Ankaragücü 104 yaşında! 31 Ağustos 1910 tarihinde kurulan kulübümüz dün 104 yaşına girdi, taraftar da Sakarya Caddesi'ni sarı-laciverte boyadı, ateşe verdi...
Taraftarı biraz sonraya bırakıp önce futbol konuşalım. Üç hafta önce Süper Lig ve 1. Lig'in başlamasıyla hemen her camia futbola tekrardan kavuştu. Şimdi sırada Ankaragücü'nün ligi 2. Lig Kırmızı Grup var...
Uzun zaman sonra büyük umutlarla girilen bir sezon... On binden fazla satılan kombine kart ve yeşeren umutlar... Ayrıca -üç eksik haricinde- büyük ölçüde koruduğumuz kadromuz ve futbolcuların, emekçilerin alacaklarının kalmaması şampiyonluk için önümüzde pek de fazla bir engel olmaması. Son olarak, hazırlık maçlarında alınan başarılı sonuçlar ve takımın oynadığı futbol da sezona başlarken en önemli artılarımızdan.
Genel olarak 2. Lig seviyesindeki takımlarla oynadığımız hazırlık karşılaşmalarında yenilgi yüzü görmedik. Profesyonel liglerde üçüncü sezonuna girecek olan altyapı kadromuz artık şampiyonluk yaşayabileceği bir kümede yer alıyor. İki senedir parasızlıklar, yokluklar içinde boğuşan futbolcu kardeşlerimiz için artık vakit doldu. Taraftar, maddi kaygıları ortadan kalkan futbolculardan üçüncü klasman seviyesinde büyük beklenti içerisinde. Konuştuğum futbolcu arkadaşlar da bu durumun farkında ve onlar da bizimle hemfikir. Anadolu Selçuklu ile oynadığımız hazırlık maçında tesislerdeki otları meşale ile yakmayı başaran taraftarın coşkusu ve ardından gelen yangın var yangın var biz yanıyoruz Ankaragücü aşkıyla tutuşuyoruz sloganı önümüzdeki sezonu şimdiden özetler nitelikteydi. Taraftar öyle ya da böyle bu sezon şehri yakmaya kararlı.
İçerideki ilk dört maçımızda ne yazık ki taraftarımızdan yoksun olacağız. 6. ve 8. hafta oynayacağımız Bugsaş ve Kızılcahamam deplasmanları Ankara'da futbol özlemimizi bir nebze de olsa dindirecek. 2. hafta oynayacağımız Eyüp deplasmanı ile 4. hafta oynayacağımız Körfez deplasmanı ise nispeten yakın deplasmanlar. Taraftarın her zaman ki gibi İstanbul ve Kocaeli'ni istila edeceğinden kimsenin şüphesi yok. Ankaragücü'nün 104. yaşını kutladığımız 31 Ağustos Cumartesi günü Sakarya Caddesi'ndeki coşku, yeni sezon öncesi taraftarın da ne kadar istekli olduğunun bir işaretiydi.
2013 ocağında kulübün yönetimini devralan yeni ekip taraftara, camiaya umut aşılamayı başardı. Transfer yasağının kaldırılması, borçların ödenmesi ve sorumlulardan hesap sorulması gibi temel sorunlar halihazırda devam etse de bu sorunlar bir süreliğine kulübün ayağa kalkmasına engel olamayacak gibi duruyor. Şu andan itibaren taraftarın kısa vadedeki en önemli beklentisi, on maçlık cezanın sonunda 19 Mayıs Stadyumu'na kavuşulduğunda takımın puan tablosunun tepesinde yer alması.
70'ler, 80'lerin ruhuyla... Bastır Ankaragücü!
Ankara’da yaşayanlar
bilir; Sıhhıye Köprüsü Ankara için hem sosyolojik hem ekonomik bir ayrım taşır.
