Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Eyl 2014

Namlunun ucunda bir susturucu: Maris Verpakovskis



Akif evden çıktı ve topu yere fırlattı, elindeki ekmeği ağzına sıkıştırıp ayakkabısına eğildi. Evden çıkmadan ayakkabı bağlamayı bir türlü huy edinememişti. Bir ara yapıştırmalı ayakkabı almış fakat onun da yapıştırması iki aya sökülmüş gitmişti, bağcığa tek düğüm atıp gerisini ayakkabının içine soktu. Şöyle bir irkildi güneş daha ısısını göstermemişti ulan şu çizgi filmi geri ata geri ata sonunda gece yayınlayacaklar diye geçirdi içinden. Sokakta kimse yoktu kuş sesleri dışında bir de yan sokakta motoru ısınsın diye çalıştırılan bir aracın sesi geliyordu. Topa hafif hafif dokunup topla yürümeye başladı. Önünde pek bir seçeneği yoktu. Elindeki ekmek içi zeytinden ısırıklar alarak duvarla tek pas yapmaya başladı, arada durup çekirdekleri tükürüyordu. O sabah şiir yazsa belki de şair olurdu, ama o duvarla tek pas yaptı. Topa iç dış vurabiliyor bire birde adam eksiltebiliyordu, yani şiir yazması için hiçbir sebep yoktu.  


2000'li yılların başı 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası ve 2002 Dünya Kupası ile üst üste iki kez büyük turnuva görebildiğimiz yegane dönemdi. Dünya Kupası’ndaki üçüncülüğün üzerine 2004 Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu bir hayli rahat gözüküyordu Türkiye’ye. Henüz gol bulamadığımız İngiltere’ye karşı gol atacağımıza kesin gözüyle bakılıyordu, nitekim öyle olmadı İngiltere’ye gol bulamadık ve iki maçtan 1 puan çıkarabildik. İngiltere de grubu süpürünce ikinci olarak baraj maçı oynamaya hak kazanan Türkiye şanslı bir kura çekerek Letonya ile eşleşti. Gazetelerin ‘çek bi Letonya’ manşetlerini anımsarsınız. Nitekim bu eşleşme sanıldığı gibi olmadı ve Türkiye bu kazadan ağır yaralı çıktı.



Maris Verpakovskis ile bizi Fransa 98’den eden Belçikalı Luis Airton Oliviera’yı benzetenler vardır elbet fakat 2004’teki durum farklıydı. Bence 2004’teki milli takım, tarihin en olgun en iyi milli takımıydı ve üst üste üçüncü turnuvayı görecekti. Ama olmadı. Maris izin vermedi. Şimdi bu adamı konuşalım.

Verpakovskis’i birçok kişi en son Dinamo Kiev’deyken hatırlar ve İspanya’ya gittiğini bilir, yıllardır adını duymadığımız için sonrası parlak değil hepimizin malumu. Verpakovskis’in kariyerini irdeleyip yazıyı boğmak istemiyorum pek de bir şey yok zaten. Yazının konusu Verpakovskis’in kariyeri ile değil onun oyun tarzı ile alakalı olacak.

‘Futbol alemi’ diye bir yer var, gerçek dünyanın ötesinde bir yer olsa gerek. Tribüncülerin ‘bu alemde’ dedikleri yer var ya işte orası. Gerçek dünyada iyi ve kötü vardır, futbol dünyasında ise ‘kazanan’ ve ‘kaybeden’… Bazı futbolcular vardır sadece kazanmak için oynarlar, bu futbolcular futbol denen dinin iki mezhebi olan tsubasa ve huyuga mezheplerinden ikincisine mensupturlar. Huyuga mezhebine sahip olan futbolcular çokça beddua alırlar, bazıları bu bedduaları tolere edebilecek yeteneklere sahiptir ve futbol dünyasında ayakları üzerinde durmayı becerebilir. Bazıları ise boynundaki atkıyla babasının yanında gözyaşı döken 7 yaşındaki bir ufaklığın gözyaşları içerisinde boğulur, sonra da futbol dünyasında kaybolup gider.



