Hüseyin Ali Sözen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Ali Sözen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eki 2012

Savaşa Karşı Futbol, Üstünidman ve Sine-i Mektep

Work and Travel programı aracılığıyla ABD'ye gittiğim o yaz Siyasal'dan bir futbol sevdalısının blogger aradığını öğrendim Ülken vasıtasıyla.
O güne kadar hiç tanışıklığımız olmayan bir arkadaştı kendisi.
"Savaşa Karşı Futbol" isimli blogunu biliyordum sadece. 
Ben bu arkadaşa "çalışırken kimi zaman boş vaktim oluyor, istiyorsan sana bir Ronaldo(dişlek olanından) yazısı yollayayım" dedim.

Ronaldo'yla ilgili uzun bir çocukluk anısını dökmüştüm kağıda; 1998 Dünya Kupası boyunca ağabeyimle girdiğim Fransa-Brezilya rekabetini içeren. 
O Zidane hayranıydı bense Ronaldo. Bilmiyorum tabi o zamanlar Zidane'ın da Ronaldo hayranı olduğunu. Bilsem ağabeyimi de çok rahat "Ronaldocu" yapardım. Gerçi o tarihte Zidane böyle bir beyanatta bulunmamış da olabilir. Neyse işte...

Kendi paramı biriktirip alamamıştım dişleğin formasını. Maddi durumu benden daha iyi olan bir arkadaşımın Ronaldo formasını bir şekilde almıştım. Bir yaz boyunca o formayı sırtımdan hiç çıkarmadım desem yeridir. Neyle takas ettiğimi hatırlamıyorum. Muhtemelen ya mahalle arasında arkadaşlardan "üttüğüm" taso koleksiyonu ya da futbolcu kartlarıyladır. Bilemedim...

Ben tabi ki bunların hiçbirisinden o yazımda bahsetmek istemedim. Nedense bir garip geldi benim hayatımdan kesitleri bir futbol blogunda paylaşmak(hele de hiç tanımadığın bir insanın blogunda).

Ronaldo'nun devri geçmişti artık. Brezilya milli takımının 2010 Dünya Kupası kadrosuna da alınmamıştı. Hem de attığı onca güzel gole rağmen.
Çalışmaktan geriye kalan vakitlerde bol bol ESPN üzerinden Dünya Kupası izlemeye çalışıyorduk ev arkadaşlarımla. Türkiye'de insanlar için bir eziyet ve kara komedi halini alan "Ömer Üründül'ün 'bloklar arası bağlantı' ve Levent Özçelik'in 'Köyt' muhabbetlerinden uzakta.
Ben de yazdım Ronaldo'nun vedasını ve Dünya Kupası analizlerini içeren bir yazı ve yolladım Salih'e.

İşte o gün kuruldu Üstünidman. Resmi olarak değil tabi ki. 
Sadece ilk adım olarak. 
Daha sonra Salih geldi ve bir ekip oluşturuyoruz Siyasal'da Ali'yle birlikte dedi. Futbol blogu yazacağız. 
Ülken, Hüseyin Ali, Sezgi, Funda, Alpay, Tarık, Salih ve ben toplandık. Blogun adını koyduk, okulumuzun ilk beden eğitimi hocası Ali Faik Üstünidman'ın soyadını kullanarak. Daha sonra Emre, Burak ve son olarak Kürşat katıldı aramıza.

Bugüne kadar blogun içeriğine, tasarımına vs. katkıda bulunan yazar arkadaşlarımızla birlikte şimdi de yeni bir serüvene daha çıkıyoruz. 
Artık Üstünidman'daki içeriği yazılı olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin gayri resmi yayın organı olan 'Sine-i Mektep adlı gazetede on beş günde bir bulabileceksiniz. 
Bizi okumaya devam edin futbol sevdalıları.

