Üstünidman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üstünidman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eki 2012

Savaşa Karşı Futbol, Üstünidman ve Sine-i Mektep

Work and Travel programı aracılığıyla ABD'ye gittiğim o yaz Siyasal'dan bir futbol sevdalısının blogger aradığını öğrendim Ülken vasıtasıyla.
O güne kadar hiç tanışıklığımız olmayan bir arkadaştı kendisi.
"Savaşa Karşı Futbol" isimli blogunu biliyordum sadece. 
Ben bu arkadaşa "çalışırken kimi zaman boş vaktim oluyor, istiyorsan sana bir Ronaldo(dişlek olanından) yazısı yollayayım" dedim.

Ronaldo'yla ilgili uzun bir çocukluk anısını dökmüştüm kağıda; 1998 Dünya Kupası boyunca ağabeyimle girdiğim Fransa-Brezilya rekabetini içeren. 
O Zidane hayranıydı bense Ronaldo. Bilmiyorum tabi o zamanlar Zidane'ın da Ronaldo hayranı olduğunu. Bilsem ağabeyimi de çok rahat "Ronaldocu" yapardım. Gerçi o tarihte Zidane böyle bir beyanatta bulunmamış da olabilir. Neyse işte...

Kendi paramı biriktirip alamamıştım dişleğin formasını. Maddi durumu benden daha iyi olan bir arkadaşımın Ronaldo formasını bir şekilde almıştım. Bir yaz boyunca o formayı sırtımdan hiç çıkarmadım desem yeridir. Neyle takas ettiğimi hatırlamıyorum. Muhtemelen ya mahalle arasında arkadaşlardan "üttüğüm" taso koleksiyonu ya da futbolcu kartlarıyladır. Bilemedim...

Ben tabi ki bunların hiçbirisinden o yazımda bahsetmek istemedim. Nedense bir garip geldi benim hayatımdan kesitleri bir futbol blogunda paylaşmak(hele de hiç tanımadığın bir insanın blogunda).

Ronaldo'nun devri geçmişti artık. Brezilya milli takımının 2010 Dünya Kupası kadrosuna da alınmamıştı. Hem de attığı onca güzel gole rağmen.
Çalışmaktan geriye kalan vakitlerde bol bol ESPN üzerinden Dünya Kupası izlemeye çalışıyorduk ev arkadaşlarımla. Türkiye'de insanlar için bir eziyet ve kara komedi halini alan "Ömer Üründül'ün 'bloklar arası bağlantı' ve Levent Özçelik'in 'Köyt' muhabbetlerinden uzakta.
Ben de yazdım Ronaldo'nun vedasını ve Dünya Kupası analizlerini içeren bir yazı ve yolladım Salih'e.

İşte o gün kuruldu Üstünidman. Resmi olarak değil tabi ki. 
Sadece ilk adım olarak. 
Daha sonra Salih geldi ve bir ekip oluşturuyoruz Siyasal'da Ali'yle birlikte dedi. Futbol blogu yazacağız. 
Ülken, Hüseyin Ali, Sezgi, Funda, Alpay, Tarık, Salih ve ben toplandık. Blogun adını koyduk, okulumuzun ilk beden eğitimi hocası Ali Faik Üstünidman'ın soyadını kullanarak. Daha sonra Emre, Burak ve son olarak Kürşat katıldı aramıza.

Bugüne kadar blogun içeriğine, tasarımına vs. katkıda bulunan yazar arkadaşlarımızla birlikte şimdi de yeni bir serüvene daha çıkıyoruz. 
Artık Üstünidman'daki içeriği yazılı olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin gayri resmi yayın organı olan 'Sine-i Mektep adlı gazetede on beş günde bir bulabileceksiniz. 
Bizi okumaya devam edin futbol sevdalıları.

10 Haz 2012

Twitter - Facebook


Üstünidman'ı Twitter'da takip et: twitter.com/ustunidman
Üstünidman'ı Facebook'ta beğen: facebook.com/ustunidman

26 Ara 2011

Dinle Küçük Taraftar

“…Tatminsizlikler arasında kızdıklarım oligarşik müstekbirlerdir. Bunlar dünya futbol âleminin ‘büyüklerinin’ ihtişamına temenna eder, bunlar büyük yıldızlarıyla ‘şov’ yapsınlar ve ikinci sınıf rakiplerini un ufak etsin isterler. Grup maçlarının zevki budur onların nazarında. İdealleri, Portekiz-Kuzey Kore maçıdır. ‘İşte Ronaldo’! ‘Gol olup yağdılar’! Üstelik artık hiçbirisi öyle bilinmez olmayan, mutlaka birkaç büyük lige oyuncu ihraç eden ‘sair’ takımlar hakkında küstah bir meraksızlıkları vardır. Bu futbol oryantalizmi TRT ekranında da temsil ediliyor, biliyorsunuz. ‘Büyüklerin’ bekleneni verememesini ayıplıyor, neredeyse dertleniyor, karşılarındaki takımlara ‘kendilerince bir şeyler yapmaya çalışan’ garibanlar olarak, âlicenap bir kayıtsızlıkla bakıyorlar. Hâlbuki Dünya Kupası, asıl o ‘değişik’ takımlara dikkat kesileceğimiz bir sahne. Sırtlarında sade bir ragbi tişörtüyle, kendilerini kaptan Ryan Nelsen’in idaresine emanet edip canla başla kalelerini savunan acemi Yeni Zelandalıların üç maçta da yenilmeden, grup maçlarının tarihsel beraberlik rekortmeni İtalya’yı geride bırakmalarından sevinç duymayan, bizden değildir…”[1]