Memur arı nasıl bal yapıyorsa öyle gol atıyordu Maris; zoraki ittire ittire sokuyordu meşin yuvarlağı içeri. Aslında golcü demeye bin şahit lazımdı. Sırf Şenol Güneş Owen’dan daha iyi dediği için bile Verpakovskis’in ne kadar yeteneksiz bir futbolcu olduğu anlaşılabilirdi. Verpakovskis’in gol yollarındaki etkisi kendisine tanrı tarafından hediye edilen golcülük yetenekleri ile değil fiziksel avantajları ve çabaları ile gerçekleşiyordu. Çevik bir oyuncuydu, hızlıydı bir stoperi deli edebilecek bütün özellikler adeta onda toplanmıştı. Ama golcü değildi kendisine gol attıran özellikler vücudunun tüm gücüyle stabilize olmasını gerektiriyordu ki bunun futbol yaşamı süresince devam etmesi mümkün değildi. Zira gol sadece vücutla değil aynı zamanda ruhla seni topun düşeceği yere götüren güçle gerçekleşen bir eylemdi.

O tam bir UEFA Avrupa Ligi topçusuydu, 2.Dünya Savaşı’nın yaralarını hala saramamış bir Doğu Avrupa takımının en önemli gol silahı olarak zor hava ve zemin şartlarında umudu olmalıydı.

                              

Maris tarzı futbolcular futbol literatürüne trol olarak yazılmalarına rağmen hep birilerinin kahramanı oldular. Torpili olmadan seçmelere girip 10 dakikada her şeyini vermeye çalışan bir çocuk gibiydi Maris. Belki bir tabanca değildi ama ucundaki susturucuydu. O ateş ettiğinde her şey daha sessiz ve daha can alıcı oluyordu. O Maris bize rakip oldu ve canımızı yaktı, eminim birçok  futbolsever kendisinden küfürle nefretle söz eder. Ama eminim o Maris birçok Letonyalı’nın, birçok Letonyalı çocuğun kahramanıydı umuduydu; tıpkı herkesin nefret ettiği Huyuga’nın kendi kardeşlerinin gözünde bir kahraman olması gibi. Çünkü Maris gibiler Huyuga gibiler hem umudun hem de umutsuzluğun adıdır.

22 Haz 2013

Türkiye'nin futbolla olan imtihanı

FIFA'nın iki numaralı organizasyonunu düzenleyen Türkiye, turnuva öncesi ve turnuvanın ilk günündeki veriler ışığında futbol organizasyonu düzenleme, futbola olan sevgi konularında sınıfta kaldı.

Türkiye, 2013 FIFA 20 yaş altı Dünya Kupası'nın ev sahipliğini Birleşik Arap Emirlikleri ve Özbekistan'ı adaylık ve lobicilik yarışında geride bırakarak yapmaya hak kazanmıştı. Turnuvaya öncelikle on adet il aday olarak gösterildi. İzmir, Manisa ve Urfa'nın ev sahipliği adaylığını kaybetmesiyle Antalya(Akdeniz Üniversitesi), Antep(Kamil Ocak), Bursa(Atatürk), İstanbul(Ali Sami Yen), Kayseri(Kadir Has), Rize(Yeni Şehir) ve Trabzon(Avni Aker) ev sahipliği yapmaya hak kazandı.


Ankara ise daha adaylık sürecinde kenara itilip bırakılmıştı. Görüldüğü üzere Kadir Has, Yeni Şehir ve Ali Sami Yen haricinde diğer stadyumların hiçbirisi Ankara 19 Mayıs Stadyumu'ndan üstün özelliklere sahip değil. Ankara'nın başkent olmasından ötürü hak ettiği ev sahipliği hakkının yanında yeni stat ihtiyacı da gün gibi ortada. Türkiye'nin en büyük üç şehrinden ikisinde düzenlenmeyen bu turnuvanın daha en başından ilgi çekmeyeceği aşikardı. Ayrıca Doğu Anadolu ve Ege bölgelerinden ev sahibi şehir olmaması da ayrı bir skandal.


Turnuvanın maskotu ve logosu ise gerçekten evlere şenlik. Maskot "Kanki" isimli bir kangal köpeği. Kanki'nin en önemli özellikleri: "...iyi huylu, neşeli, itaatkâr, gençliğinin de verdiği coşku ile de biraz deli dolu bir yavru..." olması. Ayrıca, "...Türk misafirperverliğini en iyi şekilde gösterme konusunda kararlı..." bir yavru.[1] Turnuvanın logosunda Türkiye'yi bir nazar boncuğunun temsil etmesi benim için çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. Neşet Ertaş'ın sazından bile logo yapılsa daha başarılı bir çalışma olurmuş sanki. Şehir logoları ise turnuva logosundan daha başarılı olmuş. En azından genel olarak logolar ilgili şehirleri kısmen de olsa temsil edebilmiş. Sadece Antalya'nın portakal diyarı olarak tanıtılması saçma geldi bana o kadar.[2]


Turnuvada 2013 FIFA Konfederasyon Kupası'nda da kullanılan Cafusa isimli top kullanılıyor. Turnuvanın şarkısını ise Gece isimli grubun "Yıldızlar Buradan Yükseliyor" adlı şarkısı oldu.


