Andrés Escobar da ABD'den unutulmaz futbol hikayeleri arasında kendine yer buluyor.
Şampiyonlar Ligi'nin minimalize edilmiş olan bir versiyonu bu gece ABD'de başladı: International Champions Cup. AC Milan, Chelsea, Everton, Internazionale, Juventus, LA Galaxy, Real Madrid ve Valencia'nın katılımıyla gerçekleşen turnuvanın ilk maçında AC Milan, Valencia'yı 2-1 mağlup ederek yarı finale yükseldi. Ancak, turnuvada elenen takımlar da yollarına devam ediyor. "Kazananlar vs. Kazananlar" ve "Kaybedenler vs. Kaybedenler" şeklinde bir formata sahip olan turnuva önümüzdeki sezon Avrupa Kupalarında yer alacak takımlarından beşine ev sahipliği yapıyor. 27 Temmuz-7 Ağustos tarihleri arasında oynanacak olan turnuvanın en önemli eksiği bu sezon Bundesliga'ya 9 Ağustos'ta start verileceği için Bayern Münih ve Borussia Dortmund'un turnuvada yer alamaması. Everton, Valencia ve Inter yerine Avrupa'nın en formda iki takımı ve Barcelona'yı izleyebilsek güzel olurdu. Olasılıksız temennileri bir kenara bırakarak biraz da turnuvanın yapılacağı şehirlerden bahsedelim. ABD sınırları içerisindeki altı adet şehir(Indianapolis, Los Angeles, Miami, New York City, Phoenix ve San Francisco) ve İspanya'dan da Valencia şehri turnuvaya ev sahipliği yapıyor. Turnuvanın final maçı 74,918 seyirci kapasiteli Sun Life Stadium(Miami)'da oynanacak. Maçların oynanacağı stadyumlar genel olarak Amerikan Futbolu ve Beyzbol sporları için tasarlanmış stadyumlar. Turnuvayı Türkiye'de yayımlayan bir kanal da bildiğim kadarı ile yok. Turnuvanın en büyük sponsoru ise dünyaca ünlü bira üreticisi Guiness. Turnuvanın bilet fiyatları ise ABD standartlarına göre pahalı sayılmaz. En ucuz maç bileti $40.
Turnuva, yazının başında saydığım anıların yanında şimdiden yerini aldı. Önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi'nde en azından çeyrek final göreceğine inandığım dört takımı(AC Milan, Chelsea, Juventus ve Real Madrid) çoğunluğu ABD'de düzenlenen bir turnuvada izlemek ayrı bir keyif olacak.

26 Tem 2012

2012 Yaz Olimpiyatları, Erkek Futbolu ve Türkiye Seyircisi

Futbol turnuvaları denince akla nedense 20 yaş altı Dünya Kupasından bile sonra gelir Olimpiyat Oyunlarındaki erkek futbolu branşı. 2012'de ise hafif bir kıpırdanma yok değil.
Yaz Olimpiyatları'nın otuzuncusu İngiltere'nin başkenti Londra'da gerçekleşecek. Meşaleyi yakacak isim hala sır gibi saklanıyor. Türkiye ise rekor katılımla oyunlarda yerini alacak. Türkiyeli kadın sporcuların başarısı ise takdire şayan...

Konumuza dönersek; futbol seyircisinin ilgisini olimpiyat oyunları bugüne kadar yeterince çekemedi. Kimi kesim bu durumdan çok hoşnut. Çünkü, "Türkiye'deki futbol seyircisi" denilince akıllarda oluşan genel görüntü rekabet, şiddet, güç gibi unsurlardan beslenen; çoğu zaman sidik yarışında olan bir kitleden ibaret oluyor. Bütün genellemeler gibi bu genellemenin de çok sayıda istisnası mevcut.
Ülke siyasetindeki görüntü ister istemez futbola da yansıyor. Zaten hali hazırda siyaset ve futbol Türkiye'de yeterince sarmaş dolaş olmuş durumda. Türkiye'deki "sadece futbol sever bünyeler" merkez partileri yansıtırken; "sporun hemen her dalına ilgi duyanlar" yüzde birlik dilimde kendisine yer bulabilen sol partilerle özdeşleşiyor.
Naif insanların çok fazla futbola bulaşmadıkları bir ülkede ister istemez olimpiyat oyunlarını entel sporu diye niteleyen bir kitlenin de varlığı kaçınılmaz oluyor. Bunun en büyük sorumlularıysa televizyon ekranında entelektüel bir görünüme sahip olup içi boş yorumlarla hayatımızda yer eden ve her bir şeyden anladığını sanan yorumculardır. En nihayetinde medyanın kamuoyu belirlemedeki başarısı spor dünyasına da yansımış durumda. Bu akımın en büyük temsilcilerinden birisi de hiç kuşkusuz Hıncal Uluç. Yıllardır insanlara tepeden inme tavırlarıyla futbol haricinde diğer sporları sevemezsiniz siz diyenler de aynı kabileden.
Türkiye özelinde futbolun bu kadar çok popüler olup herkesin de futboldan bu kadar çok anladığını sanmasının sebebi yine aynı zihniyet. Hayatını hem stadyumda hem televizyonda hem de sokak aralarında futbol izleyerek  geçirmiş olan ben bile futbolun dünyadaki en eğlenceli spor olduğu kanısında değilim henüz. Ancak ne hikmetse hayatında futboldan başka azıcık basketbol ve çok çok az voleybol seyretmiş şahıslar futbolu dünyadaki tek gerçek spor olarak adlandırabiliyorlar. Tıpkı hayatında Sünni İslam'dan başka bir din görmeyenlerin diğer dinleri inanç sistemi haricinde kültür olarak küçümsüyor olmaları gibi. Sorsanız herkes basketbolu sever ancak Türkiye milli takımı ve İstanbul takımlarının Avrupa ve ligdeki play-off final turu haricinde basketbol izleyen insan sayısı çok azdır.
Bir de Olimpik sporları sadece güreşten ibaret gören bir kitle var ki onlar bana "sadece futbol sevici" kitleden çok daha samimi geliyor. En azından kültürel bir yakınlık; diğer sporlardan anlamadığını bir kabulleniş söz konusu bu kitlede.

