Tarık CİNKARA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarık CİNKARA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eki 2012

Çok bir şey istemedik ki...


Son yaptığım halı saha maçı öncesi, açtım dolabımı, çantamı hazırlayacağım.

İbrahim Üzülmez ve Pascal Nouma imzalı Beşiktaş formamı elime aldım giymek için.Yapamadım, herkes kendi takımının formasını giyecekti ama ben gerçekten yapamadım, giyemedim çok sevdiğim Beşiktaş formasını ve başka bir tişörtle gittim.



 



Neden mi? Hiç sormayın daha iyi... Sadece istiyorum ki; Çocukluğumun Beşiktaş'ını geri verin bana...







Not:İlhan-Pascal-İbo el ele Jübileye.(unutmadık)

2 Tem 2012

Arrivederci Italia... campeónes Españaaa...


                Ah İspanya, maçtan önce ciddi ciddi endişeleniyordum ve işin hiç de kolay olmayacağı kanaatindeydim. İtalya sahaya çıkacak mücadeşle edecek ve beni dehşete düşüren bir galibiyet alabilecekti. Aslında maç da bir yönüyle pek farklı olmadı, İtalya cok iyi mücadele etti hatta skor tabelasını değiştirebilecek fırsatları da yakalamadı değil ancak dün akşam sahada öyle bir İspanya milli takımı vardı ki şu an bunu kelimlere nasıl dökebileceğimi bilmiyorum gerçekten...
               
                 Maç için Valencia’da bir araştırma yaptım çünkü topluca bir alanda izlemek her zaman daha keyifli olmuştur benim  için hele Euro 2008’deki Türkiye-Hırvatistan maçı deneyiminden sonra o tarz atmosferlerin kalabalıkla daha iyi hissedildiğini düşünüyorum. Neyse biraz araştırmadan sonra Valencia Basket’in maçlarını oynadığı salonda dev ekranla maçların izlenebildiğini öğrendim. Tabi ki direk hazırlıklar yapıldı ve maça doğru yola cıktım ve tabi yine benim gibi İspanya sevdalısı birkaç Türk arkadaşımda benimleydi.Salonu bulabildik en sonunda zaten bir süre yürüdüten sonra bayraklı, formalı herkesin tek bir yöne ilerlediğini görünce rahatladım.Biz biraz gecikmşiz, salon da iğne atsan yere düşmez insanlar çılgınlar gibi şarkılar söylüyorlar daha maç başlamamışken.
               
                Çarşı kültüründen gelen bir şey olsa gerek, ayakta ve en kalabalık yerde izlemek için harekete geçiyorum. Akdeniz insanı İspanyollar ile gerçekten benzer yönümüz çok fazla ama şundan emin oldum ki onlar bizim bir alt versiyonumuz, çünkü biz gruptan çıktığımızda bile onların şampiyonluk sevincinden fazla sevinmiştik bunu iyi hatırlıyorum.
              
                İlk goldeki sevinç çığlıkları inanılmazdı tabi ki sarıldığım bamna sarılan tanımadığım onlarca İspanyol da öyle. Derken 2. Gol İtalya’yı kötü etkiledi diyebilirim tabi ki gol öncesinde Chiellini’nin sakatlanıp çıkması moralleri iyice bozmuştu gol moral bozukluğunu daha da derinleştirdi. Girişte söylediğim gibi aslında İtalya kötü oynamıyordu ancak İspanya’nın harika oyununa da “dur” diyemiyordu. Belki sadece Balotelli ve Marchisio’dan daha iyi olmaları bekleneblirdi o kadar diye düşünüyorum. Daha sonra Fernando Torres’le gelen 3. Gol Valencia Basket salonunda şampiyonluk kutlamalarını başlatmıştı daha sonra Torres bir de asist yaparak farkı 4’e çıkaran golü Juan Mata’ya attırdı. Mata turnuva boyunca oynadığı sadece 5 dakikaya bir gol sığdırmış oldu ve ayrıca bu finalle beraber Torres şimdiye kadar oynadığı hiçbir finali kaybetmemiş oldu.

                Maç sonrası İspanya’da gece boyunca kutlamalar sürdü ve ortak söylem şuydu: Arrivederci ITALIA.  



                İtalya'yı tebrik etmemek ayıp olur diye düşünüyorum çünkü harika bir performansla buraya kadar geldiler ve hakkettiklerini düşünen çok insan olduğuna eminim ancak 4-0 bir final için ziyadesiyle iyi bir skor olduğunu düşünüyorum demem o ki : campeónes campeónes oley oley oleyyy... 




29 Haz 2012

Korkunun ecele...


                  İtiraf ediyorum; gerçekten korkuyorum. Aslında bu yazıyı daha önce-İspanya maçı sonrası- yazmam gerekiyordu ama bekledim. Boğaların rakibini merak ediyordum ve tahminen gelecek Almanya ya karşı şöyle okkalı methiyelerle İspanya’yı şampiyon ilan edecektim...
               
                  İtalya maçını izleyince zaten sıkıcı olduğunu herkesin gördüğü İspanya-Portekiz maçı gözümde daha da küçüldü. Pirlo’ya duyduğum hayranlık 10 kat daha arttı (eminim Milan’ın da öyledir) ancak bu hayranlık sadece futboluna değil aynı zamanda inanılmaz futbolcu karakterinedir. Barzaglinin ne kadar harika bir oyuncu olduğunu gördüm. Ayrıca Pirlo ile beraber son turnuvayı oynadıklarının farkında olan Buffon’un gözlerindeki istekle karşılaştım. İtalya’nın tüm takım olarak(Süper Mario dahil) kenetlendiğine ve mücadele ettiğine şahit oldum. Zaten maç öncesi Almanya’ya karşı içimden İtalya’yı destekliyordum ama bu kadarını da beklemiyordum doğrusu...Mükkemel futbol...
               
                  Şimdi gelgelelim matadorlara. Bu arada “matador” nedir hiç düşündünüz mü? Matador, katil, öldürücü demektir. Ben bunun İspanya Milli Takımı’na çok yakıştığını düşünüyorum. Öldürücü bir İspanya;  inanılmaz bir paslaşma ağı, top kaptırmadan geçen süresiz dakikalar, defansı dehşete düşüren ara paslar, üstün teknik özellikler... İspanya komple mükemmel gibi duruyor. Ama bu sayılanlar ve turnuva boyunca izlediğimiz İspanya’nın İtalya karşısında kupayı kaldıran taraf olabilmesi için oyununa eklemesi gereken şeyler olduğu kanaatindeyim. Futbol sadece pas veya sadece oyun zekasından ibaret değil ki İspanya’nın karşısında en az kendileri kadar zeki olabilen ve bunu oyununa yansıtabilen İtalyan futbolcular var.                
               
                   Gerçekten mücadele edebilmeyi öğrenmeli ve İspanya olarak İtalya’ya bu konuda cevap verebilmeliyiz.Gerçekten korkuyorum çünkü Pirlo ve Buffon’un son turnuvası, çünkü İtalya deyim yerindeyse; tek yürek oldu,çünkü Süper Mario prenses için hiç olmadığı kadar hırslı ve çünkü İtalya her zaman İtalya...
               


                    Not: İspanya tişörtümü giyip maçı Valencia’da herhangi bir meydandan takip etmeyi umuyorum.Dilerim ki final sonrası görüşmemizde, fotoğraflar galibiyeti anlatır... Viva España!!!

24 Haz 2012

...çünkü biz İspanya'yız...


                İspanya- Fransa maçını İspanya/Valencia’da izleme fırsatım olduğundan dolayı büyük heyecan duyuyordum. Belki de İspanyol taraftarlar ve maçın atmosferi beni de içine alacak ve İspanya’nın finale yürüyüşü benim için daha da güzel bir hal alacaktı.
               