9 Haz 2012

Panzer’den Vosvos’a: Almanya



Almanya, tarihten gelen futbol ekolünü 2006’dan itibaren kademeli olarak değiştiriyor. 2004’te Jürgen Klinsmann’ın yardımcısı olarak göreve başlayan Joachim Löw, 2006 Dünya Kupası’ndan sonra takımın başına geçerek bildik Almanya’ya duvar sonrası kuşaktan genç sanatkârları eklemledi. Fiziğe dayalı disiplinli oyunu olabildiğince koruyarak özel oyuncuları da buna dahil edebilecek futbol sihrine sahip dinamik, hareketli bir sisteme geçiş yapma çabası içerisine girdiler. Bu yapılarıyla sert, korkutucu bir görünümden sempatik, eğlenceli bir görünüme evrildiler.  Yeniden yapılanma aşamasında olan Almanya Milli Takımından ilk etapta kimse büyük başarılar beklemese bile 2008 Avrupa Şampiyonasında 2.lik, 2010 Dünya Kupasında 3.lük elde ettiler. Bu kupanın da en büyük favorilerinden biri olarak, süregelen gençleştirme operasyonunu bir nebze abartmış vaziyetteler.
Öte yandan, Almanya’nın siyasi gündeminin başat tartışmalarından olan göçmenlerin entegrasyonu ve multi-kulti[1] konularında da Alman Milli Futbol Takımı bahsi geçen kavramların başarısının pilot bölgesini temsil ediyor. Halihazırda kadroda bulunan Jerome Boateng Gana, Sami Khedira Tunus, Mario Gomez İspanya, İlkay Gündoğan ve Mesut Özil Türkiye, Lukas Podolski ve Miroslav Klose  de Polonya göçmenleri veya göçmen çocukları. 2012 kadrosunda 7 olan göçmen asıllıların sayısı 2008’de 7, 2010’da ise 11’di. Bu karma kadro yapısıyla gelen başarılar Almanya’da çok kültürlülüğün doğru planlamayla zenginlik yaratacağının bir örneği olarak çok kültürlülük yanlılarınca tezlerini güçlendirmede kullanılıyor.

Kadro
Kaleciler:
Kalede bir sakatlık veya ceza durumu olmaz ise tüm maçlarda Manuel Neuer olacaktır ve muhtemelen turnuvaya damga vuracak bir performans gösterecektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da, Neuer’in oynadığı takımlarda artan liderlik rolü. Neuer daha 26 yaşındayken Şampiyonlar Ligi finalinde penaltı kullanma inisiyatifini alabilen bir kaleciye dönüşmüş vaziyette. Almanya’nın milli takımlarda her daim bir lider ihtiyacı ve arayışı olduğunu (yakın zamanda sırasıyla Oliver Kahn ve Michael Ballack örnekleri) ve 2010 Dünya Kupasında Lahm’ın kaptanlığı konusunda aldığı ağır eleştirileri düşünürsek Neuer bu takımda lider rolü de üstlenebilecek tıynette bir karakter.  Kadroda birinci yedek kaleci olarak bu sezon Hoffenheim’da kiralık oynayan Tim Wiese ve üçüncü kaleci olarak da Hannover 96’nın kalecisi Ron-Robert Zieler de yer alıyor.

Savunma:
Mevcut Almanya kadrosunun en sıkıntılı bölgesi savunma hattı. Aslında kadroda bulunan savunma oyuncularının mevcut seviyesi turnuvaya katılan ülkelerin neredeyse hepsinden iyi durumda lakin dizilimin nasıl oluşacağı konusunda tereddütler var. Philip Lahm, savunmanın iki kanadında da dünya çapında performans gösterebiliyor. Onun oynadığı kanadın tersinde ise onun seviyesinde bir oyuncu bulunmuyor. Bayern’in savunmasında göbekte oynayan Badstuber ve Boateng oldukça başarılı bir sezon geçirmelerine rağmen Almanya ilk 11’inde Mertesacker’in de dahil olmasıyla yan yana oynamaları zor gözüküyor. Löw’ün açıklamalarından anladığımız kadarıyla; Lahm sol bekte, Boateng sağ bekte oynayacak, stoperler de Badstuber ve Mertesacker olacak. Sağ beki yedeklemek adına asıl mevkisi ön libero olan Lars Bender de düşünülüyor. Kadroda savunma yedekleri olarak Dortmund’lu sol bek Marcel Schmelzer, stoper Mats Hummels ve Schalke’li stoper Benedikt Höwedes de bulunuyor. Eğer kadroya girme şansını elde ederse Mats Hummels de turnuvaya damga vurma potansiyeline sahip.