Ne diyorduk?

2012 Yaz Olimpiyatları'nda erkek futbolu branşında on altı ülke takımı dört grupta mücadele edecek. Maçlar 26 Temmuz itibariyle başlayacak.
A grubunda ev sahibi Birleşik Krallık, Güney Amerika'nın son şampiyonu Uruguay, Senegal ve Birleşik Arap Emirlikleri yer alıyor.
B grubunda Dünya Kupalarının gediklisi Meksika, Güney Kore, Gabon ve Dünya'nın merkez bankası İsviçre yer alıyor.
C grubunda Dünya'nın en başarılı futbol ülkesi Brezilya, Zambiya'nın şampiyonluğuna kadar Afrika Uluslar Kupası'na ambargo koyup üç kez üst üste kazanan Mısır, Sovyetler Birliği'nin üç numarası Belarus ve Okyanusya'nın tek temsilcisi Yeni Zelanda yer alyor.
D grubunda son Dünya ve Avrupa şampiyonu İspanya, teknoloji devi Japonya, Honduras ve en güzel aşk filmine ev sahipliği yapma şerefine nail olmuş Fas yer alıyor.

İngiltere'nin 1966 Dünya Kupası'nı kaldırması haricinde uluslararası turnuvalarda hiçbir başarısı olmayan Britanya Adası'na mensup ülkeler ilk defa güçlerini birleştirerek bir turnuvaya katılıyor. Bugüne kadar cumhuriyet için yürekten oynamadıklarını düşündüğüm Prömiyer Lig'in saygıdeğer futbolcuları bakalım monarşi için ne kadar istekli ve yürekten oynayacaklar.
Yenilenen kadrosuyla Brezilya turnuvanın en avantajlı takımı. Çünkü yeni kadronun çoğunluğu 23 yaş altı oyunculardan oluşuyor ve turnuvada 23 yaş altı turnuvası maiyetinde. Neymar'ı merak eden futbol severler için de olimpiyat oyunları ayrı bir fırsat olacak.
Ayağının tozuyla Avrupa kupasıyla turnuvaya gelen İspanya ise son yıllardaki başarısına bir de olimpiyat şampiyonluğu ekleme peşinde.
Uruguay ise turnuvaya inanarak gelen takımlardan birisi. Edinson Cavani'nin: "Napoli beni turnuvaya yollamazsa sonunu kendisi düşünür" tadındaki tehditlerini göz önünde bulundurduğumuzda olimpiyat oyunlarını ne kadar ciddiye aldıklarını görmemiz mümkün.
Afrika takımları ise her zaman sürpriz yapma potansiyeline sahipler.
Asya'dan hiçbir beklentim yok desem yeridir.
Belarus ve İsviçre'nin bu turnuvada ne işi olduğunu çözene kadar çoktan elenmiş olurlar zaten.
Yeni Zelanda ise 2010'daki sürprize bir yenisini daha ekleyebilecek potansiyele sahip. Daha fazlasına değil...
Honduras ve Meksika turnuvada Latin futbolunun temsilcileri olarak oyunlara renk katmaktan öteye gidemezler.
Herkese iyi seyirler...

2 Tem 2012

Arrivederci Italia... campeónes Españaaa...


                Ah İspanya, maçtan önce ciddi ciddi endişeleniyordum ve işin hiç de kolay olmayacağı kanaatindeydim. İtalya sahaya çıkacak mücadeşle edecek ve beni dehşete düşüren bir galibiyet alabilecekti. Aslında maç da bir yönüyle pek farklı olmadı, İtalya cok iyi mücadele etti hatta skor tabelasını değiştirebilecek fırsatları da yakalamadı değil ancak dün akşam sahada öyle bir İspanya milli takımı vardı ki şu an bunu kelimlere nasıl dökebileceğimi bilmiyorum gerçekten...
               