Turnuva öncesi Organizasyon Komitesi Başkanı Servet Yardımcı'nın 52 maç için koyduğu 1,500,000 seyirci hedefi ise daha turnuvanın ilk gününde alt-üst oldu. Ali Sami Yen Arena'da oynanan Fransa-Meksika ve ABD-İspanya maçlarında toplam 4133 biletli seyirci vardı.[3] Açıkçası bu da çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. Futbolu ne kadar çok sevdiğimizi göstermek için bulunmaz bir fırsat olan FIFA'nın en büyük ikinci organizasyonunda daha ilk maçtan futbolu aslında o kadar da çok sevmediğimizi ispat ettik. Bu kadar olumsuzluklar arasında bir de kupayı en çok kazanan iki futbol ülkesi Arjantin ve Brezilya'nın turnuvaya katılamaması futbolseverlerin turnuvaya olan ilgisini ister istemez azalttı.

Türkiye, El Salvador, Avustralya ve Kolombiya ile birlikte C Grubunda yer alıyor. Türkiye, grubun ilk maçını 22 Haziran Cumartesi günü saat 21:00'de Avni Aker'de El Salvador ile oynayacak.

6 Şub 2013

Özlediğim Türkiye çok uzaklarda...

Milli takım konuşmayalı uzun zaman oldu. Sanırım, kimsenin de içinden milli takım konuşmak gelmiyor. Hatta birçok insanın milli maç oynandığından dahi haberi yok. Türkiye halkının milli takımdan soğuduğu bir gerçek. Bir zamanlar Türkiye milli takımının resmi maça ya da hazırlık maçına çıkmasının bir önemi yoktu. Hemen her maçı büyük bir dikkatle izlenip, takip ediliyordu. Bu süreç çok uzun sürmedi, sürmesi de beklenemezdi. Çünkü beklenilmeyen iki büyük başarı(tabi ki bizim için büyük) haliyle beklentileri de fazlasıyla arttırdı. Ancak 2008 yılından bu yana beklentiler karşılıksız kaldı ve muhtemelen 2016 yılına kadar da bu beklentilere cevap verilecek gibi durmuyor.

Her dönem futbolda yükselen orta sıra ülkeleri olur. Türkiye de bunlardan birisiydi ve ne yazık ki Türkiye'nin dönemi geçti. Fakat, bir de orta sıra ülkelerinden olup, üst sıra ülkeleri gibi karakter gösteren ülkeler vardır. Hırvatistan örneği bu noktada büyük önem taşır.1991 yılında bağımsızlığını ilan etmiş olan Hırvatlar, FIFA'ya dahil oldukları günden beri, bir fire dışında Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası'na katılma başarısını gösterdiler.

Türkiye ile Hırvatistan'ın yolu bugüne kadar 6 kez kesişti. İlk kesişme Hırvatistan'ın ve Türkiye'nin ilk kez Avrupa Şampiyonası'nda yer aldıkları turnuva olan EURO 96'da gerçekleşti. Hırvatistan maçı 1-0 kazandı ve Türkiye elendi, Alpay Özalan fair-play ödülü kazandı vs... İkinci ve üçüncü karşılaşmalar özel maçlar dolayısıyla gerçekleşti ve berabere tamamlandı. Dördüncü karşılaşma EURO 2008'de muhteşem geri dönüşlerin üçüncüsü olan çeyrek final maçındaydı. Beşinci ve Altıncı karşılaşmalar ise 0-3 ve 0-0 sonuçlanan ve Hırvatistan'ı EURO 2012'ye dahil eden play-off karşılaşmalarıydı. 1996 yılından bugüne Hırvatistan üç tane Dünya Kupası'nda, dört tane de Avrupa Şampiyonası'nda yer aldı. Türkiye ise bir Dünya Kupası ve üç Avrupa Şampiyonası'nda yer alabildi. Başarı kriterini, sadece en yükseğe çıkmak olarak ele alırsak; Avrupa Şampiyonalarında yarı final göremeyen Hırvatistan'a göre Türkiye daha başarılı. Dünya Kupalarında ise her iki ülke takımının üçüncülükleri mevcut. Ancak dönemlik başarılardansa her dönem başarıya aday bir milli takıma sahip olmak bana daha cazip geliyor. Tıpkı Hırvatların milli takımı gibi...