Orta Saha:
Almanya’yı uzun zamandır 4-2-3-1 dizilimiyle görüyoruz, büyük ihtimalle bu turnuvada da bu şekilde dizileceklerdir. Orta saha olarak tanımladığım kısım dizilimin savunma önünde konumlanan bölümüdür. 2010’da bu bölgede Khedira ve Schweinsteiger oynamıştı, muhtemelen bu turnuvada da bu ikili korunacaktır. Khedira, son turnuvada yaptıklarıyla Bundesliga’da ortalama-üstü bir orta saha oyuncusundan Real Madrid’de önemli bir rol oyuncusu haline gelmeyi başardı. İstikrarını sürdürecektir. Orta sahada asıl şüphe yaratan, ilginç bir şekilde, Schweinsteiger. Şampiyonlar Ligi finalindeki yıkımı ve sonrasındaki kısa süreli sakatlığı Almanya’nın en garanti adamı olarak görünen Schweinsteiger için kafalarda soru işareti yarattı. Onun yerine zaman zaman Toni Kroos, hatta belki İlkay Gündoğan’ı da görebiliriz. Almanya’nın oyuna dinamizmini veren dinamoları olan bu bölgede kimin oynayacağı ve oynayanların performansları takımın nasıl bir şampiyona geçireceğini de büyük ölçüde etkileyecektir.

Hücum:
Almanya’nı yukarıda bahsedilen eski ekolünden farklılaşmasını sağlayan asıl etken hücumdaki yaratıcılık ve çeşitlilikti. 2010’da ilk dizilimde solda Podolski, sağda Müller, ortada Mesut ve onun önünde Klose’yle başlayan dizilim maç içerisinde dört oyuncunun da birbirleriyle pozisyon değiştiği ve uyum içerisinde hücum ettikleri bir görünüm sunmuştu. Bu şampiyona da bu durum yeni oyuncularla daha da zengin bir hale geldi. Kadroda kendine yer bulan Götze, Reus ve Schürrle de bu dinamik yaratıcılığa yabancılık çekmeden katkı koyabilecek isimler. Bu yönüyle Almanya yedek kulübesi en güçlü takımlardan bir tanesi ve bu da, turnuvanın ilerleyen bölümlerinde kendisini muhakkak gösterecektir.
Santrafor mevkiinde kimin oynayacağı aslında Almanya’nın oyun şablonunu ciddi anlamda etkileyecek bir karar. Bu sezon ‘leblebi gibi gol atan’ Mario Gomez oyun karakteri itibariyle durgun bir ceza sahası içi golcüsü. 2010’da o bölgede oynaya Klose ise pozisyon varyasyonlarında oldukça başarılı, hareketli bir ileri uç oyuncusu. Klose, bu takımın benimsediği oyun stratejisine daha uygun olmasına rağmen, gerek yaşı itibariyle gerekse Gomez’in bu sezon Bayern’deki çıkışı sebebiyle yedek başlayabilir. Bu durumda ben Almanya’nın hücumda bocalayabileceğini düşünüyorum.
Turnuvanın en küçük yaş ortalamasına sahip takımı olan Almanya, aynı zamanda turnuvanın en büyük favorisi. B grubunda Hollanda, Portekiz ve Danimarka ile oynayacak olan die Mannschaft, büyük ihtimalle bu grubu kayıpsız tamamlar. Hollanda ile aralarındaki tarihi rekabeti de göz önünde bulundurarak işi kolay olmayan Almanya, zorlansa da puan kaybetmez diye düşünüyorum. Grup aşamasından sonra Almanya’yı İspanya haricinde zorlayacak bir takımın olması da zor gözüküyor.


[1] Alm. Çok kültürlülük

18 Nis 2012

Zoraki Muhalif: Antalyaspor


*Baştan uyaralım: bu bir inceleme yazısı değildir, doğrudan bir taraftar hezeyanıdır.