                 Maç için Valencia’da bir araştırma yaptım çünkü topluca bir alanda izlemek her zaman daha keyifli olmuştur benim  için hele Euro 2008’deki Türkiye-Hırvatistan maçı deneyiminden sonra o tarz atmosferlerin kalabalıkla daha iyi hissedildiğini düşünüyorum. Neyse biraz araştırmadan sonra Valencia Basket’in maçlarını oynadığı salonda dev ekranla maçların izlenebildiğini öğrendim. Tabi ki direk hazırlıklar yapıldı ve maça doğru yola cıktım ve tabi yine benim gibi İspanya sevdalısı birkaç Türk arkadaşımda benimleydi.Salonu bulabildik en sonunda zaten bir süre yürüdüten sonra bayraklı, formalı herkesin tek bir yöne ilerlediğini görünce rahatladım.Biz biraz gecikmşiz, salon da iğne atsan yere düşmez insanlar çılgınlar gibi şarkılar söylüyorlar daha maç başlamamışken.
               
                Çarşı kültüründen gelen bir şey olsa gerek, ayakta ve en kalabalık yerde izlemek için harekete geçiyorum. Akdeniz insanı İspanyollar ile gerçekten benzer yönümüz çok fazla ama şundan emin oldum ki onlar bizim bir alt versiyonumuz, çünkü biz gruptan çıktığımızda bile onların şampiyonluk sevincinden fazla sevinmiştik bunu iyi hatırlıyorum.
              
                İlk goldeki sevinç çığlıkları inanılmazdı tabi ki sarıldığım bamna sarılan tanımadığım onlarca İspanyol da öyle. Derken 2. Gol İtalya’yı kötü etkiledi diyebilirim tabi ki gol öncesinde Chiellini’nin sakatlanıp çıkması moralleri iyice bozmuştu gol moral bozukluğunu daha da derinleştirdi. Girişte söylediğim gibi aslında İtalya kötü oynamıyordu ancak İspanya’nın harika oyununa da “dur” diyemiyordu. Belki sadece Balotelli ve Marchisio’dan daha iyi olmaları bekleneblirdi o kadar diye düşünüyorum. Daha sonra Fernando Torres’le gelen 3. Gol Valencia Basket salonunda şampiyonluk kutlamalarını başlatmıştı daha sonra Torres bir de asist yaparak farkı 4’e çıkaran golü Juan Mata’ya attırdı. Mata turnuva boyunca oynadığı sadece 5 dakikaya bir gol sığdırmış oldu ve ayrıca bu finalle beraber Torres şimdiye kadar oynadığı hiçbir finali kaybetmemiş oldu.

                Maç sonrası İspanya’da gece boyunca kutlamalar sürdü ve ortak söylem şuydu: Arrivederci ITALIA.  



                İtalya'yı tebrik etmemek ayıp olur diye düşünüyorum çünkü harika bir performansla buraya kadar geldiler ve hakkettiklerini düşünen çok insan olduğuna eminim ancak 4-0 bir final için ziyadesiyle iyi bir skor olduğunu düşünüyorum demem o ki : campeónes campeónes oley oley oleyyy... 




29 Haz 2012

Korkunun ecele...


                  İtiraf ediyorum; gerçekten korkuyorum. Aslında bu yazıyı daha önce-İspanya maçı sonrası- yazmam gerekiyordu ama bekledim. Boğaların rakibini merak ediyordum ve tahminen gelecek Almanya ya karşı şöyle okkalı methiyelerle İspanya’yı şampiyon ilan edecektim...
               
                  İtalya maçını izleyince zaten sıkıcı olduğunu herkesin gördüğü İspanya-Portekiz maçı gözümde daha da küçüldü. Pirlo’ya duyduğum hayranlık 10 kat daha arttı (eminim Milan’ın da öyledir) ancak bu hayranlık sadece futboluna değil aynı zamanda inanılmaz futbolcu karakterinedir. Barzaglinin ne kadar harika bir oyuncu olduğunu gördüm. Ayrıca Pirlo ile beraber son turnuvayı oynadıklarının farkında olan Buffon’un gözlerindeki istekle karşılaştım. İtalya’nın tüm takım olarak(Süper Mario dahil) kenetlendiğine ve mücadele ettiğine şahit oldum. Zaten maç öncesi Almanya’ya karşı içimden İtalya’yı destekliyordum ama bu kadarını da beklemiyordum doğrusu...Mükkemel futbol...
               