Ben bunları yazarken Çek Cumhuriyeti Türkiye karşısında 2-0 önde... Puan değeri olmayan bir maç oynanıyor Manisa'da... Aklıma hemen 2002 yılında İtalya ile oynadığımız ve 1-1 berabere biten özel maçta Emre Belözoğlu'nun attığı gol sonrasında yaşadığım sevinç geliyor... Hani şu Tuncay Şanlı'nın bir gün öncesinde Ümit milli takım ile İtalya'ya iki gol atıp ilk a milli deneyimini yaşadığı karşılaşma...

4 Kas 2012

Fatih Terim'in Keyif Sigarası ve Altın Jenerasyon

   

     Sene 1993. Fransa'nın Lille kentinde Akdeniz Oyunları final karşılaşması. Belki de ülkemizin en çok gelecek vaat eden jenerasyonu var sahada. Hakan Şükür, Sergen Yalçın, Emre Aşık, Bülent Uygun, Arif Erdem, Ergün Penbe, Tugay Kerimoğlu... Maçı Sergen ve Hakan'ın golleriyle 2-0 kazanan Türkiye Olimpik Milli Futbol Takımı, 2002'ye kadar dolu dizgin bir milli takım serüveni ateşinin fitilini yaktı.


17 Eki 2012

Biz bir günde mi 'İçinizdeki İrlandalılar' olduk?

Türk Milli Takımı Türkiye'nin çalkantılı dönemlerinden, yaşanan darbelerinden, sağ-sol çatışmasından pek nasibini almamış bir kurumdu. Sanat müziği gibiydi, başına 'Türk' koyduğunuzda kimse gocunmazdı ondan. Bu ülkenin sağcısı, solcusu her sınıftan insanı desteklerdi bu takımı hiç çekinmeden. Nasıl desteklemesin ki? Tarihi mağlubiyetleriyle dalga geçen, turnuvalara katılırken ecel terleri döken ama katıldığı turnuvalarda dengeleri alt üst eden bir takımdı. 

90 doğumlu biri olarak milli takım konusunda şanslıyım. Gözlerimi futbola açtığımda zımba gibi bir milli takımımız vardı. 2000 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Almanya'ya karşı deplasmanda mükemmel oynadığımız 0-0'lık beraberlikle döndüğümüz maç benim için milattır. Bu ülkenin futboldaki makus talihi Sergen'in Matthaus'un sağından atıp solundan geçtiği pozisyonda kırılmıştır. Ne mutlu bana ki o günlerle açtım gözümü futbola! Geçenlerde Suat Kaya'nın ve Okan Buruk'un katıldığı bir Ligtv programında milli takımın en  unutulmaz yirmi maçı vardı, en az on beşini canlı izlediğimi farkettim. Bundan ala mutluluk var mı? 



Bu akşam milli takım o kadar yalnızdı ki çok sevdiğim bir abim 'ülkü ocakları bile şu galibiyete sevinmiştir' dedi, haklıydı da. Herkes o kadar küstürüldü, her şey o kadar anlamsızlaştırıldı ki artık milli takım denen şeyin altı bomboş insanlar için. İstedikleri kadar süslü reklam yapsınlar, istedikleri kadar bu işi bize pazarlamaya çalışsınlar; yemiyoruz yemeyiz artık.

Bu gece kendi kendime dedim ki:' Ulan madem gidemiyoruz bu turnuvalara, gereken neyse yapalım evsahibi olalım.' Bunu dedikten sonra ise 2016'ya aday olduğumuz o harita aklıma geldi, tam bir fiyaskoydu! Keyifleri gelince iki senede Süper Lig'de oynattıkları hevesleri kaçınca sürüm sürüm süründürdükleri Diyarbakır'ın, Akyazı ile HES'le darmadağın ettikleri Trabzon'un olmadığı, Ankara'nın ise ayıp olmasın diye konulduğu o harita...Haritada yer alan Konya ile Kayseri'nin ideolojik olduğu malumunuz, neyse o konulara girmeyeyim.

Milli takım kadrosu belli. Mehmet Ekici bu sene Bremen'de ne kadar oynamış belli. Anadolu futbolcusuna, futbolcusunu o formayla görüp gururlanacak Anadolu taraftarına ayıp.

Hakan Şükür'ü gram sevmezdim; ama bu gözlerin gördüğü en büyük forvetti. Onsuz milli takım izlemek bir garip. Set hücumunda bocalıyoruz, hiçbir forvetimiz sırtı dönük oyunu bilmiyor. Bu ligde bu oyunu oynayabilecek Muhammet Demir, Nobre gibi isimler yetersiz görülüp alınmıyor.