                 Maç öncesi sokağa çıktım ve maçın havasını İspanya’da solumak istiyordum. Ancak beni karşılayan boş sokaklar huzurumu kaçırdı doğrusu. Az da olsa gördüğüm insanların da turist çıkması kafamı karıştırıyordu ama sonradan anladım ki bu hafta sonu Formula 1 Valencia yarışı varmış ve turistlerin akınına uğramış burası ama maçtan eser yok...
               
                Maç saati yaklaşınca eve dönüyorum çünkü bi önceki gece Portekiz maçını beraber izlediğimiz Portekizli arkadaşlarımla evde izleme kararı almıştık. Maç başladı ve İspanya’nın inanılmaz yüzdeli pasları da böylece başlamış oldu. Ayrıca belirtmeliyim anlam veremediğim bir şekilde Portekizliler yarı finalde İspanya ile oynamak istiyorlardı; ya Ronaldo’ya çok güveniyorlar ya da bilmediğim bir şey var çözemedim gitti. İlk düdükle beraber oyunda üstünlüğünü kabul ettiren İspanya yine harika bir organizasyonla Jordi Alba’nın ortasına güzel bir kafa vuruşuyla karşılık veren Xabi Alonso’nun golüyle dakika 19 da 1-0 öne geçmeyi başardı. Gole kadar ki mükemmel İspanya oyunu golden sonra da devam etti. Açıkcası belirtmek isterim ki maç öncesinde Fransa’dan daha fazlasını bekliyordum. Ribery arada bir diş gösterse de Fransa’dan ona katılan olmadı, özellikle Benzema Fransa halkının beklentilerini sahaya yansıtamadı doğrusu..
               
                 Maçın ikinci yarısı da ilk yarısından farksızdı topla oynayan İspanyollar top kapmaya çalışan Fransızlar vardı sahada. Dakika 90’a kadar da böyle devam etti. Uzatma dakikalarında da kazanılan penaltıyı gole çeviren Xabi Alonso skoru ilan etti.
               
                 Laurent Blanc’a üzüldüm açıkcası çünkü iyi takım kurup iyi futbola yönelmişti ancak bu yenilgi ve turnuvadan eleniş Blanc için de bir sonun başlangıcı olabilir.
               
                 İspanya yarı finalde olmasına sevinmiştim ama aklımda hala boş sokaklar vardı. Maç sonrası planlarımız çerçevesinde aziz St. Juan günü için düzenlenecek olan plaj kutlamalarına gittik ve boş sokaklarla ilgili cevabımı orada tanıştığımız Eduardo'da buldum;

Eduardo: Maç için aslında pek heyecanlı değildik zaten kazanacağımızı biliyorduk, evimizde sakince maçı izledik ve şimdi eğleniyoruz. Sırada Portekiz var onları da yeneceğiz çünkü biz İspanya’yız...

19 Haz 2012

Neyse ki İspanya var...



Hollanda'nın elenmesiyle benim adıma buruk geçen Euro 2012 neyse ki İspanya'nın sürprize fırsat vermemesiyle yeniden eğlenceli hale geldi. Önceki gecede Hollanda bize gösterdi ki Teknik direktörün maça etkisi çok büyük oluyor. Bu etki kimi zaman maç kazandırıyor, kimi zaman da sizi dibe götürüyor. Bert Van Marwijk ‘in Hollanda’sı dibe giderken Del Bosque’nin İspanya’sı taktik değişiklerle, bir bakıma “bıçak sırtı” olan maçı lehine çeviriyordu.
Maç başlarken herkesin aklında bir zamanlar İsveç ve Danimarka’nın 2-2 berabere kalarak “elele” bir üst tura çıkışı vardı. Yapılan açıklamalarla bu düşünce giderilmeye çalışıldı ancak futboldu bu ve Bilic’in söylemiyle “2-2 sık rastlanan bir skor[du]”. Açıkcası bu skoru da en çok Hırvatlar istiyordu ama maç o istenen şekilde olmadı. Oynanan 90 dakika klasik bir İspanya maçıydı. Bir ara %80’lere çıkan toplama oynama oranı, her ne kadar İspanya taraftarı olsam da, bazı zamanlarda sıkıcı olmaya başlamıştı.

İspanya milli takımının aradığı gol Fernando Torres’in yerine giren Jesus Navas’tan geldi. Dikkat çekmek istediğim nokta ise golün geldiği dakikalarda İspanya yine forvetsiz oynuyordu. Hırvatistan oyunu kötü değildi aslında, ellerinden geleni yaptılar hatta Bilic tüm forvetleri oyuna alıp kendine güvenerek oyunu riske etti, eğer zaten Rakitic buluğu pozisyonu gole çevirebilseydi şu an çifte üzüntüyü(Hollanda-İspanya) anlatıyor olabilirdim.

İspanya artık çeyrek finalde, rakip yüksek ihtimalle İngiltere, İspanya’ya çok güveniyorum ancak İngiltere’nin de yavaş yavaş havaya girmesi beni korkutmuyor değil. Bu çeyrek final eşleşmesi kesinlikle çok şeye gebe olacak.

Son olarak da İspanya milli takımı formasına değinmek istiyorum. Bir zamanlar Türk Milli Takımımızın da denediği turkuaz modası İspanya’yı da sarmış görünüyor ve açıkçası çok da hoş olmuş. Klasik sarı-kırmızıdan arada sırada da olsa kurtulmak güzel seçim diye düşünüyorum

14 Haz 2012

Naziler, Hollanda, Cruyff, Van Marwijk, Huntelaar, 1-2...

Kaybedilen Danimarka maçı sonrası Hollanda teknik direktörü ve oyuncular tarafından açıklamalar yapılmış ve "büyük şok" ifadeleri kullanılmıştır. Büyük Şok'un atlatılması da turnuva takımı  panzerlerden puan veya puanlar alınmasına bağlıdır. Bunun kolay olmayacağı sadece Portakallar değil tüm dünya tarafından bilinen bir gerçektir. Zaten turnuvanın favorisi olan Almanya bu grubun da açık ara mutlak favorisidir bunu en başta kabullenmiştik ama Hollanda'nın da yabana atılmaması gerektiğini hep düşündüm. Dünkü maçın hikayesini anlatmadan önce bu maç öncesi konuşulanlara gitmek, olaya farklı yönden bakmak da gerekli diye düşünüyorum.

İki takım arasındaki rekabetin kökleri İkinci Dünya Savaşı'na, Nazilerin Hollanda'yı işgalinin yarattığı Almanya karşıtı hissiyatın yaygın olduğu döneme uzanır.

 Hollanda'nın 1970'lerdeki kadrosundan Wim van Hanegem, 1974 Dünya Kupası finali öncesinde, Nazi işgaline atfen Almanlara yönelik nefretini açıkça ifade etmişti. Hollandalı orta saha yıldızı, babasını ve kardeşlerini kaybetmişti savaş sırasında.Hollanda'nın özgürlüğünü kazanmasından sonra tarafları ilk kez karşı karşıya getiren 1974 finalinde Hollanda Neeskens'in 4. dakikadaki penaltı golüyle öne geçmiş, ancak dönemin Batı Almanyası Breitner'in 25. dakikadaki penaltısı ve Müller'in 43. dakikadaki golüyle maçı kazanmıştı.
Ama sadece şampiyon olmakla kalmamış, Johan Cruyf liderliğindeki Total Futbol'un dünya şampiyonluğunu ellerinden almıştı.Cruyf'un 3 numaralı forması eşliğinde klasikleşen Total Futbol artık Almanya ile anılmaya başlanmıştı.

1988'deki Avrupa Şampiyonası'nda yarı finalde son dakikalarda gelen golle zaferi elde eden Hollanda daha sonra finalde Sovyetler Birliği'ni yenerek Almanya'nın evsahipliğinde düzenlenen turnuvada şampiyonluğu kazanmıştı.Ancak Hollanda'nın efsanevi teknik direktörü Rinus Michels'e göre, ''asıl final, yarı final maçında'' oynanmıştı.