Her ne kadar son yıllarda bu ayrım grileşse de, köprüden Ulus tarafına uzanan
bölge “getto” ya da halk arasındaki adıyla “varoş” olarak adlandırılır. Genellikle
İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinden gelen insanlar yaşar bu bölgelerde. İç
Anadolu’dan gelenlerin çoğu ya işçidir ya küçük esnaf, Kürt kökenliler ise
genelde pazarcılık yapar; neredeyse tamamı lümpen proleterdir. Gecekondularda
otururlar. Doğru-dürüst okulları ve eğitmenleri yoktur, çoğu 8 yıllık zorunlu
eğitimi bile bitiremez zaten. Yaz tatilleri yoktur; deniz, plaj, kum bilmezler
pek, en fazla köylerine giderler. Çirkindirler, esrar kullanır ve satarlar.
Bulamazlarsa “bali” çekerler. Enseleri uzundur, konuşmasını pek beceremezler. Sosyal
hayatları olmaz, arada bir kaçak girerler Gençlik Parkına. Asidirler, biat
etmesini pek bilmezler.
Ankaragücü
kimliği
Kimlikler çağında ise bu
lümpen proleterlerin bilincinde olduğu tek bir ortak kimliği vardır;
Ankaragücü. Ankaragücü, sosyal hayatı olmayan, tatile gidemeyen, eğitimsiz,
kendilerine birer Samsa metaforuymuş gibi bakılan, dışlanmışların aidiyet
noktası, Ankara’nın varoşlarında yaşayan, geleceği olmayan insanların tutunum
ideolojisidir. Bu özdeşliğin ne zaman, hangi sosyolojik ve ekonomik kurulduğunu
söyleyebilecek yaşamışlığım ya da bilgi birikimim yok. Ancak Çankaya elitizmine
karşı, çirkin Ankara’nın, Ankaragücü’nü sahiplendiği ve bu sahipliğin
Ankaragücü’nün başarılı olduğu 70’lerin sonu, 80’lerin başında aidiyete
dönüştüğü çıkarımını yapmak mümkün. 90’ların sonundan itibaren de yaratılmaya
çalışılan medeni ve eğitimli Gençlerbirliği taraftarı profilini ise, bu
“zararlı” özdeşliğin karşısına çıkarılmaya çalışılan başarısız bir projeden
ibaret olarak görebiliriz.
Sporu
nezihleştirme
“Gentrification”, (Türkçe
isimleriyle; kentsel sızma, seçkinleştirme ya da nezihleştirme) David Harvey
tarafından; kentin çökmüş semtlerindeki evlerin, özellikle orta gelirli profesyonellerce
alınıp yenilenmesi; böylece mülklerin değeri artarken düşük gelirli ailelerin
yerlerinden edilmesi olarak tanımlanmıştır. Özelikle İstanbul- Cihangir bu yeni
modelin Türkiye’deki ilk uygulama alanı olarak görülebilir. Ankara’da ise bu
nezihleştirme projesinin uygulama alanı olarak görülen yerleri, doğal olarak
Ankaragücü taraftarının yoğun olarak yaşadığı, Aktaş, Yenidoğan, Hıdırlıktepe
başta olmak üzere Altındağ, Doğantepe, Mamak, kısaca gecekondulaşmış bütün
merkezlerdir. Buradaki insanlar, Bağlum, Karapürçek, Pursaklar gibi çevrelere
TOKİ’nin yaptığı derme-çatma binalara borçlandırarak yerleştirilmekte, hem
merkez nezihleştirilirken, hem de yakın gelecekte bir rant kapısı
aralanmaktadır. Sosyal devlet, hak, hukuk anlayışlarından yoksun garibanlar ise
gecekondulardan kurtulduğuna sevinmektedir.