Ankaragüçlüler'in durumu malum, Trabzon'un 3 Temmuz direnişi hala sürüyor, Diyarbakırspor'da sıkıntı bitmiyor, maç saatlerindeki Ferrari haberini gördük Beşiktaş'ın ne olacağı hiç belli değil. Galatasaray ve Fenerbahçe yeni dengelerin önemli parçaları zaten onlara bir şey demiyorum. Benim altını çizmek istediğim şey onun yerine bu oynasaydı mevzusu değil; TFF-Milli Takım-Demirören üçlüsünün halktan nasıl uzaklaştıkları, nasıl bu ülkede futbol namına her şeyin içini boşalttıkları görülmeli artık. Sorun milli takıma Anadolu'dan iki topçu alarak çözülecek küçüklükte değil, bir yabancılaşmanın bir ötekileştirmenin biriktirdiği bir hesap var. Ecevit 70'lerde CHP'yi tekrar canlandırmak için 'CHP halka gitmelidir; ama halka giderken uzatacak elinin yanında söyleyecek sözü olmalıdır' demişti, Demirören TFF'sinin ne uzattığı eli tutacak ne de söylediği sözü dinleyecek biri yok bu ülkede!

Kulüpler ve Milli Takım bazında ne kadar havalarda olduğumuz malumunuz; öyle ki Almanya'ya karşı alınan 3-0'lık mağlubiyetten sonra maçın canlı anlatımında ülkenin en gözde spor yorumcularından R.Dilmen utanç duyarak  kulaklığı bırakmıştı. Kendi evimizde kalecisini iki üç kere gördüğümüz Romanya'ya da 'vasat' diyen R.Dilmen keşke Macaristan maçında da yorumcu olsaydı da üçüncü golden sonraki tepkisini görseydik.

Feyyaz Uçar TRT'de bir keresinde 'Yugoslavya dağıldı da biz turnuva gördük, bu dağılmadan sonra hepsi ekol sahibi olan bu ülkeler kendilerini toparladıkça  tekrar dominant olacaktır' demişti. Yükselişimizin üstüne bir şey koymadığımız sadece gereksiz ego sahibi olduğumuz, jenerasyonlar arası bayrak değişimini gerçekleştiremediğimiz çok rahatça görülüyor. Keza bizi güle oynaya turnuvalara yollayan Bosna Hersek şu an Türkiye'ye kök söktürür. Şu an Balkanlar'da 'rahat yeneriz' diyebileceğiniz bir ülke var mı?

Sorun hocada mı? 
Yazıyı okuduysanız bunu sormamalısınız.

Virüs

Muslera da kimmiş, Volkan dünyanın en iyi birkaç kalecisinden biri. Gökhan Gönül desen Alves'le, Ramos'dan sonra o geliyor. Emre istese Xavi-İniesta'ya nal toplatır, Topal'ı Chelsea istiyordu o Fenerbahçe'yi seçti. Umut yerli Falcao, Burak da yerli C. Ronaldo zaten. Avcı'nın Guardiola'dan ne eksiği var hem.


Genel itibari ile yukarıdaki cümlelerin kurulduğu ve en iyi yorumcusu olarak gösterilen kişinin bunların birçoğunu telaffuz ettiği ütopik bir futbol dünyası var bu ülkenin. Kendimizi olduğumuzdan fazla görmeye ve göstermeye çalışıyoruz sürekli. Dolayısıyla hayal kırıklıklarımız da daha büyük oluyor her mağlubiyet sonrası.
Tek sorunumuz bu değil haliyle. İlk başta; takımımızın her halükarda banko oynayan ırkçı bir kaptanı var. Belki de tek alternatifli yerimizde, alternatifler küstürülür milli takımdan. İnsanın aklına siyasi yapılanma iddialarının içinin boş olmadığı geliyor. Sonra bir kalecimiz var; ülkecek dünyanın en iyi kalecisi sanıyoruz. Adam mafya gibi; milli takım antrenörüne gider yapıyor, gazeteci tehdit ediyor. Maçta onun hatasından gol yiyoruz, kimse ona kızamıyor. Bir sonraki maç antrenör suçu onda değil 20 yaşındaki bir stoperde bulup onu kesiyor takımdan. Gurbetçi futbolcuysan banko 11’desin. Milli takımın kaleci antrenörü ligin kaleci konusunda en sorunlu takımından seçiliyor, kimse neden diye soramıyor.
Ezcümle; Türk futbolundaki siyasi yapılanmalar, mafyatik ilişkiler bir virüs gibi milli takımı vurmuş durumda ve hasta gerçek hastalığını kabul etmiyor henüz, tedaviyi başka yerde arıyor.

16 Eki 2012

Hedef 2016...