                  Şimdi gelgelelim matadorlara. Bu arada “matador” nedir hiç düşündünüz mü? Matador, katil, öldürücü demektir. Ben bunun İspanya Milli Takımı’na çok yakıştığını düşünüyorum. Öldürücü bir İspanya;  inanılmaz bir paslaşma ağı, top kaptırmadan geçen süresiz dakikalar, defansı dehşete düşüren ara paslar, üstün teknik özellikler... İspanya komple mükemmel gibi duruyor. Ama bu sayılanlar ve turnuva boyunca izlediğimiz İspanya’nın İtalya karşısında kupayı kaldıran taraf olabilmesi için oyununa eklemesi gereken şeyler olduğu kanaatindeyim. Futbol sadece pas veya sadece oyun zekasından ibaret değil ki İspanya’nın karşısında en az kendileri kadar zeki olabilen ve bunu oyununa yansıtabilen İtalyan futbolcular var.                
               
                   Gerçekten mücadele edebilmeyi öğrenmeli ve İspanya olarak İtalya’ya bu konuda cevap verebilmeliyiz.Gerçekten korkuyorum çünkü Pirlo ve Buffon’un son turnuvası, çünkü İtalya deyim yerindeyse; tek yürek oldu,çünkü Süper Mario prenses için hiç olmadığı kadar hırslı ve çünkü İtalya her zaman İtalya...
               


                    Not: İspanya tişörtümü giyip maçı Valencia’da herhangi bir meydandan takip etmeyi umuyorum.Dilerim ki final sonrası görüşmemizde, fotoğraflar galibiyeti anlatır... Viva España!!!

24 Haz 2012

...çünkü biz İspanya'yız...


                İspanya- Fransa maçını İspanya/Valencia’da izleme fırsatım olduğundan dolayı büyük heyecan duyuyordum. Belki de İspanyol taraftarlar ve maçın atmosferi beni de içine alacak ve İspanya’nın finale yürüyüşü benim için daha da güzel bir hal alacaktı.
               
                 Maç öncesi sokağa çıktım ve maçın havasını İspanya’da solumak istiyordum. Ancak beni karşılayan boş sokaklar huzurumu kaçırdı doğrusu. Az da olsa gördüğüm insanların da turist çıkması kafamı karıştırıyordu ama sonradan anladım ki bu hafta sonu Formula 1 Valencia yarışı varmış ve turistlerin akınına uğramış burası ama maçtan eser yok...
               
                Maç saati yaklaşınca eve dönüyorum çünkü bi önceki gece Portekiz maçını beraber izlediğimiz Portekizli arkadaşlarımla evde izleme kararı almıştık. Maç başladı ve İspanya’nın inanılmaz yüzdeli pasları da böylece başlamış oldu. Ayrıca belirtmeliyim anlam veremediğim bir şekilde Portekizliler yarı finalde İspanya ile oynamak istiyorlardı; ya Ronaldo’ya çok güveniyorlar ya da bilmediğim bir şey var çözemedim gitti. İlk düdükle beraber oyunda üstünlüğünü kabul ettiren İspanya yine harika bir organizasyonla Jordi Alba’nın ortasına güzel bir kafa vuruşuyla karşılık veren Xabi Alonso’nun golüyle dakika 19 da 1-0 öne geçmeyi başardı. Gole kadar ki mükemmel İspanya oyunu golden sonra da devam etti. Açıkcası belirtmek isterim ki maç öncesinde Fransa’dan daha fazlasını bekliyordum. Ribery arada bir diş gösterse de Fransa’dan ona katılan olmadı, özellikle Benzema Fransa halkının beklentilerini sahaya yansıtamadı doğrusu..
               
                 Maçın ikinci yarısı da ilk yarısından farksızdı topla oynayan İspanyollar top kapmaya çalışan Fransızlar vardı sahada. Dakika 90’a kadar da böyle devam etti. Uzatma dakikalarında da kazanılan penaltıyı gole çeviren Xabi Alonso skoru ilan etti.
               
                 Laurent Blanc’a üzüldüm açıkcası çünkü iyi takım kurup iyi futbola yönelmişti ancak bu yenilgi ve turnuvadan eleniş Blanc için de bir sonun başlangıcı olabilir.
               
                 İspanya yarı finalde olmasına sevinmiştim ama aklımda hala boş sokaklar vardı. Maç sonrası planlarımız çerçevesinde aziz St. Juan günü için düzenlenecek olan plaj kutlamalarına gittik ve boş sokaklarla ilgili cevabımı orada tanıştığımız Eduardo'da buldum;

Eduardo: Maç için aslında pek heyecanlı değildik zaten kazanacağımızı biliyorduk, evimizde sakince maçı izledik ve şimdi eğleniyoruz. Sırada Portekiz var onları da yeneceğiz çünkü biz İspanya’yız...

19 Haz 2012

Olmasaydı Sonunuz Böyle! Hoşçakalın Damalılar..

Son maçlar İspanya-İrlanda, İtalya-Hırvatistan şeklinde olmalıydı.