1988 yarı final zaferinden sonra Hollanda nüfusunun yüzde 60'ı, dokuz milyon kişi sokaklara dökülerek galibiyeti kutlarken, Hollandalıların özgürlüklerini kazanmalarından o ana kadarki en büyük kutlamaya ''1940'ta onlar gelmişlerdi, 1988'de biz'' sloganları damgasını vurmuştu

1940 da Nazi'ler in işgali sonrası Almanya- Hollanda maçları hazırlık maçı da olsa sürekli aynı önemde olması bu yazılanlar ışığında tesadüf değildir.Bu söylemlerin gölgesinde başlayan maçta Hollanda iyi futboluna rağmen Van Persie'nin cömertliği ve Mario Gomez'in golleriyle 2- 0 geriye düştü, daha sonra Van Persie tribünleri heyecanlandırsa da sonuç değişmedi ve Hollanda maçı 2-1 kaybetti. Bert Van Marwijk'in neler düşündüğünü bilemem ama yedek klübende Klaas jan Huntelaar otururken orta alanda De Jong, Van Bommel gibi iki defansif orta saha ile oynamak, kazanmak zorunda olunan bir maç için iyi bir taktik zeka oluşuna asla katılamam. Nitekim oyunca girince de pozisyon anlamında Portakalları daha da ileriye taşıdı ama ne yazıkki Bert Van Marwijk i kurtaramadı.Ayrıca Marwijk'in kurtarılabilmesi şu grupta pek mümkün görülmüyor çnkü oynanan 2 maç ve alınan 0 puan Marjwik için sonun başlangıcı olabilir. Son olarak da turnuva gösteriyor ki yaş ortalaması çok yüksek olan Hollanda'nın artık yenilenme zamanı gelmiş hatta geçiyor bile...

ALMANYA-HOLLANDA REKABETİ (kısaca)
7 Temmuz 1974: Batı Almanya 2 - 1 Hollanda Portakallar favori olarak başladıkları maçta Neeskens'in penaltı golüyle öne geçtiklerinde top Almanların ayağına bile değmemişti. Ancak Breitner ve Gerd Müller'in golleri kupayı Almanlara kazandırdı.
18 Haziran 1978: Batı Almanya 2 - 2 Hollanda Bu grup maçı Hollanda'nın sonradan Rene van de Kerkhof'un golleriyle beraberliği kazanmasıyla sona erdi.
14 Haziran 1980: Batı Almanya 2 - 2 Hollanda Kalus Allfos üç golüyle Almanlar maçı kazanıp, aynı turnuvada Avrupa Şampiyonluğu'nu elde ettiler.
21 Haziran 1988: Batı Almanya 1 - 2 Hollanda Portakallar, Marco Van Basten'in son dakikada attığı golle yarı finali geçip, finalde de Sovyetler'i yine van Basten'in hafızalara kazınan volesiyle yenip Avrupa Şampiyonu oldular.
26 Haziran 1990: Batı Almanya 2 -1 Hollanda Hamburg'daki maçtan iki yıl sonra iki takım yeniden karşı karşıya geldi. Jurgen Klinsmann ve Andreas Brehme'nin 2 golüne karşılık Koeman takımının golünü atmıştı.
18 Haziran 1992: Almanya 1 - 3 Hollanda Frank Rijkaard, Witschge ve Bergkamp'ın gollerine Almanlar Klinsmann'ın golüyle yanıt vermişti.
15 Haziran 2004: Almanya 1-1 Holllanda Fringes'in golüyle öne geçen Almanlar 81. dakikada Van Nistelrooy'un golüne engel olamamıştı.

10 Haz 2012

+habla español?, -Sì, assolutamente *


 Boğalar ile gök mavilerin son 6 mücadelesinde en azından 90 dakikalar içerisinde İspanya galibiyet yüzü görememişti, bunların 3'ünde sahadan boynu bükük ayrılmış 3'ünde de beraberlikle yetinmişlerdi. Bunun İspanya üzerinde sorun yaratmayacağını herkes tahmin ediyordu ancak; İspanya-İtalya maçı başlamadan önce herkesin aklında aynı soru vardı: David Villa’nın yokluğunda İspanya forveti kim olacak ve artık galibiyet gelecek mi?

 Bunun yanıtı Del Bosque tarafından İtalya maçının açıklanan on birinde verilmişti. İspanya milli takımı maça forvetsiz başladı. 4 savunma ve 6 orta saha oyuncusu sahada 4-3-3 şeklinde diziliş gerçekleştiriyordu. Herkes İspanya’nın pas yüzdesini biliyordu ancak golü kim atacaktı? Bu soru da maç içerisinde ne kadar haklı bir soru olduğunu gösterdi. Çünkü İspanya orta sahayı eline alıyor defanstan başlayarak pas trafiğiyle kaleye kadar çok güzel geliyordu ama gol vuruşu çıkmıyordu. Fabregas’ın bir iki pozisyonunu dışarıda tutarsak İspanya ilk yarı boyunca sadece çok iyi pas yapmıştı o kadar. Çok pasın da gol demek olmadığını örneklerle görmüştük ki ilk 45 dakika da bize bunu teyit ettirdi.
İlk yarı sonu devre arasında benim de aklıma Del Bosque kaş yapayım derken göz çıkarıyor sanki gibi düşünceler geliyordu, forvetsiz İspanya acaba korkuyor muydu? Ancak Del Bosque bir şeyler biliyordur diye geçirdim hep içimden. Sonuçta Beşiktaş(ki gelmeden önce Real Madrid'e en parlak zamanlarını yaşatmış Galacticos'u yönetebilmeyi başarmıştı) olarak değerini bilemedik fakat O'nun  teknik zekasına diyecek yoktu ama yine de  ilk yarı boyunca Torres’in ölüsü iş yapar diye sayıkladım durdum! Fabregas bu düşünceme bir dur diyecekti. Ancak Fabregas'ın golüne gelmeden önce İtalya’nın hiç beklemediğim oyun anlayışına değinmek istiyorum. İtalya milli takımının defansta olması hiçkimse için sürpriz değildi ancak inanın bu kadar güzel kontra atak yapabileceğini hiç düşünmemiştim özellikle veteran Pirlo’nun akıl dolu paslarıyla başlattığı ataklar gerçekten mükemmeldi zaten asisti de yaparak adeta kendisi ile sözleşme yenilemeyen Milan'a İtalya ligi Serie A şampiyonluğu sonrası bir kez daha mesaj veriyordu.(tabi kendisine "yaşlısın" diyenlere de).

Bir de Balotelli vardı sahada, İspanya’ya olan gönül bağıma rağmen yaptığı her harekette kırmızı görebilir diye korku ile izledim onu, Prandelli de korkmuş olacak ki sarı kartı da varken oyundan alıp Udineseli Di Natale’yi oyuna sürdü.

Di Natale’nin golünden sonra paslarına devam eden İspanya en azından pas disiplininden kopmuyordu, bunun ödülülünü de David Silva’nın asisti sonrası Fabregas’ın golüyle aldı.

Torres oyuna girdikten sonra da forvetle oynamanın farkı ortaya çıktı girdiği pozisyonlar akıllıca davranışları Buffon'u geçmeye yetmese de İspanya'nın forvetle bir başka güzel olabileceğini gösterdi. Skoru değiştiremedi belki ama diğer maçlar için sinyali verdi diye düşünüyorum.

Maç 1-1 bitti İspanya yine kazanamadı, seri 7 maça çıktı; ancak Del Bosque veya Prandelli üzüldü mü? Sanmam. Kesinlikle sevinen iki adam tanıyorum : Giovanni Trapattoni ve (adı bir dönem Beşiktaş'la da anılan) Slaven Bilic...