“Siz hiç boş bir stadyuma girdiniz mi? Deneyin bir kez. Sahanın ortasında durun ve dinleyin. Boş bir stattan daha hüzünlü, kimsesiz tribünlerden daha dilsiz bir şey yoktur.”[1]

29 Mart 2009. 2009 Türkiye Yerel Seçimleri. Bu seçimin sonucunun Antalya’ya; siyasi, ekonomik ve toplumsal etkilerinin yanında ve belki de bir parça içerisinde, Antalya sporuna ve özellikle futboluna etkisi önemli ölçüde tahripkâr oldu. Seçimin yapıldığı o güne kadar, dönemin büyükşehir belediye başkanı ve aynı zamanda eski Antalyaspor başkanlarından olan Menderes Türel’in de şehir sevdasından(!) mütevellit desteğiyle; Antalya’ya yapılacak otuz bin kişilik stadyum ve on bin kişilik spor salonu projeleri kabul edilmişti. (O dönemde Antalyaspor futbolda Süper Lig’de, Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Kepez Belediyesi spor kulüpleri de Basketbol Birinci Ligindeydi.) 2010 yılındaki Dünya Basketbol Şampiyonasının da bir ayağının Antalya’ya yapılacak olan spor salonunda oynanacağı kesinleşmişti. O günün sabahında durum kabaca bu şekildeydi.


7 Nisan 2012. Seçimden üç sene sonrası. Antalyaspor kümede kalmak için kader maçına Fenerbahçe deplasmanında çıktı.  O gün 2500 kişilik deplasman tribününü tamamen doldurduk, bir çok arkadaşımız da dışarıda kaldı. Takım haftalardır olduğu gibi ruhsuzdu, net mağlubiyeti hak etti. İkinci yarı boyunca tribünü sürekli tahrik eden polis güruhu sağ olsun, biber gazına doyurdu taraftarı. İyi ki orada sadece yirmili yaşlarda genç adamlar vardı, değilse gaz bombalarından kaçanların oluşturduğu izdihamdan büyük bir facia çıkabilirdi. Bu Spor Şube’nin sıradan bir davranışıdır belki de, ancak Antalyaspor taraftarına yapılınca başka bir anlam yükleniyor. Çünkü bu takım taraftarının son üç senedir çektikleri, hiç de muhalif olmayan bu güruha yeni bir mücadele alanı yarattı.

Seçimden sonraki üç senelik süreçte Antalya’ya yeni stat yapılmamış, projesi de tamamen iptal edilmiş. Yetmez ama evet; Antalya’nın hâlihazırdaki stadı da yıkılma riski olduğu gerekçesiyle kapatılmış; ortada kalan takım, maçlarını iki senedir şehre yaklaşık kırk kilometre uzaklıktaki, tek şerit stabilize yolla ulaşılan bir otelin tesislerinde oynuyor. İki sene boyunca ligin maliyeti en düşük takımı olmasına rağmen nispeten başarılı olan bu kulübün maçlarındaki ortalama seyirci sayısı bini geçmemiş. Bunlara ek olarak; şehre yapılacak spor salonu projesi iptal edilmiş, basketbol takımlarından biri alt kümeye düşmüş, diğeri de başarısız sezonlar geçirmiş. Her nedense 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasının Antalya’da oynanacak maçlar son anda Kayseri’de oynanmış.

Antalya’nın, ülkenin Orta ve Doğu Avrupa’da en çok tanınan şehri olmasının üzerinde çok durmadan, her yıl yüzlerce futbol takımına kış kampları için ev sahipliği yaptığını belirtelim. Sırf bu yüzden bile bu şehir bir stadyumu on defa hak eder; hatta bünyesinde barındığı özellikleriyle Barcelona’nın 20 sene önce ev sahipliği yaptığı olimpiyatları da hak eder. Bu noktada; hükümeti, muhalefet partilerini, şehrin eski belediye başkanını, mevcut belediye başkanını, valisini, meclisteki on dört milletvekilini, şehirdeki sivil toplum kuruluşlarını, kulüp yönetimini, futbol federasyonunu, gençlik ve spor il müdürünü vs. tek tek eleştirmek yersiz. O malum seçim gününün ardından Antalya şehri, yukarıda saydıklarımın hepsinin yoğun gayretleriyle spordan hükmen men edildi. Hülasa, artık bu şehir bahsi geçenlerin hepsine zoraki muhaliftir.

#TertemizAntalyaspor #AntalyaStadınıİstiyor

Son olarak, 7 Nisan 2012'den Akdeniz Akşamları:



[1] Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol. Can Yayınları, İstanbul, 1997.