Türkiye’de futbol literatürü genel olarak, ana akım medya tarafından üç büyükler ve ayıp olmasın kaygısıyla nadiren dört büyükler olarak nitelendirilen futbol kulüplerinin hikâyelerinden, mevcut yapılarından veyahut muhtemel sansasyonlarından ibaret. Bahsi geçen üç büyüklerin ortak özellikleri: İstanbul’da yer almaları, en az bir lig şampiyonluğu kazanmaları ve ülke çapında yirmi milyondan fazla taraftara sahip olduğunu iddia etmeleri. Şüphesiz; Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray ülkenin en köklü maziye sahip ve maliyeti en yüksek kulüpleri. Aynı zamanda yerel sermaye sahipleri tarafından saygınlık kaygısıyla bahşedilen yardımlar ve neredeyse tekelleştirdikleri naklen yayın gelirleriyle, transfer ettikleri kıta çapında meşhur futbolcuların da oynadığı kulüpler. Ancak 3 Temmuz’dan beri devam eden muğlâk hukuki süreçten bağımsız olarak; son yıllarda ‘büyük’ işleri yok hiçbirinin, ana akım medya tarafından inatla desteklenmek haricinde. Ne gerçekten planlı ve göze hoş gelen bir takım oyunları ne de başarılı sonuçları var. Öte yandan bu yerel tekelleşmeye direnen ve ‘beş şampiyonlar’ın[2] diğer iki üyesi olan Trabzonspor ve Bursaspor, mali yapı ve taraftar desteği yönünden diğer ‘küçük’ takımlara nazaran daha iyi durumdalar. Eğer futbolumuzda bir direnişten söz edeceksek; bu, bahsi geçen iki kulüp önderliğinde gerçekleşiyor. Yine de; ülke futbol romantiklerince hep dile getirilen ‘Anadolu Devrimi’, bu küçük direnişten öte geçemeyen çapsız bir hayal aslında. 70’li yıllarda Eskişehir, 80’lerde Trabzon, 90’ların sonlarında Gaziantep ve son beş senede, önce Sivas ve hemen ardından büyük bir başarıyla Bursa dışında –ki aslında bunlarda da gerçekten istikrarlı ve planlamalı başarılarından söz edemiyoruz.- hiçbir küçük takımımız medyanın ilgisini çekemiyor. Kitle yayınının başat aracı olan televizyonda yayın yapan kuruluşlardan hiçbirinin programları, yorumcuları ‘küçük’ takımların küçük bütçeleriyle, az sayıda taraftarıyla, küçük çaplı planlamalarıyla başardıkları ‘büyük’ işlerden bahsetmiyor. Elde edilen geçici yahut görece istikrarlı başarıların değerlendirilmesi, kendinden beklenmeyecek cinlikte bir söz söylemiş afacan çocuğu takdir eden amcalar minvalinde yapılıyor. Zaten iki sene öncesine kadar da bu ‘küçük’ takımların maçları da çok gelişmiş televizyon endüstrimizce naklen yayınlanamıyordu. Hoş; şu anda durum pek iç açıcı değil, özellikle bizim gibi ‘küçük’ takımlara gönül vermişler açısından: futbol programlarında gösterilen bir dakikalık özet görüntüler; hiçbir maçını izlemeden, sahadaki ruhu, uygulanmaya çalışılan taktiği tartışmaktan imtina ederek hakem hataları hakkında birkaç cümlelik yorum yapmaya çalışan sözde yorumcular… Bu şartlar altında arzulanan ‘devrim’in gerçekleşmesi pek muhtemel değil. Yapılan doğru işler görülmediği ölçüde bir ilerleme de olmayacaktır. Sonuç olarak; benim gözümde, futbol medyasının ülke futbolundaki işlevi gözünü bu ‘küçük’lere çevirdiği ölçüdedir.

Az sayıda SBF öğrencisinin teşebbüsüyle oluşturulan Üstünidman futbol blogu birlikteliğinde naçizane kendime biçtiğim rol, yukarıda bahsettiğim ana akım medyaya karşıt bir duruş sergilemektir. Burada, elimden geldiğince ‘küçük’lerin direniş hikâyelerini yazmaya çalışacağım. Görüşmek üzere.