(** +İspanyolca Biliyor musun? -Evet, Kesinlikle.)

Bu Kez de Hayalimi Heitinga mı (Ç)alacak?


Dün akşamki Hollanda-Danimarka maçı aslında beklendiği gibi geçti denebilir. Maçı seyretmeyip bu yazıyı okuyanlar skordan dolayı bu girişe kızacaklardır elbette ama maçın genel hakimi olan Hollanda biraz forvetteki beceriksizlik(Van Persie) ve şansızlıkla(Robben) biraz da savunma hattının verimli(Heitinga) olamamasıyla maçı 0-1 kaybediyordu.

Bir önceki yazımda forvetlerin, isimleri her ne kadar büyük olsa da, yeterli olamayabileceğinden bahsetmiştim. Forvet seçimi olarak Bert Van Marjwik’e kızamıyorum da çünkü ilk 11 de başlayan forvet R. Van Persie’ydi, “kalitesini tartışamayız” klişesini bile söylemenin saçma olduğunu düşünüyorum. Burada kızılabilecek tek nokta Almanya, Portekiz gibi güçlü ülkelerin olduğu bir grupta kesin kazanılması gereken maça neden tek forvetle çıkılır?Ya da neden iki ön libero( Van Bommel, De Jong) ile başlanır.

Ben söylemiştim demeyi sevmem aslında ama yıllardır Hollanda defansında oynayan Heitinga’ya hiç güvenemedim daha doğrusu sahada stoper olarak iyi profil çizdiğini düşünmüyorum. Bu maçta da beni haklı(!) çıkardı Heitinga ve gol pozisyonunda Krohn Dehli’den çok basit bir çalım yiyerek tüm yükü Stekelenburg’a bıraktı ki golde kalecinin hatası olmadığını da milyonlarca kişi gördü.

Peki, Hollanda’nın durumu ne olacak? Herkesin “grubun kaderini Danimarka belirler” şiarı daha ilk maçtan kendisini gösterdi ve Hollanda ilk kurban oldu ama şunu da belirtelim bu “sürpriz” ile Portekiz veya Almanya ülkelerinden herhangi birisinin de karşılaşamayacağını kimse iddia edemez. Evet Danimarka bu grubun kritik ülkesi ancak Hollanda’nın kendi göbeğini kendisi kesmesi gerekecek ve Danimarka maçı sonrası Marjwik’inde açıklaması gibi Hollanda Almanya’yı yenmek zorunda ki Portekiz maçını çok iyi oynamasa da Almanya’yı yenmek hiç kolay olmayacaktır.

Portakalları sonuna kadar destekleyeceğim ancak Heitinga’dan daha fazlasını bekliyorum ve inanıyorum ki beni utandıracak (!)…


NOT: Geçen yazımda bahsettiğim Jetro Willems maçta bek olarak oynadı hatta ortalamanın da üzerinde bir performans sergiledi bana göre, en azından 1994 doğumlu bir genç için…

8 Haz 2012

Favoriler hep kazanır mı?


Euro 2012 geldi çattı, herkesin bir favorisi, plase takımı ve sürpriz yapacağına inandığı ülke/ülkeler var elbet. Ben de kendimce bazı takımlar seçtim. Hemen belirteyim kupayı kazanacağına inandığım ülke(zaten tüm dünyanın favorisi) İspanya ama benim favorim(inandığım ülke) portakallar, yani Hollanda. Ancak bu yazıyı yazma sebebim onların turnuvayı kazanmasından çok kaybederlerse bunun sebeplerini şimdiden öngörebilmek için. Yani kazanırsa insanlar şaşırmaz ama kaybederlerse özellikle İspanya için büyük etki yaratabilir. Peki bu takımlar turnuvayı neden kazanamazlar? Ülke ülke göz atalım.

İspanya neden kazanamaz?

Son Dünya ve Avrupa şampiyonu olmuş bir takım için bu soruyu sormak? Evet, çoğu kişiye saçma gelmesi çok normal hatta doğal. Çünkü çoğu kişi özellikle İber Yarımadası’nın İspanyol sakinleri bu turnuvada da ipi göğüsleyeceklerinden neredeyse eminler. İşte bence İspanya bir problemle karşılaşacaksa bu güven yüzünden olacak.
İspanya milli takımına genel bakış attığımızda iskeletini yıllardır Real Madrid ve özellikle Barcelona oluşturuyor ve artık alışık olduğumuz gibi LA Liga’yı bu iki takımdan birisi kazanıyor yani şampiyon olmaları klasikleşmiş iki takım ve onların oyuncularından söz ediyoruz. Doğal olarak bu takım oyuncularındaki ego patlaması da günden güne artıyor. Real Madrid’den farklı olarak, Barcelona oyuncuları ve Katalan basınında İspanya Milli takımını var edenin Barcelonalı oyuncular olduğu ve onlar olmazsa İspanya milli takımının da olmayacağı konulu söylemler git gide artmaya başladı evet bu profesyonelce oynanan hiçbir maçta gözle görülmedi ama ortaya çıkması muhtemel bir durum olarak görüyorum ki İspanya milli takımını kötü etkileyecektir.
Bir diğer konu da Jose Mourinho. Buraya nerden geldik diye sorabilirsiniz haklı olarak ama bana göre Real Madrid’in başına geçtiğinden beridir El Classico’lar daha bir sert oynanmaya ve ölüm-kalım mücadelesine dönüştürülmeye başlandı. Mourinho takımı belki de böyle motive ediyordur, O'nun teknik direktörlük konusunu kimse sorgulayamaz zaten ama bu sert gidişatın İspanya milli takımında oynayan El Classico taraflarının da ilişkilerini kesinlikle etkiliyor. Turnuvaları yıldız oyuncular toplamının değil takımların kazandığını düşünürsek Pique’nin yanındaki Ramos ile anlaşması ve ona güvenmesi bu takım için şart gibi görünüyor.

               Hollanda neden kazanamaz?
Bu sorunun İspanya’ya göre daha mantıklı olduğu kanaatindeyim. Benim favorim Hollanda ama eksiklerini de bir türlü görmezlikten gelemiyorum. Bir kere senelerdir şampiyonalara takımlarında müthiş sezonlar geçiren forvet oyuncularıyla katılıyorlar ama sonuç olarak bir türlü verim alamıyorlar, özellikle bu son dönemde kendini gösteriyor(Ruun Van Nistelrooy’u kesinlikle dışarıda tutuyorum). Bu sene de Van Persie onların gol umudu olacak dilerim de bu görevini en iyi şekilde yerine getirir.
Bir diğer sorun olabilecek nokta ise defans bölgesi bana göre. Özellikle stoper mevkiinde Heitinga ve Mathijsen diğer ülke takımlarının stoperlerine göre sönük kalıyorlar ve güven vermiyorlar açıkçası. Ben ve eminim ki bir çok futbol sever Hollanda orta sahasını izlemekten zevk alacaktır ancak saydığım bir dizi olumsuzluklar Hollanda’yı bir kez daha finali evden izlemeye mahkum ederse ben de en az onlar kadar üzüleceğim.
İspanya kazanırsa üzülmem ama Hollanda kazanırsa Türkiye’nin olmadığı şampiyonada çok sevineceğim kesin. Portakallara başarı dileklerimle…

NOT1:David Villa olan bir fotoğrafı özellikle seçtim çünkü onun olmaması büyük İspanya için büyük dezavantaj yerine oynayacak Llorente, Pedro, Negredo veya Torres gibi oyuncular olsa bile...