Altındağ-Aktaş
Aslında bu noktaya
kadar yapılanlar klasik bir “gentrification” örneği. Ancak bu noktada ilginç
bir bağlantı var. Ankara nezihleştirilirken, yaratılmaya çalışılan gençliğe bir
nezih takım lazımdı. Ankaraspor’un olamayacağı çabuk anlaşıldı. Sıra Ankaragücü’ne
geldiğinde ise taraftarı çıktı karşılarına. Değiştirilmeye, dönüştürülmeye çalışılanın ta
kendisiydi o taraftar. Dönüştüremeyeceklerini anladıklarında ise onu mutlak
pislikle özdeşleştirip üstünü çizdiler. Şimdi bu varoşlarla beraber Ankaragücü’nü
de ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Gri Ankara’yı yapay renkleriyle boyadıkları
gibi, yapay bir sarı-lacivert yaratmaya çalışıyorlar.
FIFA'nın iki numaralı organizasyonunu düzenleyen Türkiye, turnuva öncesi ve turnuvanın ilk günündeki veriler ışığında futbol organizasyonu düzenleme, futbola olan sevgi konularında sınıfta kaldı.
Türkiye, 2013 FIFA 20 yaş altı Dünya Kupası'nın ev sahipliğini Birleşik Arap Emirlikleri ve Özbekistan'ı adaylık ve lobicilik yarışında geride bırakarak yapmaya hak kazanmıştı. Turnuvaya öncelikle on adet il aday olarak gösterildi. İzmir, Manisa ve Urfa'nın ev sahipliği adaylığını kaybetmesiyle Antalya(Akdeniz Üniversitesi), Antep(Kamil Ocak), Bursa(Atatürk), İstanbul(Ali Sami Yen), Kayseri(Kadir Has), Rize(Yeni Şehir) ve Trabzon(Avni Aker) ev sahipliği yapmaya hak kazandı.
Ankara ise daha adaylık sürecinde kenara itilip bırakılmıştı. Görüldüğü üzere Kadir Has, Yeni Şehir ve Ali Sami Yen haricinde diğer stadyumların hiçbirisi Ankara 19 Mayıs Stadyumu'ndan üstün özelliklere sahip değil. Ankara'nın başkent olmasından ötürü hak ettiği ev sahipliği hakkının yanında yeni stat ihtiyacı da gün gibi ortada. Türkiye'nin en büyük üç şehrinden ikisinde düzenlenmeyen bu turnuvanın daha en başından ilgi çekmeyeceği aşikardı. Ayrıca Doğu Anadolu ve Ege bölgelerinden ev sahibi şehir olmaması da ayrı bir skandal.
Turnuvanın maskotu ve logosu ise gerçekten evlere şenlik. Maskot "Kanki" isimli bir kangal köpeği. Kanki'nin en önemli özellikleri: "...iyi huylu, neşeli, itaatkâr, gençliğinin de verdiği coşku ile de biraz deli dolu bir yavru..." olması. Ayrıca, "...Türk misafirperverliğini en iyi şekilde gösterme konusunda kararlı..." bir yavru.[1] Turnuvanın logosunda Türkiye'yi bir nazar boncuğunun temsil etmesi benim için çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. Neşet Ertaş'ın sazından bile logo yapılsa daha başarılı bir çalışma olurmuş sanki. Şehir logoları ise turnuva logosundan daha başarılı olmuş. En azından genel olarak logolar ilgili şehirleri kısmen de olsa temsil edebilmiş. Sadece Antalya'nın portakal diyarı olarak tanıtılması saçma geldi bana o kadar.[2]
Turnuvada 2013 FIFA Konfederasyon Kupası'nda da kullanılan Cafusa isimli top kullanılıyor. Turnuvanın şarkısını ise Gece isimli grubun "Yıldızlar Buradan Yükseliyor" adlı şarkısı oldu.
Turnuva öncesi Organizasyon Komitesi Başkanı Servet Yardımcı'nın 52 maç için koyduğu 1,500,000 seyirci hedefi ise daha turnuvanın ilk gününde alt-üst oldu. Ali Sami Yen Arena'da oynanan Fransa-Meksika ve ABD-İspanya maçlarında toplam 4133 biletli seyirci vardı.[3] Açıkçası bu da çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. Futbolu ne kadar çok sevdiğimizi göstermek için bulunmaz bir fırsat olan FIFA'nın en büyük ikinci organizasyonunda daha ilk maçtan futbolu aslında o kadar da çok sevmediğimizi ispat ettik. Bu kadar olumsuzluklar arasında bir de kupayı en çok kazanan iki futbol ülkesi Arjantin ve Brezilya'nın turnuvaya katılamaması futbolseverlerin turnuvaya olan ilgisini ister istemez azalttı.