*Yazıda bahsedilenler hakkında uygun ve güncel bir örnek: http://www.ntvspor.net/haber/futbol/55216/antalyaspor-buyuklere-zorluk-cikardi


[1]Bora, Tanıl. “Nankör tatminsizliğin üç hali.” Radikal Gazetesi. 29 Haziran 2010. Erişim: 24 Aralık 2011 <http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1005185&Yazar=TANIL_BORA&Date=24.12.2011&CategoryID=103>
[2] Spor yazarı Ali Ece’nin tanımıdır.

24 Ara 2011

Futbol yalnızca "erkekler" için değildir-1

Herkese merhaba.
Birkaç futbol delisi arkadaşın Mülkiye çıkışlı bir blog oluşturma fikrine kayıtsız kalamadım. Elimden geldiğince, mümkün olduğu ölçüde ve diğer arkadaşlarım gibi haftada en az bir kez futbol tarihi, siyaset-futbol ilişkisi ve futbolun geleceği hakkında ahkam kesme niyetindeyim. Dilerim ki, blogumuz Mülkiye ahalisinin izlemekten imtina etmeyeceği bir hal alır, kendini sevdirir.
İnsanların çocuklarına sarf ettikleri "önce işini eline al, oynama demiyorum; hobi olarak yine oyna" cümleleri, uzun yıllardır var olan ve dolayısıyla gelenekselleşmiş bir tutumun yansıması... Bunun sebebi çoğunlukla sporcu olmanın iş kanunlarında bile kaale alınmaması, güvencesizliği ve sendikasızlığı, çocuğun endüstriyel futbolda makineye atılacak kıymalardan biri olmasının engellenmesi vb. değil üstelik. Mesele, ideal diye adlandırılan mesleklerin yanında, artık oyun olmaktan çıkıp mesleğe dönüşmüş futbolculuğun aile liyakatında yer tutacak bir şey olarak görülmemesi...
Bu cümlelerin ışığında paradoksal olan şu ki, oyunun arenasında (ki futbolcuların gladyatörden farkının kalmadığını söylerken bir bakmışız ki yapılan her stadyumun ismine "arena" eklenmiş) olmak yerine, parmak kaldırıp indirerek, "Allah belanı versin İsmail, Şenol senin anneni, Ahmet Dursun Seba gitsin" minvalli naralar ile bir yuvarlak topun etrafında koşuşan yirmi iki adamı izlemek aynı aileler için törensel öneme sahip olabiliyor. Özellikle babalar için... Aslında gelmek istediğim nokta, bu erkeklik ayininin futbol özelinde kimleri dışarıda bıraktığı...
Zira futbolun ve "erkeklik" algısının dünyada birbirine çakışık yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz, kimin/neden dışlandığını düşünmeyi aklıma getiren de sevgili Tayfur Havutçu'nun menajerin biriyle telefon konuşmasında işitilen sözleri:
"T.H: ...Ersan
Y.T: Ya Ersan da bitmiş hocam birbirlerinin ellerini öpüyorlarmış orada ya, masada bir başka çocuk var o söylüyor bana ...çu.
T.H: Daha önce de öpüşmüşler evet.
Y.T: Evet evet aynen öyle...
T.H: Yani."
Bu konuşma Ersan Adem Gülüm'ün ve o sıralarda halen Beşiktaş'ta olan Guti'nin, doğru olup olmadığı asla tartışılacak bir şey olmasa da gözümde-öperse öper, birbirleri ile öpüştükleri iddiasının futbol kamuoyunda "efendi, karakterli, ciddi" olarak lanse edilen birisinin bu kavramlara sadakatinin nerede başlayıp nerede bittiği ile ilgili sağlam bir örnek veriyor. Bir diğeri;
"Y.T: Üç oldu hocam artık Allah'ın izniyle...
T.H: İlk yarı ilk yarı hiçbir şey oynamadı Guti ibnesi"*
Bu konuşmaların şike iddianamesinin ek klasörlerinde yer alıyor olması elbette çatışan bir durum yaratıyor zira ülkenin bu enteresan döneminde özel hayatın gizliliği ilkesinin anlamını kaybediyor oluşu aslında daha yakıcı bir sorun. Fakat benim kavramaya çalıştığım konu, futbolculuğun ve futbol taraftarlığının daha ne zamana dek "gerçek erkeklik müessesesi" ekseninde kavranmaya devam edeceği...Beyaz çarşaf üzerine "bekaretinizi bozduk" kırmızı puanlı, onların ağzıyla "Japon bayrağı"nın daha ne zamana dek stadyumlarda gurur abidesi olarak dalgalanacağı...
Bir süre bu konu üzerinden yazılarla devam edeceğim.
Sigur Ros abilerimizden, yazının anlam ve önemine yakışır bir klip izlemek isterseniz,




*Telefon kayıtlarını: sairlerparki.blogspot.com 'dan aldım.