NOT2: Son olarak şunu da söyleyeyim turnuvanın en genç oyuncusu Jetro Willems de Hollanda milli takım kadrosunda yer alacak 30/03/1994 doğumlu defans oyuncusu, oyuna girer çok güzel oynar veya gol atar işte o zaman kariyerimi sorgulamanın vakti gelmiş demektir. Jetro Willems henüz 18 yaşında…

16 Nis 2012

Bahanemiz vardı...


Şimdi eğri oturup doğru konuşmalı. Bir Beşiktaşlı olarak yürekten galibiyet istesem de bunun bu seneki formda Galatasaray'a karşı, ne yazık ki, olabileceğine pek de ihtimal veremedim.
Olsun yine de inanıyordum; hani İnönü'de o muhteşem taraftarımız önünde herşey bambaşka olabilirdi. Kadroları daha önce, yağmur muhalefeti sebebiyle iptal olan maç öncesi öğrenmiştik. O zaman da anlayamamıştık ilk 11 çıkan Holosko'yu, maç esnasında da anlayamadık. Holosko bir kez daha gösterdi ki bu takım bu tarz oyunculara kalmamalı. Tabi ki yerine giren Simao'nun da ondan pek bir farkı olduğunu ve olabileceğini düşünmüyorum.
Maç başladı, Galatasaray sahaya çok iyi yayılıyordu. İyi oynuyor gibi görünsek de etkili olmamız biraz geç oldu. İlk yarı bitmeden 3 net pozisyon bulup cömertçe harcayarak maçın durmunu az çok ortaya çıkarmaya başladık aslında. Galatasaray da ilk yarı bitmeden golünü atarak bu ikramımızı geri çevirmedi, çeviremezdi de... Gol pozisyonundaki ofsayta ise yazının sonunda değinmek istiyorum.
İkinci yarı yine çabaladık uğraştık ama olmadı, Galatasaray ikinci golü atıp rahatladı ve aslında o dakikada bitirmişti maçı.
Şimdi gelelim asıl mevzuya, bana göre asıl mevzuya desem daha doğru olacak;
1)Hüseyin Göçek,
2)Beşiktaş taraftarı.
Sevgili Hüseyin Göçek hakem olarak iyi niyetli olabilir ama ben Quaresma'ya kırmızı kart göstermeyen, ofsaytı çalmayan, Eboue'ye ve Engin'e maç sonuna kadar kart göstermeyen (itirazlarından ve sürekli konuşmalarından dolayı), taca çıkmayan topu taç olarak veren, maça hiçbir şekilde hakim olamayan birine nasıl güveneyim? Yani yine bir önceki GS-BJK maçında çok kötü yönetim gösteren bir hakem nasıl olur da aynı maça ikinci kez verilir? Bu kadar futbolcunun, bu kadar teknik adamın ve çalışanın emeğini o kadar taraftarın çilesini hiçe sayan, gasp eden bir hakemin vicdanı var mıdır merak ediyorum? Sorum aptalca oldu fark ediyorum. Emek hırsızlığına her zaman herkes için hep karşı olduk ve olacağız. Ama zor geliyor yahu haksızlığa katlanmak, çünkü bahanemiz vardı bizim...
Son olarak bahsetmek istediğim, cefakar Beşiktaş taraftarıdır. Şimdi insanlar içten içe düşünüyor ve söylüyor böyle taraftar mı olur diye. Ama inanın sabrımız taştı artık, sanıyor musunuz ki orada bağıran kendini yırtan, sahaya inmeye çalışan taraftarlar bunu sadece bir yenilgi uğruna yapıyor?? İnanın bana alakası bile yok! O çırpınışlar başta Hüseyin Göçek ve yandaşlarına, bir türlü top oynamak istemeyen ve tahriğin her türlüsünü yapan bazı GS'li futbolculara, hiçbir şekilde futbolunu oynamayan Beşiktaşlı sevgili yıldızlarımıza ve sürekli özlenen şampiyonluğun yine "kursağımızda kalması"na olan tepkimizdendir. Bunlar içimden geldi yazdım, hatam olduysa affola ama son sözü yine cefakar taraftarıma bırakıyorum;
Bahanemiz Vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Her bebeğe doğumdan sonra rengarenk giysiler giydirirlerdi... Bize ise Siyah-Beyaz..
Ama bahanemiz vardı.. BEŞİKTAŞLIYDIK.

Annemiz , Babamız ilk onların adını söylememizi beklerken.. Biz Siyahhh diye haykırdık.
Ama bahanemiz vardı... BEŞİKTAŞLIYDIK.

Okuldaki resimlerimiz hep renksiz olmuştu.. Öğretmenlerimiz bize kızmıştı…
Ama bahanemiz vardı… BEŞİKTAŞLIYDIK..

Defterin kenarına köşesinde BEŞİKTAŞ yazardı… Azar işitirdik..
Ama bahanemiz vardı.. BEŞİKTAŞLIYDIK..

Üniforma üzerine forma giymek yasaktı.. Aşk işte ne yaparsın.. Biz giyerdik formamızı..
Ama bahanemiz vardı.. BEŞİKTAŞLIYDIK..

Devamsızlığımız çoktu.. Belki maça gitmiştik.. belki bir taraftar toplantısına..
Şehirimiz neresi olursa olsun ..
Bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Maçtan bir sonraki gün.. Arkadaşlarımızla konuşamıyor , tahtaya kalkamıyorduk.. Sesimiz kısılmıştı…
Ama bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Sevgilimizle buluşmamızı iptal etmiştik..Belkide bu ayrılma sebebi olmuştu bizim için
Dedik ya bir kere biz BEŞİKTAŞLIYDIK !

Hastaneye düşmüştük belki hastaydık.. Bağırmak yasaktı hastanede ama ziyaretimize gelen arkadaşlarımız tezahuratlarla gelmişti hastaneye.. Affedin bizi..
Ama bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Paramız yoktu belki.. Ama bir taraftar grubundaydık.. Bizi bekliyordu Beşiktaş orada..
Olsun varsın paramızı feda ettik… Bekli de bir gün yemek yemedik.. Açtık..
Ama bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Ölmüştük söz verdiğimiz gibi Beşiktaş uğruna.. Belki mezarlıkta bağırmak günahtı,ayıptı.. Ama kardeşlerimiz tezahuratlarla gömmüştü bizi kara toprağa..
Affet bizi imam amca.. Bahanemiz var..

BİZ BEŞİKTAŞLIYIZ …..


DOĞARKEN DE..
YAŞARKEN DE..
ÖLÜRKEN DE...

BİZ BEŞİKTAŞLIYDIK..
BİZ BEŞİKTAŞLIYIZ !!!!