27 Mar 2012

We'll Score When We Grow Old

Üstünidman'ın golsüz geçen günleri için, Katalonya'dan CF Margatania'nın U7 takımının hikayesi:


L'equip Petit (Minik Takım):



l'equip petit (festival's version) from el cangrejo on Vimeo.

25 Oca 2012

Konya'dan İzmir'e Küme Düşme Hattı



Şike, teşvik primi, Türkiye Futbol Federasyonu, Kulüpler Birliği Vakfı, UEFA, 58. Madde, küme düşme, puan silme, İstinye, marka değeri, yayıncı kuruluş, yayın geliri… 3 Temmuz’dan beri ülke futbolundaki süregelen karmaşa, cümle içerisinde sadece bu kelime öbekleri kullanılarak tartışılıyor. Hukuki boyut, masumiyet karinesi ve iddianame de bunlara eklenebilir. Bunları burada ana akım medyada tartışılageldiği biçimde ele almak ilkin, kendimizi konumladığımız yere aykırı olur; ikincil olarak, mevcut tartışmalara fayda getirmez.

Sürecin zarar verdiği pek çok kurum, şahıs ve yapı var. Benim naçizane değinmek istediklerim sürecin pek konuşulmayan tarafları: Bucaspor, Kasımpaşa ve Konyaspor.

Bucaspor, geçen sene ilk defa yükseldiği Süper Lig’den hazin bir hikâyeyle Birinci Lig’e düştü. Oysa ilk çıktıklarında İzmir’in büyüklerinden uzakta kalmış mütevazı görünüşleriyle birçok sempatizan toplamışlardı. Sonraları Bülent Uygun hamlesiyle bu sempati azalsa da, onun kaçışıyla düştükleri mağduriyet tekrar eski ‘yazık’lıklarına dönmelerine vesile oldu. Geçen seneki transferleri de bu topraklarda olağan karşılanan bir şekilde plansız maliyetle yapılmıştı. Küme düşmelerinin ardından düşen gelirlerinin yarattığı dengesizliğin yol açtığı borçlanmaları dolayısıyla hâlihazırda transfer yasakları var ve ellerindeki oyuncuları kaybetmeye devam ediyorlar. Şu anda Birinci Lig’de sekizinci sıradalar.

Kasımpaşa, yer tuttuğu siyasi yapı dolayısıyla bu süreçlerin mali sorunlarından pek etkilenmeyen bir kulüp. O sebeple bu gruptan bir parça ayrı tutmak gerekir. Hâlihazırda Birinci Lig’de ikinci ve muhtemelen sezon sonunda en üst kümeye olağan yollardan çıkacaktır.

Ve geçen senenin küme mağluplarından en garip durumda olanı: Konyaspor. Kulüp, 2008 yılında küme düşmesinin ardından sözleşmesini tek taraflı feshettiği Milos Mihajlov’a olan 450.000 Euro borcu sebebiyle geçen sezon sonunda iki seneliğine transfer yasağı aldı. Harap haldeki mali yapılarına küme düşmeleri de eklenince bu parayı ödeyip yasağı kaldırma fırsatları olamadı. Sezon başından beri yarım yamalak maaş alarak oynayan geçen sezon artığı birkaç emektar ve kendini gösterme gayretinde genç takım oyuncularıyla Birinci Lig’de bir direniş halindeler. Şu anda Birinci Lig’de yedinci sıradalar.

Bucaspor ve Konyaspor muhtemelen zaruretten Birinci Lig’in en genç kadroya sahip iki kulübü. (Bucaspor’un 21.6, Konyaspor’un 23.7 yaş ortalaması var.) Buna rağmen ligin orta sıralarında, fena bir halde değiller. Mevcut durumları bir başka yazıda güzellenecektir; ancak burada asıl değinmek istediğim nokta, bu kulüplerin süreç dolayısıyla mağduriyetleri: Maliyet ve nam mağduriyetleri, asıl önemlisi taraftarın mağduriyeti.