Avrupa Şampiyonası'nın raconuna yakışmadı; bir Dünya Kupası grup finali gibiydi. İkili averaj, üçlü averaj; tüm bunlara girmeden grubun ikinci ve üçüncü torbasındaki -muhtemel ikincilik mücadelesi verecek- takımlar son maçı kendi aralarında oynamalıydı. Tıpkı 2008'deki gibi. Bilic için o turnuva da pek adil bitmemişti; normal sürelerde bir mağlubiyet aldığı iki turnuvadan da yarı final göremeden ayrıldı.

Kötü Modric, beceriksiz Rakitic, eyyamcı hakem, karaktersiz İspanya..

Ulan günde 4 paket sigara içen Tuncay'ın ciğeri Modric'te olsaydı Avrupa Şampiyonu'ydunuz. Kiminin ciğeri kiminin kibiri. Beddualar İspanya'ya..



Neyse ki İspanya var...



Hollanda'nın elenmesiyle benim adıma buruk geçen Euro 2012 neyse ki İspanya'nın sürprize fırsat vermemesiyle yeniden eğlenceli hale geldi. Önceki gecede Hollanda bize gösterdi ki Teknik direktörün maça etkisi çok büyük oluyor. Bu etki kimi zaman maç kazandırıyor, kimi zaman da sizi dibe götürüyor. Bert Van Marwijk ‘in Hollanda’sı dibe giderken Del Bosque’nin İspanya’sı taktik değişiklerle, bir bakıma “bıçak sırtı” olan maçı lehine çeviriyordu.
Maç başlarken herkesin aklında bir zamanlar İsveç ve Danimarka’nın 2-2 berabere kalarak “elele” bir üst tura çıkışı vardı. Yapılan açıklamalarla bu düşünce giderilmeye çalışıldı ancak futboldu bu ve Bilic’in söylemiyle “2-2 sık rastlanan bir skor[du]”. Açıkcası bu skoru da en çok Hırvatlar istiyordu ama maç o istenen şekilde olmadı. Oynanan 90 dakika klasik bir İspanya maçıydı. Bir ara %80’lere çıkan toplama oynama oranı, her ne kadar İspanya taraftarı olsam da, bazı zamanlarda sıkıcı olmaya başlamıştı.

İspanya milli takımının aradığı gol Fernando Torres’in yerine giren Jesus Navas’tan geldi. Dikkat çekmek istediğim nokta ise golün geldiği dakikalarda İspanya yine forvetsiz oynuyordu. Hırvatistan oyunu kötü değildi aslında, ellerinden geleni yaptılar hatta Bilic tüm forvetleri oyuna alıp kendine güvenerek oyunu riske etti, eğer zaten Rakitic buluğu pozisyonu gole çevirebilseydi şu an çifte üzüntüyü(Hollanda-İspanya) anlatıyor olabilirdim.

İspanya artık çeyrek finalde, rakip yüksek ihtimalle İngiltere, İspanya’ya çok güveniyorum ancak İngiltere’nin de yavaş yavaş havaya girmesi beni korkutmuyor değil. Bu çeyrek final eşleşmesi kesinlikle çok şeye gebe olacak.

Son olarak da İspanya milli takımı formasına değinmek istiyorum. Bir zamanlar Türk Milli Takımımızın da denediği turkuaz modası İspanya’yı da sarmış görünüyor ve açıkçası çok da hoş olmuş. Klasik sarı-kırmızıdan arada sırada da olsa kurtulmak güzel seçim diye düşünüyorum

15 Haz 2012

Kupaların Efendisi: Mezhep Kardeşliği

Halihazırda Dünya Kupasını en çok kazanan Avrupa ülkesi olan İtalya'ya Kupaların Efendisi desek yerinde olur. Ancak İtalya'nın Dünya Kupalarındaki başarılarının Avrupa Şampiyonalarına yansımadığı da bir gerçek. Ev sahibi olduğu EURO 1968'i kazanan İtalya bu kupayı ilk ve son kez kaldırmış olacaktı. Papalığın merkezi Vatikan'ı topraklarında barındıran İtalya kuşkusuz Katolikler arasında önde gelen bir ulusa sahipler. Diğer taraftaysa Balkanlar'daki mezhep ve din çatışmalarının baş aktörlerinden olan Hırvatistan da Katolik mezhebine mensup bir ulusa sahipler.