15 Şub 2012

Kartal Braga'da Yüksekten Uçtu

Avrupa Ligi'nde D.Kiev, S.City ve M. Tel-Aviv ile birlikte yer aldığı E grubunu 1. sırada bitirerek bir ilke imza atan Beşiktaş'ta yüzler gülüyordu. Bu başarısı, ligde aldığı galibiyetler ve yenilmezlik serileri, üstün form sahibi Beşiktaş'ı Avrupa manşetlerine taşımış ve ligde de zirveye ortak yapmıştı ancak her zirve çıkışının bir de iniş safhası olduğu yine gözler önüne serildi; Karakartal Süper Lig'de son 4 maçta yalnızca 1 puan alabildi. Bu travmatik dönemin acil çıkış kapısı ise elbette ki Avrupa Ligi İkinci Turu'ndaki Braga maçıydı. Tüm Türkiye basınında hem futbolcuların hem de teknik patron Carvalhal'ın tek çıkış noktası Braga deplasmanı olarak gösteriliyordu. Çok doğru bir tespit olduğu ortadaydı, çok sevilen ve el üstünde tutulan Quaresma'nın Mersin İdman Yurdu maçındaki sorumsuz davranışı, Simao'nun isteksizliği, Carvalhal'ın bu düşüşe müdahele edememesi bir anlamda takım içinde bazı çatlaklar olduğunu belgeliyordu.
İşte Braga maçı böyle bir zamana denk geldi ki, maçı kazanmak bir anlamda kötü günleri geride bırakmak olacaktı. Bunun farkında olan Carvalhal belki de savaşçı bir takım sahaya sürerek bu düşünceyi gösterdi. İlk on bir açıklandığında sahada bir Beşiktaş forveti görememek eminim benim gibi tüm Beşiktaşlıları da bir anlık şaşkınlığa götürmüştür ki, forvetsiz oynamak Beşiktaş'a sıkıntı yaratmadı da değil ancak 30. dakika Braga aleyhine gelen kırmızı kart işleri tersine çevirdi ve belki de bir eksiklik, bir hata olarak görülebilecek bu taktiksel diziliş kendini ele vermedi.
Maçta kırmzı kart sonrası üstünlüğü ele alan Beşiktaş dakika 37'de artık klasikleşen "Fernandes yapar ortayı, Sivok vurur kafayı" sloganını haksız çıkarmayarak bu ikili bir tipik Kartal golü daha atıyordu ve Sivok Beşiktaş'taki en golcü sezonunda listeye 1 gol daha yazıyordu. Oyunun kontrolü tamamen Beşiktaş'taydı, bunda kırmızı kart kadar Beşiktaş defansının üstün mücadele örneğinin ve mükemmele yakın performansının da etkisi var diye düşünüyorum. İkinci yarıda ise yine Fernandes sahneye çıkıyor ve Simao'ya asisti yapıyordu. Burada şunu da söylemek lazım ki hala "bu Fernandes neden büyük takımlarda oynamıyor, adamlar biliyor abi bu adamda bir numara yok almazlar tabi, ancak Beşiktaş'ta oynayabilir." gibi düşüncelere kapılanlara Fernandes oynadığı oyunla birkez daha cevap veriyordu.
Son olarak Beşiktaş'ın cefakar, vefakar taraftarına da değinmek gerekir. Türkiye'den kilometrelerce uzakta Braga'da maç başından itibaren susmayan ve hem futbolcular hem de televizyondan maçı takip edenler için için İnönü atmosferi yaratan taraftarlara teşekkür etmek gerekir. Hani Braga'lı taraftar stadı doldur(a)mamış orası gerçek ama Beşiktaş taraftarı yine formunda, yine deplasmandaydı.
0-2 lik güzel sonuç tabi ki bazı soruları da beraberinde getirdi; Lazio mu A.Madrid mi?


12 Şub 2012

Bir Rüya Daha Bitecek, Nistelrooy Yaş 35...


Herkesin futbolu sevmek için nedeni var mıdır? Ya da futbolu sevmek için nedene gerek var mıdır?
Bu soruların cevapları herkes için farklıdır ama benim için bir sebep var ki gerçekten futbolla olan ilişkimi en tutkulu döneme taşımıştır.
Belki çoğu insan için yaşayan efsane(ki bu tamlamaya da sinir olmuşumdur) denildiğinde akla ilk gelen isim değildir ancak benim için önemi büyüktür Ruud Van NİSTELROOY'un.
Nistelrooy'la tanışmam onun Manchester United zamanına denk gelir.Nistelrooy PSV'den gelmiştir ve United ile beraber ligde fırtınalar estirmektedir.
Hani ilk izlediğim maçını hatırlıyorum da yüzümdeki aptallık ve mutluluk, sevdiğim kızın benden önce davranarak bana açıldığı anda hissettiklerimle eşdeğerdi.Seyrederken Nistelrooy'u, farkediyorsunuzki, klasik futbolcu görüntüsünün altında inanılmaz bir futbol ve pozisyon bilgisi var ve -genel de Türk futbolunun kanayan yarası olan-son vuruşlardaki inanılmaz becerisi sizi etkilemeye yetiyor. Bu becerinin yanında O'nun Manchester taraftarıyla bütünleşmesi mükemmeldir, hep istemişimdir Nistelrooy'un golü sonrası tüm taraftarlarla beraber "Ruud Ruud Ruud" diye bağırabilmek...Çocukluk heyecanıyla aldığım ilk forma da tabiki Nistelrooy'un 10 numaralı forması olmuştur.Zaten hayali gerçekleştiremesemde hala kulaklarımda o uğultu: "Ruud Ruud Ruud"...
Ayrıca söylemem gerekir ki herhangi bir futbol oyununda Manchester United'ı ve daha sonra da Real Madrid'i seçme sebebimdir Ruud Van NİSTELROOY, hani ona gol attırabilmek için çok emeğini yemişimdir Ryan Giggs veya David Beckham'ın :) Ama atıyor adam ...

Beni bu yazıyı yazmaya iten de aslında bir korku sebebidir, yani söylemek istediğim çocukluğumuzda bizi hayallere götüren çoğu futbolcu birer birer bırakıyor futbolu ve (kesinlikle kabul etmesem de) artık Ruud Van Nistelrooy'un da zamanının dolduğunu düşünenler hiç de az değil.O bıraktığında yazacak şeyler çok olacaktır belki ama ben O'nun bırakmasını istemeyerek ve bundan korkarak yazıyorum bu satırları...
Peki bunca sözden sonra biraz da performasnından bahsetsem uygun olacaktır galiba.Her futbolcu gibi Flying Dutchman'in* de bir futbolculuk serüveni vardır, bir göz atalım; asıl ismi ; Rutgerus Johannes Martinus van Nistelrooij'dur 1 Temmuz 1976 günü(evet ne yazık ki 35 yaşında) Hollanda'nın Oss şehrinde dünyaya geldi.Futbola FC Den Bosch takımının 19 yaşaltı takımında başladı daha sonra FC Den Bosch'un A takımında 4 sezon geçirdi ve çıktığı 69 maçta 17 gol attı FC Den Bosch formasıyla bu performansı sonrası Heerenveen'e 2 milyon dolara transfer oldu.Heerenveen macerası yalnızca 1 sezon(31 maç 13 gol) sürecek ve PSV tarafından keşfedilecekti.İşte asıl patlamayı PSV'de 67 maçta 62 gol ile yaptı, daha doğrusu tam patlamayı yaptığı sırada ayağını kırdı ve o sıralarda Sir Alex Ferguson'un transfer listesindeydi ancak ayağının kırılması onu hem Manchester'ın transfer listesinden çıkardı hem de 9 ay sahalardan uzak tuttu. Ancak o 9 ay sonrası çıktığı ilk PSV maçında 2 gol birden atınca yeniden Ferguson'un transfer listesine girdi ve sezon sonunda Ruud 19 milyon pounda Kırmızı Şeytanların yeni üyesi oldu. 2001-2005 arası United'da 150 maçta 95 gol atarak müthiş bir performans göstedi.Ruud 2002-2003 sezonunda Premier League gol kralı oldu.Ardından 2006 yılında Manchester United'tan Los Galacticos'a yani Real Madrid'e 15 milyon euro karşılığında transfer oldu ve 4 yıl bu takım için ter döktü.Madrid'de 68 maçta 46 gol 11 asist yaparak ulaşılması güç rakamları yakaladı.2009-2010 sezonunda Hamburger SV ile sözleşme imzalayan Nistelrooy, ardından da bu sezon itibariyle yeniden İspanya'ya dönmüş ve Malaga forması ile taraftarlarını selamlamıştır.
Ayrıca Nistelrooy Premier League tarihinde 8 maç arka arkaya gol atma rekorunu kırmıştır ve Michael Laudrup, Jens Lehmann, Clarence Seedorf, Claude Makalele'nin ardından Avrupa'nın 6 büyük liginden 3'ünde şampiyonluğa ulaşan bir başka isim olmuştur.Ayrıca yine 3 farklı ligde gol kralı olmayı başaran ilk isimdir.
Premier lig'e dahil olduğu ilk sezonda 23 gol atarak, bu alanda bir rekora imza atıp, ilk sezonda en çok gol atan yabancı futbol olmuştur. Bu rekor 2007-2008 sezonunda Fernando Torres tarafından kırılarak bir gol daha ileri taşındı ve 24 oldu.
Milli takım formasıyla da çıktığı toplam 70 maçta 35 gole imza attı.