Son dönemde yoğunlaşan 58. Madde tartışmalarında, kritik TFF-Kulüpler Birliği görüşmelerinde; şaibeli olduğuna karar verilebilecek bir ligden düşen hiçbir kulübün adı geçmiyor. TFF Disiplin Talimatı 58. Madde’nin mevcut yapısıyla verilecek bir küme düşme kararında; muhtemelen Bucaspor, Kasımpaşa ve Konyaspor’un Süper Lig’de oynama hakları iade edilecektir.  Ama bu kulüpler alt kümeye düşmüş oldukları için Kulüpler Birliği üyeliklerini kaybettiler, dolayısıyla söz konusu görüşmelere müdahil olamıyorlar. Şike halinde taraflar küme mi düşürülsün yoksa tarafların puanları mı silinsin tartışmalarında sanık durumundaki kulüplerin dahi söz söyleme hakları varken, olası mağdurlar ses çıkaracak mecralardan yoksunlar. Böyle bir durumdayken, davayla muhtemel ilgili tarafların ya hepsinin Federasyon’un yürüttüğü fikir alma sürecinden ihracı ya da hepsinin bu sürece ithali gerekir.

Eğer beklenen karar çıkar da Bucaspor, Kasımpaşa ve Konyaspor haksız yere küme düşmüş duruma gelirlerse, bu kulüplerin -yukarıda genişçe bahsedilen- küme düşmeden dolayı yaşadıkları mali zararları tazmin, zarar gören itibarları iade edilebilecek mi?



Ne şekilde olursa olsun, sonuçta bu süreç hukuken rayına oturtulacaktır. Lakin işin bir de en acı tarafı olan taraftar mağduriyeti kısmı var. Beklenen karar çıkması halinde; güzellemesi bol olan sanayileşen futbolumuz yayın geliri diye sızlanırken, Beyoğlu Balık Pazarında dükkânının duvarına senelik astığı Konyaspor kadrosu posterlerine utancından bir yenisini ekleyemeyen ve ahaliye madara olan bir esnafın değer verdiği itibarı iade ve tazmin edilebilecek mi?

Neticede, benim naçizane görüşüm: bu süreçlerde futbola dair hukuken verilecek her karar ‘vicdanen’ yok hükmündedir.

Not: Yazıyı yayınladıktan kısa bir süre sonra çıkan haberi de ekleyelim: Konyaspor'dan TFF'ye İhtar

26 Ara 2011

Dinle Küçük Taraftar

“…Tatminsizlikler arasında kızdıklarım oligarşik müstekbirlerdir. Bunlar dünya futbol âleminin ‘büyüklerinin’ ihtişamına temenna eder, bunlar büyük yıldızlarıyla ‘şov’ yapsınlar ve ikinci sınıf rakiplerini un ufak etsin isterler. Grup maçlarının zevki budur onların nazarında. İdealleri, Portekiz-Kuzey Kore maçıdır. ‘İşte Ronaldo’! ‘Gol olup yağdılar’! Üstelik artık hiçbirisi öyle bilinmez olmayan, mutlaka birkaç büyük lige oyuncu ihraç eden ‘sair’ takımlar hakkında küstah bir meraksızlıkları vardır. Bu futbol oryantalizmi TRT ekranında da temsil ediliyor, biliyorsunuz. ‘Büyüklerin’ bekleneni verememesini ayıplıyor, neredeyse dertleniyor, karşılarındaki takımlara ‘kendilerince bir şeyler yapmaya çalışan’ garibanlar olarak, âlicenap bir kayıtsızlıkla bakıyorlar. Hâlbuki Dünya Kupası, asıl o ‘değişik’ takımlara dikkat kesileceğimiz bir sahne. Sırtlarında sade bir ragbi tişörtüyle, kendilerini kaptan Ryan Nelsen’in idaresine emanet edip canla başla kalelerini savunan acemi Yeni Zelandalıların üç maçta da yenilmeden, grup maçlarının tarihsel beraberlik rekortmeni İtalya’yı geride bırakmalarından sevinç duymayan, bizden değildir…”[1]