C Grubunun ilk maçında İspanya karşısında pozisyonlar vermesine rağmen İtalya oynadığı futbolla umut veren bir görüntü sergilemişti. Ancak hala oyun olarak bir şeylerin yeterli olmadığı da apaçık ortadaydı. Buffon, Di Natale ve tabi ki Pirlo ilk maçın öne çıkan isimlerindendi. İtalya'nın temel probleminin nerede olduğu ise tam bir muammaydı. Cesare Prandelli takımını İspanya karşısında güzel bir dizilimle çıkarmıştı. Prandelli kadroyu Hırvatistan maçında da bozmadı. Maçın ilk yarısında Pirlo'nun serbest vuruştan attığı gole kadar sahanın tek hakimi olan İtalya akıllara ister istemez aynı soruyu getirdi: Yine mi skorun üzerine yatacaklar? Beklenen cevap hiç gecikmeden ikinci yarı başlar başlamaz İtalya'nın ileride baskıyı bırakmasıyla geldi. Belki İtalyanlara özgü bir şey değil geriye çekilme huyu. Ancak ne yazık ki İtalyanlarla özdeşleşmiş klişe tabirlerin başında geliyor. Catenaccio gibi felsefik bir sistemin günümüzdeki kullanım şeklinin Helenio Herrera'nın kemiklerini sızlatmadığını düşünmek ise safdillikten başka bir şey olmaz. O yüzden her savunmaya çekilen takıma da Catenaccio yapıyor dememek evladır. Ancak şu da atlanmamalı ki katı savunma yapmakla özdeşleşen Catenaccio kavramı ister istemez bir kalıp haline de gelmiş durumdadır.

Maçın ikinci yarısında Mandzukic'le golü bulan Hırvatlar galibiyetin kendilerini bir üst tura taşıyacak olması gerçeğini göz önünde bulundurup maçı İtalya'dan daha çok isteyen taraf konumundaydılar. İtalyanlar ise nasıl olsa son maçta ne yazık ki grubun averaj takımı haline gelen İrlanda'yı yeneriz düşüncesiyle rahat hareket ettiler. 1-1'lik sonuç İtalyanların işine fazlasıyla yaradı gibi. Hırvatlar içinse asıl tehlike grubun son maçında İspanya karşısında alınacak olası bir mağlubiyette gruptan çıkamama ihtimali. Kupanın son şampiyonu olan İspanya'nın son maçta göstereceği performans gruptaki dizilimi belirleyecek. İtalya cephesinde ise olası bir öz güven patlaması durumunda 2010 Güney Afrika'nın bir tekrarı da yaşanabilir. Turnuvalarda nasıl futbol ortaya konulması gerektiğini çok iyi bilen İtalyanlar muhtemelen gruptan çıkacaktır. Hem de diğer maçın sonucunu beklemeden.

Ayrı bir parantez de Hırvat taraftarlara açmak lazım. Hırvatlar çok büyük kafileler halinde Polonya'daki stadyumları adeta esir almaya gelmişler gibi. Şu ana kadar ki en iyi deplasman performansını sergileyen Hırvatistan tribünlerinde kimi zaman Türkiye tribünlerinden duymaya alışık olduğumuz besteler duyuyoruz. Almanya tribünlerinde yıllardır duyduğumuz benzer bestelere alışkındım ancak kulüp bazında başarılı olamayan Hırvat takımlarının tribünlerini bugüne kadar takip edememiştim. Gerçekten hayran bıraktılar kendilerine. İtalyan tribünleri ise her zamanki gibi sayıca az olmalarına rağmen Hırvat tribünlerinden aşağı kalır değildi. Ülke takımı destekleme fikri hiçbir zaman kulüp takımı destekleme fikrinin önüne geçemeyecektir. Sadece aşırı milliyetçilikle yoğurulmuş azınlık bölgelerinde kurulan FIFA'ya bağlı olmayan ulusal takımları destekleme fikri futbol severlere cazip gelebilir. Bunların haricinde İtalyan ve Hırvat taraftarları eğer ki iç içe görebiliyorsak stadyumlarda fanatizm ulusal takımlara çok da fazla sirayet etmemiş diyebiliriz.

Kupaların Efendisinin maçın ikinci yarıdaki isteksiz oyunu Hırvatların bir puanı almasını kolaylaştırdı. Hatta ikinci yarıda galibiyeti bulabilecek pozisyonları da defalarca cömertçe harcadılar. Katolik Kilisesi haricinde kimseyi tatmin etmeyen bir skorla biten maç İtalya'nın tur ümitlerini artırırken, Hırvatistan'ın kileri de zora soktu.

10 Haz 2012

In Prandelli We Trust


Turnuvanın üçüncü günü C grubunun iki favorisinin karşılaşmasıyla başladı. Bu maça kadar turnuvada bütün maçlarda gol olmuştu. Gelenek bozulmadı. Genel anlamda olumlu bir görünüm var EURO 2012’de. İtalya ve İspanya şampiyona elemelerinde mağlubiyet yüzü görmeyen takımlardandı. Son üç büyük uluslararası futbol şampiyonasının galipleri karşı karşıya geldi bu akşam. 2008’deki çeyrek final mücadelesinin rövanşı niteliğinde sayılabilecek bir karşılaşmaydı. 2008’de İtalya’nın hocası Roberto Donadoni’yken; İspanya’nın hocası ise Luis Aragones’ti. 2008’de İspanya’nın başarısı İtalya’nın başarısızlığını gölgelemişti. Donadoni de Aragones de takımlarından ayrılmışlardı. Bakalım bu turnuva Cesare Prandelli ve Vicente Del Bosque’nin de sonu olacak mı?