Daha sayılabilecek, yazılabilecek o kadar çok şey var ki ancak belli ki sığmayacak bu satırlara olsun yine de O'nu biraz olsun anlatabilmek güzel.Gol deyince aklımıza; bu işi onun kadar rahat yapabilen çok kişi gelmeyecektir buna eminim.Yaşı 35 olmasına rağmen hala yeşil sahalarda görmek istediğim ender isimlerden birisi, şimdiden üzülüyorum çünkü O da bir gün bırakacak futbolu, her güzel şey bitiyordu değil mi ? Pardon unutmuşum... Ruud Ruud Ruud...

*Flying Dutchman onun lakaplarından bir tanesi (Van Gol gibi), ve bu lakabı aldığı maç bir Fulham maçı, topu ortasahadan alıp attığı gol hafızalara kazınmıştır ki bence de kariyerinin en güzel golüdür. Paylaştığım videoda en güzel gollerinin derlemesi var ve videonun son golünde Flying Dutchman ortaya çıkıyor...
Şimdiden herşeyin için teşekkürler, Ruud Van NİSTELROOY...


24 Oca 2012

Gool!!!- Yok Yok Ofsaytmış, Server Söyledi...




En son yaşananlar Antalyaspor-Beşiktaş maçını karıştırdı. "Ali Tandoğan sağdan girdi , içeriye çevirdi Necati vurduuu, goooooollll... hayır hayır yardımcı hakem golü vermedi sevgili seyirciler..." yayıncı kuruluşun spikerinin ağzından dökülen sözlerdi bunlar. Herkes gol diye ayaklanmıştı Antalya tribünlerinde ama yardımcı hakem ,sonraki günkü gazetelerin deyimiyle 'buz gibi', golü göremedi...
Bu son olaydan sonra aklıma hep tartışılan futbolda teknoloji atışmaları geldi; hani vardı ya çipli top, sensörlü direk, uçan kamera tarzı şeyler onları söylüyorum işte...Artık özellikle son dünya kupasında yaşanan (bknz;İNG(Lampard)-ALM, ARJ(Tevez).-MEK. maçları) bazı tartışmalı maçlar sonrası FIFA Başkanı Sepp Blatter'in de köşeye sıkıştığı söylene gelen bir konu haline geldi 'futbolda teknoloji' meselesi.
Ben olaya biraz daha farklı bakmak istiyorum, özellikle Beşiktaşlı olarak her ne kadar son maçlarda istemesek de lehimize gelişen hakem hataları olsa da teknolojinin futbola girdiği her an oyunun ruhunun da biraz daha kaybolduğunu düşünüyorum. Evet çizgiyi geçen topun gol sayılmasını bende tüm taraftarlar gibi istiyorum ama bu kararı bir hakemin vermesi takdirimce bir robotun vermesinden daha iyi olacaktır.
Futbolda teknolojinin güzelleştirdiği kısımlar yok değil, özellikle ayakkabı ve formalardaki gelişim oynayanlara, istatistik konusundaki gelişmelerde (kim ne kadar koştu, kaç şut attı...) izleyenlere keyif verebiliyor.Ayrıca 4 hakeme de takılan kulaklık sayesinde iletişim kurabiliyor hakemler birbirleri arasında bu da güzel birşey futbol için ama hani şu yorum vardır ya "hakemin takdirine kalmış verse de olurdu vermese de" işte ben bu yorumun ölmesini istemiyorum hiçbir zaman.
Farklı bir durum daha var aslında, futbol, dünyanın en ücra köşesinde bile oynanan evrenselliğinden şüphe edilmeycek bir oyun. Bazen iki taş, bir şişe bile seni C.Ronaldo veya Z.Zidane yapabilir. Bunları da düşünerek herkesin teknolojinin getireceği çok yüksek ekonomik yükü taşıyabileceğini kabul etmek aptallık olacaktır.Futbol sadece İngiltere'de veya İspanya'da oynanmıyor ,futbola kısmen teknoloji eklenmesi de mümkün olamayacağı için ben topa Zidane gibi vurmaya devam etmek istiyorum.
Bu şekilde bir uygulama yapıldığı zaman hakemlerin de nasıl sınıflandırılacağını çok merak ediyorum hani var ya Avrupa'da "elite 20" tarzı sıralamalar. O zaman her şeye makinalar karar verecek hakemin iyiliği nasıl belli olacak , çok koşarsa mı iyi olcak yada heralde kurallara uyarsa en iyisi seçilecek, monitöre bakarsa, çipten gelene cevap verirse falan yani...
Gelişmeleri aralıklarla da olsa takip etmeye çalışıyorum ve özellikle son dünya kupasından sonra FIFA teknoloji için iki aşamalı bir deneme sistemi geliştirdi ve katılımcı firmaları davet etti. Ama öyle denemeler oldu ki ilk aşamada, komedi filmlerinden farksız özellikle ismi açıklanmayan bir şirketin ürettiği çipli top üstten auta giderken hakeme 'Gol' olduğu sinyalini gönderiyordu...Neyse onlar deneme yapadursun ben (her ne kadar Beşiktaşlı olarak hakemlerden canımızın cok yandığını düşünsem de, ki diğer takım taraftarı arkdaşlarım da kendi takımları için aynısını düşüneceklerdir...) futbolu 6 değil 4 hakemle makina olmayan toplarla ve çizgiyi geçti mi geçmedi mi tartışmalarıyla izlemeyi seviyorum. Kaldı ki zaten o teknolojiden önce henüz ülkemizde taraftarlar iğrenç bir turnike sistemiyle stada zorlukla girebiliyor maç bittiğinde evine ulaşmak için saatlerini veriyor... Hani bu tartışmalar da modernleşen dünyanın bir kopyasını andırıyor hangi lükse ulaşırsan sonraki isteğin bir sonraki lüks oluyor (bkz:İngiltere).
Ayrıca yazımı bitirmeden önce şunu söylemeliyim ki herkes bu konudaki gelişmeler için Sepp Blatter'in ağzına bakıyor ama iş o kadar kolay değil yani; futboldaki kuralları değiştirme yetkisi FIFA'da değil, International Football Association Board kurulundadır. Bu kurul "Britanya", yani İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda'nın futbol federasyonlarının temsilcileri ile FIFA'nın temsilcilerinden oluşmaktadır. Kurulda Britanya federasyonlarının her birinin birer oy, FIFA'nın ise dört oy hakkı vardır. Kurul üyeleri futbol camiasında muhafazakarlıklarıyla* ünlenmişlerdir. Mesele sırf Blatter'in "ok" demesiyle çözülecek bir durum değil anlayacağınız.
Dakika 90 sevgili seyirciler orta sahadan yükleniyor Beyaz takım sol taraftaki boşluğu gördü , sol taraftan ilerliyor yaptı ortasını , kafaaa ve gooooooolllll ... Yardımcı hakem orta sahaya koşuyor hakem orta noktayı gösteriyor ama o da ne itiraz geliyor ve şimdi bilgisayarımız ofsayt mı değil mi tespit edecek siyah takımın yalnızca 1 itiraz hakkı kalmıştı... Bakıyoruz evet 0.3 cm ile ofsayt gol iptal ve maç bitiyor... Tenis ile futbolu birleştirmeye çalışan zihniyet , neyin kafası bu???
Not 1: Antalyaspor'un golü çok net, biz haketmedik...
Not 2:"En iyi bildiğim şeyler ahlak ve yükümlülüklerdir, bunu da futbola borçluyum."
— Albert Camus