Türkiye, El Salvador, Avustralya ve Kolombiya ile birlikte C Grubunda yer alıyor. Türkiye, grubun ilk maçını 22 Haziran Cumartesi günü saat 21:00'de Avni Aker'de El Salvador ile oynayacak.
Türk Milli Takımı Türkiye'nin çalkantılı dönemlerinden, yaşanan darbelerinden, sağ-sol çatışmasından pek nasibini almamış bir kurumdu. Sanat müziği gibiydi, başına 'Türk' koyduğunuzda kimse gocunmazdı ondan. Bu ülkenin sağcısı, solcusu her sınıftan insanı desteklerdi bu takımı hiç çekinmeden. Nasıl desteklemesin ki? Tarihi mağlubiyetleriyle dalga geçen, turnuvalara katılırken ecel terleri döken ama katıldığı turnuvalarda dengeleri alt üst eden bir takımdı. 90 doğumlu biri olarak milli takım konusunda şanslıyım. Gözlerimi futbola açtığımda zımba gibi bir milli takımımız vardı. 2000 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Almanya'ya karşı deplasmanda mükemmel oynadığımız 0-0'lık beraberlikle döndüğümüz maç benim için milattır. Bu ülkenin futboldaki makus talihi Sergen'in Matthaus'un sağından atıp solundan geçtiği pozisyonda kırılmıştır. Ne mutlu bana ki o günlerle açtım gözümü futbola! Geçenlerde Suat Kaya'nın ve Okan Buruk'un katıldığı bir Ligtv programında milli takımın en unutulmaz yirmi maçı vardı, en az on beşini canlı izlediğimi farkettim. Bundan ala mutluluk var mı?
Bu akşam milli takım o kadar yalnızdı ki çok sevdiğim bir abim 'ülkü ocakları bile şu galibiyete sevinmiştir' dedi, haklıydı da. Herkes o kadar küstürüldü, her şey o kadar anlamsızlaştırıldı ki artık milli takım denen şeyin altı bomboş insanlar için. İstedikleri kadar süslü reklam yapsınlar, istedikleri kadar bu işi bize pazarlamaya çalışsınlar; yemiyoruz yemeyiz artık. Bu gece kendi kendime dedim ki:' Ulan madem gidemiyoruz bu turnuvalara, gereken neyse yapalım evsahibi olalım.' Bunu dedikten sonra ise 2016'ya aday olduğumuz o harita aklıma geldi, tam bir fiyaskoydu! Keyifleri gelince iki senede Süper Lig'de oynattıkları hevesleri kaçınca sürüm sürüm süründürdükleri Diyarbakır'ın, Akyazı ile HES'le darmadağın ettikleri Trabzon'un olmadığı, Ankara'nın ise ayıp olmasın diye konulduğu o harita...Haritada yer alan Konya ile Kayseri'nin ideolojik olduğu malumunuz, neyse o konulara girmeyeyim.
Milli takım kadrosu belli. Mehmet Ekici bu sene Bremen'de ne kadar oynamış belli. Anadolu futbolcusuna, futbolcusunu o formayla görüp gururlanacak Anadolu taraftarına ayıp. Hakan Şükür'ü gram sevmezdim; ama bu gözlerin gördüğü en büyük forvetti. Onsuz milli takım izlemek bir garip. Set hücumunda bocalıyoruz, hiçbir forvetimiz sırtı dönük oyunu bilmiyor. Bu ligde bu oyunu oynayabilecek Muhammet Demir, Nobre gibi isimler yetersiz görülüp alınmıyor.