Türkiye’de futbol literatürü genel olarak, ana akım medya tarafından üç büyükler ve ayıp olmasın kaygısıyla nadiren dört büyükler olarak nitelendirilen futbol kulüplerinin hikâyelerinden, mevcut yapılarından veyahut muhtemel sansasyonlarından ibaret. Bahsi geçen üç büyüklerin ortak özellikleri: İstanbul’da yer almaları, en az bir lig şampiyonluğu kazanmaları ve ülke çapında yirmi milyondan fazla taraftara sahip olduğunu iddia etmeleri. Şüphesiz; Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray ülkenin en köklü maziye sahip ve maliyeti en yüksek kulüpleri. Aynı zamanda yerel sermaye sahipleri tarafından saygınlık kaygısıyla bahşedilen yardımlar ve neredeyse tekelleştirdikleri naklen yayın gelirleriyle, transfer ettikleri kıta çapında meşhur futbolcuların da oynadığı kulüpler. Ancak 3 Temmuz’dan beri devam eden muğlâk hukuki süreçten bağımsız olarak; son yıllarda ‘büyük’ işleri yok hiçbirinin, ana akım medya tarafından inatla desteklenmek haricinde. Ne gerçekten planlı ve göze hoş gelen bir takım oyunları ne de başarılı sonuçları var. Öte yandan bu yerel tekelleşmeye direnen ve ‘beş şampiyonlar’ın[2] diğer iki üyesi olan Trabzonspor ve Bursaspor, mali yapı ve taraftar desteği yönünden diğer ‘küçük’ takımlara nazaran daha iyi durumdalar. Eğer futbolumuzda bir direnişten söz edeceksek; bu, bahsi geçen iki kulüp önderliğinde gerçekleşiyor. Yine de; ülke futbol romantiklerince hep dile getirilen ‘Anadolu Devrimi’, bu küçük direnişten öte geçemeyen çapsız bir hayal aslında. 70’li yıllarda Eskişehir, 80’lerde Trabzon, 90’ların sonlarında Gaziantep ve son beş senede, önce Sivas ve hemen ardından büyük bir başarıyla Bursa dışında –ki aslında bunlarda da gerçekten istikrarlı ve planlamalı başarılarından söz edemiyoruz.- hiçbir küçük takımımız medyanın ilgisini çekemiyor. Kitle yayınının başat aracı olan televizyonda yayın yapan kuruluşlardan hiçbirinin programları, yorumcuları ‘küçük’ takımların küçük bütçeleriyle, az sayıda taraftarıyla, küçük çaplı planlamalarıyla başardıkları ‘büyük’ işlerden bahsetmiyor. Elde edilen geçici yahut görece istikrarlı başarıların değerlendirilmesi, kendinden beklenmeyecek cinlikte bir söz söylemiş afacan çocuğu takdir eden amcalar minvalinde yapılıyor. Zaten iki sene öncesine kadar da bu ‘küçük’ takımların maçları da çok gelişmiş televizyon endüstrimizce naklen yayınlanamıyordu. Hoş; şu anda durum pek iç açıcı değil, özellikle bizim gibi ‘küçük’ takımlara gönül vermişler açısından: futbol programlarında gösterilen bir dakikalık özet görüntüler; hiçbir maçını izlemeden, sahadaki ruhu, uygulanmaya çalışılan taktiği tartışmaktan imtina ederek hakem hataları hakkında birkaç cümlelik yorum yapmaya çalışan sözde yorumcular… Bu şartlar altında arzulanan ‘devrim’in gerçekleşmesi pek muhtemel değil. Yapılan doğru işler görülmediği ölçüde bir ilerleme de olmayacaktır. Sonuç olarak; benim gözümde, futbol medyasının ülke futbolundaki işlevi gözünü bu ‘küçük’lere çevirdiği ölçüdedir.

Az sayıda SBF öğrencisinin teşebbüsüyle oluşturulan Üstünidman futbol blogu birlikteliğinde naçizane kendime biçtiğim rol, yukarıda bahsettiğim ana akım medyaya karşıt bir duruş sergilemektir. Burada, elimden geldiğince ‘küçük’lerin direniş hikâyelerini yazmaya çalışacağım. Görüşmek üzere.

*Yazıda bahsedilenler hakkında uygun ve güncel bir örnek: http://www.ntvspor.net/haber/futbol/55216/antalyaspor-buyuklere-zorluk-cikardi


[1]Bora, Tanıl. “Nankör tatminsizliğin üç hali.” Radikal Gazetesi. 29 Haziran 2010. Erişim: 24 Aralık 2011 <http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1005185&Yazar=TANIL_BORA&Date=24.12.2011&CategoryID=103>
[2] Spor yazarı Ali Ece’nin tanımıdır.