   
20 Kasım 2010 tarihinde oynanan ve 2-2 sonuçlanan Beşiktaş-Konyaspor maçından sonra basın açıklaması yapan Bernd Schuster şunları söylemişti: ''Rakiplerimiz hiç birşey yapmadan hep sizin yapacağınız hataları bekliyor. Türkiye'de oynanan futbol beni şaşırtıyor. 2010 senesi içindeyiz ama maalesef burada 1960'lı yılların futbolu oynanıyor."

    Fazla söze gerek yok, hedef 2016...

13 Eki 2012

Yorumsuz




      Ülke futbolu neden bu halde sorusunun cevabını uzakta aramaya gerek yok. Direkt yukarıdaki fotoğrafa bakmak yeterli.

16 Eyl 2012

Muhteşem İnsanlarla Tanışalım


Gerçek hayatta süper kahramanlar yok. Ancak Channel 4 kanalının deyimiyle “Muhteşem İnsanlar” var. Onlar bizim yaşamaya bile üşendiğimiz şu günlerde çalışkanlıkları, azimleri, disiplinleri ve kararlılıklarıyla varoluşçu felsefenin insan için hayal ettiğinin ötesinde bir yerdeler. Stephen Hawking’in açılış konuşmasında bahsettiği yıldızlara bakıyorlar, belki de bizim göremediğimiz bir açıdan.
Şimdi onlardan biriyle; aslında hem onlardan hem içimizden biriyle bir röportaj gerçekleştireceğiz:
Türkiye Görme Engelli Futbol Takımı
Öncelikle seni tanıyabilir miyiz?
Adım Mücahit Hüseyin Uslu. 24 Mart 1989 Ankara doğumluyum. 6 yaşında iken göz sinirlerinin yenilenme zamanlarında gözlerimi kaybettim. İlköğretimimi Görme Engelliler Okulunda, liseyi Çankaya Süper Lisesinde okudum. Lisans eğitimime A. Ü. Hukuk Fakültesinde devam etmekteyim. Çankaya Belediyesi Spor Kulübünde Görme Engelliler Futbolu oyuncusuyum ve Türk Milli takımının formasını giyiyorum.

Görme Engelliler Futbolunu biraz tanımlayabilir misin?
Bizim oyun 4 görme engelli oyuncu ve 1 kaleciden oluşmaktadır. Kalecilerimizde görme engelinin bulunmasına gerek yoktur ve profesyonel bile olabilirler. Fakat oyuncuların tam görme engelli yani “b1” diye tabir ettiğimiz statüde olma zorunluluğu vardır. En önemli noktalardan birisi saha içerisinde ve kenarında bizi yönlendiren kişilerin olmasıdır. Saha 20’ye 40 metre halı saha standartlarındadır ve 3 parsele bölünür. Defans kısmını kaleci, orta sahayı kenardaki antrenörümüz ve hücum kısmını da kale arkasındaki antrenörlerimiz yönlendirmektedir. Parselleme işleminin sese duyarlı olduğumuz bu oyunda gürültünün en aza indirgenmesi ve daha az çarpışma riski açısından önemi büyüktür. Diğer önemli bir kural ise “Voy Kuralı” dediğimiz kuraldır. Her topsuz oyuncu topa giderken “voy” demek zorundadır yoksa faul olur ve 3 faul bir penaltıdır.  Son olarak maçlarımız 25’er dakikalık iki devreden oluşur ve topumuz içerisinde çıngırak bulunan sese duyarlı bir ekipmandır.
Londra'da Paralimpik Olimpiyat Oyunları'nda(Soldaki Mücahit)
Görme Engelliler Futboluna sen nasıl başladın?
Görme Engelliler Futboluna ilköğretimde başladım. Tabi o zamanlar çıngıraklı toplar yoktu, toplara poşet geçirip oynardık. 2006 yılında Ali Sami Yen Stadyumunda Galatasaray-Kayserispor maçının öncesinde gösteri maçı yapmamızla ulusal bir boyut kazandık. Daha sonra ise ilk kez 2007 yılında Avrupa Şampiyonasına katılmamızla bu spor dalı ülkemizde uluslararasılaştı. Ben o takıma davet edilmeme rağmen üniversite sınavlarına hazırlanmamdan dolayı daveti geri çevirmek zorunda kaldım ve 2009 yılında Fransa’da düzenlenen Avrupa Şampiyonası ile beraber milli takımda görev almaya başladım.