Ankaragüçlüler'in durumu malum, Trabzon'un 3 Temmuz direnişi hala sürüyor, Diyarbakırspor'da sıkıntı bitmiyor, maç saatlerindeki Ferrari haberini gördük Beşiktaş'ın ne olacağı hiç belli değil. Galatasaray ve Fenerbahçe yeni dengelerin önemli parçaları zaten onlara bir şey demiyorum. Benim altını çizmek istediğim şey onun yerine bu oynasaydı mevzusu değil; TFF-Milli Takım-Demirören üçlüsünün halktan nasıl uzaklaştıkları, nasıl bu ülkede futbol namına her şeyin içini boşalttıkları görülmeli artık. Sorun milli takıma Anadolu'dan iki topçu alarak çözülecek küçüklükte değil, bir yabancılaşmanın bir ötekileştirmenin biriktirdiği bir hesap var. Ecevit 70'lerde CHP'yi tekrar canlandırmak için 'CHP halka gitmelidir; ama halka giderken uzatacak elinin yanında söyleyecek sözü olmalıdır' demişti, Demirören TFF'sinin ne uzattığı eli tutacak ne de söylediği sözü dinleyecek biri yok bu ülkede! Kulüpler ve Milli Takım bazında ne kadar havalarda olduğumuz malumunuz; öyle ki Almanya'ya karşı alınan 3-0'lık mağlubiyetten sonra maçın canlı anlatımında ülkenin en gözde spor yorumcularından R.Dilmen utanç duyarak kulaklığı bırakmıştı. Kendi evimizde kalecisini iki üç kere gördüğümüz Romanya'ya da 'vasat' diyen R.Dilmen keşke Macaristan maçında da yorumcu olsaydı da üçüncü golden sonraki tepkisini görseydik. Feyyaz Uçar TRT'de bir keresinde 'Yugoslavya dağıldı da biz turnuva gördük, bu dağılmadan sonra hepsi ekol sahibi olan bu ülkeler kendilerini toparladıkça tekrar dominant olacaktır' demişti. Yükselişimizin üstüne bir şey koymadığımız sadece gereksiz ego sahibi olduğumuz, jenerasyonlar arası bayrak değişimini gerçekleştiremediğimiz çok rahatça görülüyor. Keza bizi güle oynaya turnuvalara yollayan Bosna Hersek şu an Türkiye'ye kök söktürür. Şu an Balkanlar'da 'rahat yeneriz' diyebileceğiniz bir ülke var mı? Sorun hocada mı? Yazıyı okuduysanız bunu sormamalısınız.
Ankara’daki çoğu insan için baharın tadını çıkarmak amacıyla yaşanacak bir cumartesi öğleden sonrası var önümüzde. Seğmenler’den Kuğulu’ya, Botanik’ten Göksu’ya parklar dolup taşacak neşeli çocuk sesleriyle. Bir tarafta kuşların cıvıltıları, köpeklerin etraftakilerle cilveleşmeleri; bir tarafta suyun içinde yüzen kuğuların ördeklerin canlılığı…
Sıra dışı bir cumartesi sabahı bekliyor bizi…
Zordur vedalar; hem de çok!
102 yıllık çınar artık çürüdü, pes etti, ben yokum dedi; geride bıraktıklarına rağmen. İnce ince oydular çınarın gövdesini üzerinde kalıcı leke bırakmak için; birer birer kırdılar dallarını satıp paraya çevirmek için; ve sonunda dayadılar köküne kibrit suyunu bir an önce alev alması için. Engel olamadık bu kıyıma, karşı duramadık! Sırada küllerini temizleyip son görevini yerine getirmek var boynumuzun borcu olan. Aslında böyle kapanmaz bu borç da neyse işte…
7 Nisan 2012 Cumartesi gününden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; ta ki arsanın üzerindeki haydutları kovana kadar. Hepimizde yeterince tohum var çınarı tekrardan diriltecek. Fakat arsa boş değil ki sürekli sömürülüyor haydutlar tarafından…
Çivisi çıkmış zaten ormanın, tıpkı diğerleri gibi o da tarih oluyor, olacak.