1 Oca 2012

22 Kişi 1 top- Özgürlük


Özgürlük nasıl bir şeysin sen? Bazen özletiyorsun kendini gerçekten ama bazen de unutuluyorsun resmen. Sana söyleyecek laf yok fazla fazla ama sen var mısın yok musun nasıl anlayacağız biz, nasıl anlamamız gerekir? İnsan arıyor seni her yerde; sokakta yürürken, internete girerken veya konuşurken peki sen neredesin gerçekten, futbolda var mısın? Yok, yok sakın yanlış anlama sıkmayacağım yine seni "şike muhabbeti" üzerinden, konu farklı aslında ama iki çift lafım var bir dinlesen...
Bu özgürlük konusunda çok düşünür oldum birkaç senedir, neye yorayım bilmiyorum, büyüdüm belki de hafiften ancak bunu futbol da da aramam için birkaç sebep vardır yakın zamanda olan.
Futbol. 22 kişi 1 top onca insan, amaç galibiyet peki öncelikle asıl amaç "GOL". O çılgın(!) 22 insan gol atabilmek karşı kaleyi fethedebilmek(Türkler olaya "kale savunması" olarak bakarlar, bu bir savaştır aslında, ayrıntılar için;http://www.erdemdenk.com/kale.htm) için uğraşır 90 dakikalar boyunca. Hedefe ulaşıldığında yani o gol atıldığında doğal olarak hazzı da çok büyük olur.İşte bu hazzı insanlar kendi ifadeleri ve hareketleriyle özel hale getirirler. O golün kutlamasını yaparlar içlerinden geldiği gibi gol sevinci yaşarlar bu belki de o oyuncu için gol kadar mutluluk verici, seyredenler için de seyretmesi keyiflere keyif katan bir olaydır. Bu kısım da bence özel olmalı, çünkü bir futbolcunun en çok özgürlüğü hissettiği alan olarak görüyorum gol sevincini...
Öncelikle burada gol sevinçleri konusundan bahsederken Roger Milla yı anmamayı hem O'na hem de futbola hakaret sayarım! Çünkü o ilginç/farklı futbol sevinçlerini, literatüre sokan ilk adamdır.Babam hep anlatırdı "Roger Milla hep sonradan girer ama mutlaka golünü atar" biraz golcü kişiliği ancak bunun yanında kendine has gol sevinciyle gollerinden çok sevinçleri akılda kaldı Roger Milla'nın.(Roger Milla:http://www.youtube.com/watch?v=wZtx3tkJqso)
İşte bir anlamda Roger Milla ile başlayan serüven günümüzde farklı boyutlara ulaştı hem golü atanlar hem seyredenler için. Ben de burada değinmek istiyorum ki, dünya üzerinde insanlara genellikle bu konuda yeterince özgürlük tanınmış değil insanlar bu sevinçleri yüzünden cezalar alabiliyor ki bu futbolu seven benim gibi insanlar için çok büyük bir hayal kırıklığı. Yani burada yanlış anlaşılmasın tabi ki bu sevinçlerin sınırları olmalı, ırkçılık yapan veya hakarete varan sevinçler yaşayan futbolcular tabi ki engellenmeli buna ben de katılıyorum ama futbolcular bu özgürlükler dünyasında(!) bu sevinçleri yüzünden ceza almamalıdır.
İşin özü biz futboldan tüm zevki alabilmek için herşeyi tüm gerçekliğiyle görmek istiyorsak bu gol sevinçlerinde de görülmelidir. Kardeşi olarak gördüğü, arkadaşı Daniel JARQUE'yi gol sevincine katan formasının altında onun ismini taşıyan Andres INIESTA kadar, gol sonrası formasını altında Filistin yazılı tişörtü gösteren KANOUTE'nin de özgürlüğü aynı olmalıdır. Burada işi futbolda siyaset olmamalı konusuna getirmeye kalkarsak bence bu futboldaki siyaseti Kanoute'nin tişörtü altında aramak yerine futbolu ve kulüpleri yöneten sevgili yöneticilere bir sormak gerekir. Öncelikle temizliğe oradan başlanmalı ki Kanoute'nin hareketinin siyasi değil diğerlerinin anlamadığı gibi, gayet insani olduğunu düşünüyorum. Benim için Jarque kadar orada kötü koşullarda yaşayan/ölen insanlar da değerlidir, onlar için olmasa da...
Naçizane, yazarın notu (aslında yazarın alıntısı demek daha mantıklı) : "Futbolun 22 adamın topun peşinden koşması olduğunu düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet'in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu söylemekten bir farkı yoktur." J. B. Priestley, The Good Companions, 1928

25 Ara 2011

TARAFTAR değil miydik BİZ...?




Seviyorduk... Küçüktük o zaman farkında bile değildik belki de bazı şeylerin, çünkü masumduk, bilmiyorduk şike, teşvik ve onca yalan dolan, renkleri görünce heyecanlanıyorduk, galiba o zaman tam olarak bize taraftar deniyordu...
Şimdilerde öyle anlamsız şeyler oluyor ki Türkiye'de, en çok sevdiğim ve karşılıksız yaptığım "taraftarlık" işini bana yaptırmıyorlar. İnsan aldatır mı sevdiğini? Aldatmamak için öyle şeyler yapan, yemeğini simitle geçiştiren, yırtık ayakkabısını yenilemeyi yine erteleyen, stada yürüyerek giden ve o artırdığı parayla bilet alan insanlardan bahsediyorum. Hani bazılarının 'müşteri' olarak baktığı insanlardan, yani senden, yani benden bahsediyorum güzel kardeşim.

Kulüpleri için hazırdır tüm taraftarlar fedakarlığa, gerek yoktur bunun için yıldız futbolcuya, karizmatik formalara, kaşkollara... Bunu görse bazı yönetici sevdiklerimiz(!) anlasa artık bu fedakarlığın nelere mal olduğunu. Çok sevdiğimiz takımlarımızdan o bilet fiyatları yüzünden ayrı kalmasa o gerçek taraftar, şu numaralıda VIP'de oturanlardan bahsetmiyorum, var ya ayakta 90+ daha nice dakikalar susmayan, onları kastetmekteyim.

Ya yok yok biliyorum biz anlaşamayacağız sizinle, bilet fiyatları ve futboldaki diğer katma değerleri geçtim de siz bizi ne hakla almıyorsunuz stadlara??? Bir bir sorsanız şu taraftarlara büyük bir bölümü gitmeyi en çok istediği ve arzuladığı maçı, herhangi büyük veya küçük bir deplasman maçı olarak açıklayacaktır. Çünkü hiçbir sevgili yöneticimiz bilmese de deplasmanda takımını yalnız bırakmama olgusu hem futbolcular hem takım için ayrıca önemlidir. Benim bu en keyif veren, bu takımıma güç veren taraftarlık görevimi, daha da önemlisi bu özgürlüğümü nasıl alırsınız elimden? Lütfen kimse bana yok güvenlik önlemi, yok holiganlık zırvalıklarından bahsetmesin...Bizim aşkımız renklere değil mi? Bırakın peşimizi, girmeyin aramıza...

O deplasmandaki derbi maçında, Quaresma o çalım sonrası golü attığında, Alex o frikiği vurduğunda, Elmander köşeye plaseyi yaptığında ve Burak gol kralı olabilmek için bir gol daha attığında koşup kiminle kucaklaşacak, aramayacak mı gözler o az sayıda da olsa hazzı paylaşmak için bekleyen taraftarı? Ayrıca o taraftar için belki de o an gibisi olmayacak bir daha... Kim verecek bunun hesabını?? Lütfen daha fazla komik olmayın sevgili yöneticilerimiz. Deplasman bir HAK'tır ve hakkıma elini sürme...
Takımını seven, TARAFTAR...