Paralimpik Olimpiyatlarına geçelim. Olimpiyatlara katılacağınız ilk ne zaman belli oldu ve neler hissettiniz?
Olimpiyatlara katılacağımızı mart ayında öğrendik ve bizim için büyük bir sürpriz oldu. Çünkü geçen yıl Avrupa Şampiyonasında 4. olmuştuk ve ilk 3 olimpiyat vizesi alıyordu. Ancak ekonomik kriz sebebiyle Afrika kıtasından hiçbir ülke katılamayınca özel bir davet mektubuyla biz dahil olduk. 
Tabi ki haberi alınca çok mutlu olduk çünkü Paralimpik Olimpiyatları tarihinde ilk kez futbol branşında Türkiye’yi temsil etme şansı yakalamıştık. O ortamı ve atmosferi düşünmek daha gitmeden bizi heyecanlandırdı ve havaya soktu.

Şimdi de biraz Oyunlardan bahseder misin?
Açılış seremonisi 29 Ağustos tarihinde yapıldı. Çok görkemli ve harika bir geçiş töreniydi. Stadyuma çıktığımda yaşadıklarım ve hissettiklerim tarif edilemezdi. Kapanış törenindeki konserler de gerçekten çok iyiydi.  Karşılaşmalar ise bizi oldukça zorladı. Gruplarda Asya Şampiyonu ve son Olimpiyat ikincisi Çin, son 3 Olimpiyatın şampiyonu Brezilya ve son 2 Avrupa Şampiyonasının şampiyonu Fransa ile karşılaştık. İyi mücadele etmemize karşın yenilmekten kurtulamadık. Özellikle Fransa maçında hakemin haksız yere verdiği penaltı ile 1-0 yenilmemiz bizi gerçekten çok üzdü. Klasman maçlarında da istediğimiz sonuçları alamayınca turnuvayı 8. Olarak bitirdik.
Türkiye Görme Engelli Futsal Takımı Londra'da
Organizasyon ve seyircileri nasıl buldun?
Organizasyon bugüne kadar katıldıklarımın içinde belki de en iyisiydi. Kusursuzdu. Hiçbir aksilik ve zorlukla karşılaşmadık. Daha önce görmediğim bir profesyonellik vardı. Tabi organizasyondan daha harika olan şey ise seyircilerdi. Her maçımızı tıklım tıklım tribünler önünde oynadık. Bu bizi inanılmaz heyecanlandırdı ve zevk verdi.

Süreç boyunca yetkililerden yeterli desteği gördünüz mü?
Gördük desem yalan olur açıkçası. Başta Olimpiyatlar olmak üzere popüler organizasyonlara gösterilen ilgi gösterilmedi. Ama Olimpiyat kafilesi 114 kişiyle 5 madalya alırken biz 67 kişiyle 10 madalya aldık. Kafilemizin eksikliklerini organizatörler kapattı. Yani belki orada sorun yaşamadık ama bunun nedeni organizasyonun mükemmelliğiydi.

Çok teşekkür ederim. Söylemek istediğin bir şeyler var mı?
Paralimpik sporcuları olarak bizim Olimpiyatlara giden sporculardan hiçbir farkımız yok. Bunun zihinlere yerleşmesini istiyoruz. Biz inanıyoruz ve azmediyoruz, tek ihtiyacımız moral ve motivasyon. Ben teşekkür ederim.

2 Tem 2012

Arrivederci Italia... campeónes Españaaa...


                Ah İspanya, maçtan önce ciddi ciddi endişeleniyordum ve işin hiç de kolay olmayacağı kanaatindeydim. İtalya sahaya çıkacak mücadeşle edecek ve beni dehşete düşüren bir galibiyet alabilecekti. Aslında maç da bir yönüyle pek farklı olmadı, İtalya cok iyi mücadele etti hatta skor tabelasını değiştirebilecek fırsatları da yakalamadı değil ancak dün akşam sahada öyle bir İspanya milli takımı vardı ki şu an bunu kelimlere nasıl dökebileceğimi bilmiyorum gerçekten...
               
                 Maç için Valencia’da bir araştırma yaptım çünkü topluca bir alanda izlemek her zaman daha keyifli olmuştur benim  için hele Euro 2008’deki Türkiye-Hırvatistan maçı deneyiminden sonra o tarz atmosferlerin kalabalıkla daha iyi hissedildiğini düşünüyorum. Neyse biraz araştırmadan sonra Valencia Basket’in maçlarını oynadığı salonda dev ekranla maçların izlenebildiğini öğrendim. Tabi ki direk hazırlıklar yapıldı ve maça doğru yola cıktım ve tabi yine benim gibi İspanya sevdalısı birkaç Türk arkadaşımda benimleydi.Salonu bulabildik en sonunda zaten bir süre yürüdüten sonra bayraklı, formalı herkesin tek bir yöne ilerlediğini görünce rahatladım.Biz biraz gecikmşiz, salon da iğne atsan yere düşmez insanlar çılgınlar gibi şarkılar söylüyorlar daha maç başlamamışken.
               