Ankaragücü de tıpkı bu çınar gibi Süper Lig’deki son maçına çıkıyor ve bizler O’nu -en kısa zaman içerisinde hak ettiği yere dönene kadar- son yolculuğuna uğurlayacağız. Yıllardır beklenen sonun gelişi haftalar öncesinde kesinleşmişti zaten. Bu sefer de acı gerçeklerle yüzleşmek için son maçımıza çıkacağız.
Ucu bucağı belli olmayan bir yol var ufukta…
Her şeyin ilacı olan zaman bazen çok hızlı akarken, bazen de ağır ağır akmaktan kendini alamıyor. Bu sezon da Ankaragücü taraftarı için zaman çok hızlı aktı ve geldik sona. Neredeyse on yıldır amaçsız bir Ankaragücü vardı futbol camiasında. Hem de doksanlardaki İstanbul hegemonyası 19 Mayıs tribünlerinden kırılmış ve deplasman seyircisi % 5’e mahkum edilmişken.
Bir garip sevdaydı bizimkisi; tepkisini hep geç koyan, erken koyduğunda susturulan. Bir garip sevdaydı bizimkisi; kimisi ranta gönül verirken, kimisi takımını cebinden değil gönülden seven. Bir garip sevdaydı bizimkisi; kardeşi dışarda kalınca karaborsa biletini, tribününü İstanbullu züppelere peşkeş çeken. Çok garip sevdaydı bizimkisi; reisten, başkandan, liderden geçilmeyen bir tribün kültürüne rağmen kendisine kardeşler belleyen. Çok garip sevdaydı bizimkisi; birileri rantı kesilince tribünden kaçarken, birileri kümede kalamasa bile takımını, tribününü boş bırakmayan.
Bu kadar çelişki fazlaydı bize ve olan da oldu zaten. Ama terk etmediler sevdalarını, terk edenlerin arkasından bakarak, hayıflanarak, sayarak, söverek!
Sıra dışı bir cumartesi sabahı bekliyor bizi…
Yıllarca futbol takımı yolgeçen hanına dönmüş Ankaragücü’nün transfer yasağı alması çok manidardı. Yapılan bunca transfere rağmen başarısız olan bir takıma bu yasak müstehaktı adeta. Yine de böyle gitmeyi hak etmedik. Son on yılda Ankaragücü’nün formasını terleten çok az isim yüreklerde yer etti. Ancak bu sezon özellikle devre arasından sonra formayı ve armayı bütün zorluklara rağmen onuruyla şerefiyle taşıyan kardeşlerim hariç. Onların hepsi birer kahraman bizim gözümüzde; her ne kadar sportif anlamda başarısız olsalar da.
Yeri geldi formalarını kaloriferde ısıttılar; yeri geldi yolda kalan takım otobüsünü iteklediler; yeri geldi özel eşyalarına haciz konuldu; yeri geldi taraftarın getirdiği erzaklarla karınlarını doyurdular. Çok normaldi; son haftaya girilirken gergin geçen antrenmanlar, hocayla futbolcuların tartışması, söz dalaşına girmesi. Ama bir alkışı hak ettiler…
Sıra dışı bir cumartesi sabahı bekliyor bizi…
Çalacak son düdükle bugüne kadar bu zor şartlar içerisinde Ankaragücü’nün adını lekelemeyen, lekelenmesine izin vermeyen futbolcularımıza, teknik heyetimize gönlümüzün en derininden gelen sevgi ve minnettarlık duygularıyla bezenmiş alkışlarımızı esirgemeyeceğiz. Ellerimizde çiçeklerle uğurlayacağız sevdamızı bir alt kümeye. Avuçlarımız patlayacak alkışlamaktan, kulaklarımız sağır olacak. Doymayasıya ağlayacağız 102 yıllık çınarın arkasından ve bir elvedayı çok görmeyeceğiz her şeyimizi bir kenara bırakıp.