Maça geçersek kadrolar açıklandığında açık söylemek gerekirse ben çok şaşırdım. Aklıma direkt olarak Braga deplasmanına giden Beşiktaş ve o zamanki hocaları Carlos Carvalhal geldi. Galip gelmesine rağmen Carvalhal bana göre çok büyük bir çapsızlık yapmış ve takımını sahaya forvetsiz sürmüştü. İtalya’nın Catenaccio’su ne kadar çirkin geliyorsa insanlara bana da 4-6-0 denen taktik saçma gelmiştir hep. İspanya da bu maça 4-6-0 çıkarak benim beklentilerimin altında kaldı. Del Bosque’nin ne olur ne olmaz diye 3 tane santrafor dahil olmak üzere çok sayıda hücumcu çağırarak bunların çoğunluğunu da yedekte oturtmasıyla tam bir hayal kırıklığı oldu. İtalya ise Juventus ağırlıklı bir kadroyla çıktı Barça-Real Madrid ağırlıklı İspanya’nın karşısına. Cesare Prandelli’nin Fiorentina’da geçirdiği başarılı sezonlardan sonra İtalya’nın başında neler yapacağı merak konusuydu. Bu maç bir kriter olmaz, ancak kısa vadede -2006’dan bu yana güç kaybeden- İtalya’nın gruptan çıkıp çıkamayacağı başarı turnusolü görevi görecektir Prandelli için.

İlk yarıda Prandelli’nin sahaya sürdüğü kadro her ne kadar Del Bosque’ninkinden zayıf olsa da Prandelli’nin taktiksel olarak katkılarını yadsıyamayız. İtalya ilk yarıda beklenenin çok üzerinde bir futbol oynadı desek abartmış olmayız herhalde. Çünkü maç öncesi bütün olumsuzluklar İtalya’dan yanayken İspanya sahaya son iki büyük turnuvanın şampiyonu olarak çıkmıştı. Milan’dan Cassano, Roma’dan De Rossi, City’den Balotelli PSG’den Motta ve Napoli’den Maggio haricindeki altı futbolcu da Juventus kadrosuna mensuplardı. İspanya ise daha çok Barcelona’nın 4-6-0 oyun düzenine yakın bir dizilim ve futbol anlayışıyla sahadaydı. İlk yarıda akıllarda kalan iki topuk hareketi vardı: Birincisi maçın başında Pirlo’nun savunma derinliğini yitirdiği anda verdiği riski savan topuk pası; ikincisi ise devrenin sonlarına doğru Balotelli’nin taç çizgisinde topuğuyla güçlükle kontrol ettiği toptu.

Tribünler açısından birkaç kelime etmek gerekirse; öncelikle Polonyalı futbol severlerin maça ilgisi çok fazlaydı. İspanyollar her ne kadar çoğunlukta gözükseler de organize olamadılar. İtalyanlar ise bilindik tribün aktivitelerini sergileyip organize bir şekilde turnuvaya geldiklerini kanıtladılar.

İkinci yarıda ise iki takım da ilk yarıdakinden çok farklı bir görüntü çizmedi. Balotelli’nin çıkıp Di Natale’nin girmesi maçın ilk dönüm noktasıydı. Maçın ikinci dönüm noktası ise Negredo veya Llorente dururken iki sezondur formsuz olan Torres’in bir nevi kurtarıcı olarak oyuna girmesiydi. Di Natale’nin golünde Pirlo’nun asisti ve Fabregas’ın golünde de Silva’nın asisti belki de gol vuruşundan daha değerli olan iki pastı. Buffon ve Casillas ise yedikleri goller de dahil olmak üzere hatasız oynadılar. Di Natale yıllanmış şarap gibi her geçen yıl performansını artırdıkça tam tersi yönde Torres yıldan yıla daha iyi olması gerekirken giderek kan kaybediyor.
İtalya benim ve futbol kamuoyunun beklentileri üzerinde bir oyun ortaya koyarak çoğumuzu şaşırttı. İspanya ise çok açık bir biçimde İtalya’dan çekindi ve oyununu da buna göre kurgulamak zorunda kaldı. Benim özel tebriklerim Cesare Prandelli, Antonio Di Natale ve Gigi Buffon’adır. Ancak İspanya’da da Xavi-Iniesta ikilisi bir kez daha olumlu futbol nasıl oynanır futbol severlere gösterdiler.
Forza Azzurri diyerek bir İtalya yazısını daha sonlandırmanın hüznünü yaşıyorum. Sizlere de 1990 İtalya Dünya Kupası’nın müziğini armağan ediyorum.

8 Haz 2012

Favoriler hep kazanır mı?


Euro 2012 geldi çattı, herkesin bir favorisi, plase takımı ve sürpriz yapacağına inandığı ülke/ülkeler var elbet. Ben de kendimce bazı takımlar seçtim. Hemen belirteyim kupayı kazanacağına inandığım ülke(zaten tüm dünyanın favorisi) İspanya ama benim favorim(inandığım ülke) portakallar, yani Hollanda. Ancak bu yazıyı yazma sebebim onların turnuvayı kazanmasından çok kaybederlerse bunun sebeplerini şimdiden öngörebilmek için. Yani kazanırsa insanlar şaşırmaz ama kaybederlerse özellikle İspanya için büyük etki yaratabilir. Peki bu takımlar turnuvayı neden kazanamazlar? Ülke ülke göz atalım.

İspanya neden kazanamaz?

Son Dünya ve Avrupa şampiyonu olmuş bir takım için bu soruyu sormak? Evet, çoğu kişiye saçma gelmesi çok normal hatta doğal. Çünkü çoğu kişi özellikle İber Yarımadası’nın İspanyol sakinleri bu turnuvada da ipi göğüsleyeceklerinden neredeyse eminler. İşte bence İspanya bir problemle karşılaşacaksa bu güven yüzünden olacak.
İspanya milli takımına genel bakış attığımızda iskeletini yıllardır Real Madrid ve özellikle Barcelona oluşturuyor ve artık alışık olduğumuz gibi LA Liga’yı bu iki takımdan birisi kazanıyor yani şampiyon olmaları klasikleşmiş iki takım ve onların oyuncularından söz ediyoruz. Doğal olarak bu takım oyuncularındaki ego patlaması da günden güne artıyor. Real Madrid’den farklı olarak, Barcelona oyuncuları ve Katalan basınında İspanya Milli takımını var edenin Barcelonalı oyuncular olduğu ve onlar olmazsa İspanya milli takımının da olmayacağı konulu söylemler git gide artmaya başladı evet bu profesyonelce oynanan hiçbir maçta gözle görülmedi ama ortaya çıkması muhtemel bir durum olarak görüyorum ki İspanya milli takımını kötü etkileyecektir.
Bir diğer konu da Jose Mourinho. Buraya nerden geldik diye sorabilirsiniz haklı olarak ama bana göre Real Madrid’in başına geçtiğinden beridir El Classico’lar daha bir sert oynanmaya ve ölüm-kalım mücadelesine dönüştürülmeye başlandı. Mourinho takımı belki de böyle motive ediyordur, O'nun teknik direktörlük konusunu kimse sorgulayamaz zaten ama bu sert gidişatın İspanya milli takımında oynayan El Classico taraflarının da ilişkilerini kesinlikle etkiliyor. Turnuvaları yıldız oyuncular toplamının değil takımların kazandığını düşünürsek Pique’nin yanındaki Ramos ile anlaşması ve ona güvenmesi bu takım için şart gibi görünüyor.

               Hollanda neden kazanamaz?
Bu sorunun İspanya’ya göre daha mantıklı olduğu kanaatindeyim. Benim favorim Hollanda ama eksiklerini de bir türlü görmezlikten gelemiyorum. Bir kere senelerdir şampiyonalara takımlarında müthiş sezonlar geçiren forvet oyuncularıyla katılıyorlar ama sonuç olarak bir türlü verim alamıyorlar, özellikle bu son dönemde kendini gösteriyor(Ruun Van Nistelrooy’u kesinlikle dışarıda tutuyorum). Bu sene de Van Persie onların gol umudu olacak dilerim de bu görevini en iyi şekilde yerine getirir.
Bir diğer sorun olabilecek nokta ise defans bölgesi bana göre. Özellikle stoper mevkiinde Heitinga ve Mathijsen diğer ülke takımlarının stoperlerine göre sönük kalıyorlar ve güven vermiyorlar açıkçası. Ben ve eminim ki bir çok futbol sever Hollanda orta sahasını izlemekten zevk alacaktır ancak saydığım bir dizi olumsuzluklar Hollanda’yı bir kez daha finali evden izlemeye mahkum ederse ben de en az onlar kadar üzüleceğim.
İspanya kazanırsa üzülmem ama Hollanda kazanırsa Türkiye’nin olmadığı şampiyonada çok sevineceğim kesin. Portakallara başarı dileklerimle…

NOT1:David Villa olan bir fotoğrafı özellikle seçtim çünkü onun olmaması büyük İspanya için büyük dezavantaj yerine oynayacak Llorente, Pedro, Negredo veya Torres gibi oyuncular olsa bile...

NOT2: Son olarak şunu da söyleyeyim turnuvanın en genç oyuncusu Jetro Willems de Hollanda milli takım kadrosunda yer alacak 30/03/1994 doğumlu defans oyuncusu, oyuna girer çok güzel oynar veya gol atar işte o zaman kariyerimi sorgulamanın vakti gelmiş demektir. Jetro Willems henüz 18 yaşında…