Karşılıksız bir aşktı bizimkisi. İlk yaş günü kutlamamın resimlerinde gördüm annemin yaptığı Beşiktaş pastasını. Sonra babamın omzunda, evin içinde karakartal yazan bayrakla ''Fenerbahçe lastik… lastik...''diye bağırarak Beşiktaş tribünlerine ilk adımımı attım. Bakmayın şimdi babam maçtan maçtan ‘siyah-beyaz’ın peşinde koşmama hayıflanır gibi görünür ama o içinde bir yerlerde büyük bir gurur duyar. Dışarıya karşı demokrat havaları estirir kendisi: Başka takım tutuyor olsan evde güzel bir rekabet ortamı olurdu şeklinde anlamlandıramadığım cümleler kurar; ama bilirim ki içten içe yüzyılın kanserini kendi elleriyle oğluna aşılamanın derin mutluluğunu yaşar.
Babamın götürdüğü ilk maçtı. Ankara 19 Mayıs Stadı’nın yenilenmemiş, üstü açık zamanları. Maraton tribünündeyiz, ben yine babamın omzunda tabi. Babam 4-5 yaşlarıma kadar maça götürmemiş beni çişi gelir sıkışırsa tutamaz falan ben orda götüremem demiş anneme. Götüremez tabi, ya o sırada Metin tavana asar da babam o golü göremezse bunun hesabını kim verecek değil mi ama? Neyse çocukluğuma dair hafızamda tutabildiğim ender olaylardan biridir; maç öncesi kartallar sahada ısınıyor büyüğünden tut küçüğüne bütün Ali'ler orada. Benden 3 yaş büyük kuzenlerim da yanımda bağırıyoruz avazımız çıktığı kadar ''Metin abiiiiii!.. ''90'lı yıllarda genç kızların sevgilisi Metin Tekin saçlarını sallayarak yaklaşıyor tribünlere sever adım, el sallayıp öpücük atıyor bize. Hala tebessüm ederim hatırladıkça ve kızarım aklıma, 11 yıl sonra yabancı bir futbolcunun imza törenine giden ayaklarımı uyarmadığı için. Ama İstiklal'de AVM açılışına Beşiktaş forması giyip gitmeyecek kadar değerlerimi hala kaybetmediğim için de ara sıra kendimi teselli ederim.
Ben çocukken maça gideceğim sabah 7'de annemin geceden yıkadığı ilk formamın yanına koşardım, eski model doğalgaz sobamızın önüne. O zaman endüstriyel futbol ve onun uşakları sevdamızı bu kadar o kanlı dişleri arasına almamıştı. Tamam Beko bir dünya markasıydı belki ama öyle yakışıyordu ki Beşiktaşımın formasına mazur görülebiliyordu. Yıl 2012'ye gelindiğinde 109 yıllık çınarın basketbol takımı Beşiktaş arması olmadan Milangaz yazısıyla sahaya çıkınca metafizik öğelerle bağlantı kurmayı çok istedim, haber vermelerini diledim bana: ''Şeref Bey iyi, Baba Hakkı'nın keyfi yerinde, yine formunda; şakalaşıyor, gülüşüyor. Olanlardan kimsenin haberi yok, Baba Hakkı geçen kabirde yine hakemle olay çıkardı, Beşiktaş'ın haklarını yedirmem kimseye diye söve söve mevkisine geri döndü'' cümlelerini duymayı çok istedim. Değerler tek tek kayboluyordu, baksanıza Dolmabahçe bile hırsından denize atlamak ister olmuş, dayanamıyor garibim bu manevi tahribata. Basın da ''kültür mantarı'' Dolmabahçe'nin ağzından: 'Çok tepiniyorlar rahatsız oluyorum' demiş. Yalanlama beklemez bile Şeref'in çocukları; bilirler çünkü kadim dostları Dolmabahçe vefasızlık yapmaz onlara. Çok şey söylemek geliyor içimden ama dua et ki adın Ertuğrul. Bir daha ki yazımda bu konuya da geleceğim...
Ben çocukken Optik Başkan diye bir adam varmış. Öğretmen olup Beşiktaşının hasretine dayanamayınca çıkmış geri dönmüş semtine. Semtte tek başına Beşiktaşlıların arasında kalmış Fenerbahçe formalı bir kardeşimizi tek bir lafıyla gençlerin elinden alıp, cebinde parası olmadığını görünce çorba parası koyup da gönderen bir siyah-beyaz sevdalısıymış Mehmet Işıklar. Sonra büyüdü, bu ''güzel adamı'' tanıma şansı bulamadan onu da Vedat Okyarlar’ın tribüne yolladık artık istirahat vakti gelmişti ne de olsa. Gözlerimizi bir açtık ki o çok inandığımız tribünlerde de hiçbir şey eskisi gibi olmamaya başlamış. ''Beşiktaş'tan menfaat bekleyen, anasının... beklesin!'' diyen Optik gibi düşünenler uzaklaştırılmışlar birer birer. Rant almış yürümüş Türkiye'nin farklı yerlerinde. Tribünde omuz omuza verdiğin insanlar aynı bilet sırasında seni ite kaka bilet alıp aldığı bileti 2-3 katına ertesi gün stadyum önünde satar olmuşlar, tabi bunu yaparken üstlerinden Şeref'in formasını çıkarmayı unutmuşlar.
Ben çocukken yıllarca Gümüşsuyu’ndan görünen Boğaz manzarasının hayalini yaşadım, Beşiktaş İnönü Stadyumu yazısını canlı görmeyi düşledim. Bir baktım ki yollarını aşındırır oldum; sonra bir gün ne göreyim bizim lügatımızda Şeref Bey Stadı, Fi Yapı İnönü Stadı olmuş. “Aman!” dedim Şeref Dede duymasın buna kalbi yetmez. Bilmem kaç yıl anlaşma yapılmışmış büyük bir sponsor geliri elde edecekmiş Beşiktaş. Dünya kulübü olmanın yolu sponsorların artırılmasından geçermiş... Bataklık Beşiktaş'ı iyice içine çekerken zaten bir Beşiktaşlının hayatında nadir görülen beyaz, yüzünü iyiden iyiye unutturmuş. Yine de düşmemiş dillerden siyahın zindan olsun beyaz aydınlık herkese nasip olmaz Beşiktaşlılık besteleri. Beleştepe'de uğruna harcanan ömürler göz önündeyken taraftarını stada çağırmak yerine decoder alınması için çağrıda bulunmuş sayın Y.D. Tanıyanlar için şaşırtıcı bir durum olamamış tabi ki. Tanıdığı halde etek altında rant kovalamacası yapanlar da kirli oyunları içinde boğulacağı günün yakın olduğunu hissetmişler yavaştan.
Ben çocukken hiç hayal etmediğim bir olay yaşadım: ''Fi Yapı İnönü Stadı'' önünde. Şubat ayı başında kadın ve çocukların desteğinde oynanan Mersin İdman Yurdu maçında Beleştepe'de takımıma destek oluyorum. Fenerbahçemiz varmış bizim, sayın başkandan öğrendik nasıl geçmiş habersiz o güzel yıllarımız yazık. Çok şükür ki Süleyman Seba hala hayatta, yanımızda bu sözü duyduktan sonra. Velhasıl devre arasında protokol tribünü önüne inip padişahımızı protesto ettik. Vay ki vay halimize istenmeyen olaylar yaşandı, saray muhafızları üzerimize saldırdı.
Olsun... Mecnun olmak çölde yürümek değil midir ki zaten renkdaşlarım? Biz değil miyiz gelecekse tüm acılar biz hazırız senden gelsin diyen?
Karanlık kuruldu geceye, bir ümit var yine içimde... Ruhlar yorgun yollar habersiz, söz tükenmiş beste habersiz... Deplasmandayız olmaz sensiz... Bırakmam Beşiktaş'ım seni...