                Çarşı kültüründen gelen bir şey olsa gerek, ayakta ve en kalabalık yerde izlemek için harekete geçiyorum. Akdeniz insanı İspanyollar ile gerçekten benzer yönümüz çok fazla ama şundan emin oldum ki onlar bizim bir alt versiyonumuz, çünkü biz gruptan çıktığımızda bile onların şampiyonluk sevincinden fazla sevinmiştik bunu iyi hatırlıyorum.
              
                İlk goldeki sevinç çığlıkları inanılmazdı tabi ki sarıldığım bamna sarılan tanımadığım onlarca İspanyol da öyle. Derken 2. Gol İtalya’yı kötü etkiledi diyebilirim tabi ki gol öncesinde Chiellini’nin sakatlanıp çıkması moralleri iyice bozmuştu gol moral bozukluğunu daha da derinleştirdi. Girişte söylediğim gibi aslında İtalya kötü oynamıyordu ancak İspanya’nın harika oyununa da “dur” diyemiyordu. Belki sadece Balotelli ve Marchisio’dan daha iyi olmaları bekleneblirdi o kadar diye düşünüyorum. Daha sonra Fernando Torres’le gelen 3. Gol Valencia Basket salonunda şampiyonluk kutlamalarını başlatmıştı daha sonra Torres bir de asist yaparak farkı 4’e çıkaran golü Juan Mata’ya attırdı. Mata turnuva boyunca oynadığı sadece 5 dakikaya bir gol sığdırmış oldu ve ayrıca bu finalle beraber Torres şimdiye kadar oynadığı hiçbir finali kaybetmemiş oldu.

                Maç sonrası İspanya’da gece boyunca kutlamalar sürdü ve ortak söylem şuydu: Arrivederci ITALIA.  



                İtalya'yı tebrik etmemek ayıp olur diye düşünüyorum çünkü harika bir performansla buraya kadar geldiler ve hakkettiklerini düşünen çok insan olduğuna eminim ancak 4-0 bir final için ziyadesiyle iyi bir skor olduğunu düşünüyorum demem o ki : campeónes campeónes oley oley oleyyy... 




24 May 2012

EURO 2012 öncesi futbol hariç birkaç şey...

O malum  dört yıldan birisi Avrupalı futbol severler için yine geldi çattı. Hem de Türkiye A Milli Futbol Takımının Avrupa Şampiyonası'na katılım hakkını play-off'ta Hırvatistan'a kaptırdığı bir ortamda. Konumuz bu değil olmayacak da. Zaten yeterince konuşulup gerekli değişikliklerin teknik alanda da yapıldığı bir ortamda tekrardan bu konuyu konuşmak gereksiz...

Gelelim asıl mevzuya. Türkiye'nin de ev sahipliği için aday olduğu ancak turnuvanın ev sahipliğini Polonya-Ukrayna iş birliğinin kazandığı EURO 2012'nin siyasal, toplumsal, ekonomik ve nostaljik açılardan analizi bu yazının konusunu oluşturacak. Öncelikle Türkiye'nin ev sahipliğini neden kazanamadığı hususu üzerinde kısaca durmak istiyorum. EURO 2008 adaylığında beraber başvurduğumuz komşu Yunanistan ile EURO 2012 adaylığı öncesi ayrı düşmemize ne gerek vardı? AKP ile değişen Türkiye'nin dış politika vizyonu bu hususta neden işlemedi? Bu iki soruyu yanıtsız bırakalım derim ben. Sadece biraz hayıflanmak istedim o kadar...
Batının eski düşmanlıkları devam ettirmeyerek Avrupa Birliği'ne aldığı doğu bloku ülkelerinden birisi olan Polonya ile Sovyetler Birliği dağılınca peydahlanan Ukrayna biraz da siyasi nedenlerden ötürü EURO 2012'ye ev sahipliği yapacak.

Turnuva öncesi yaşanan çeşitli talihsiz olayların maçlara gölge düşürmesini futbol severler eminim istemezler. Ancak bahsi geçen konular çok önemli. İlk olarak Ukrayna'da sokak hayvanlarının fırında yakıldığı haberi çok üzücü ve sinir bozucuydu(benim için hala da öyle). Bu konu hakkında da Ukrayna'ya veya UEFA'ya ciddi bir yaptırım uygulanmadığı için katiller cezasız kaldı diye düşünüyorum. Sokak hayvanlarının yok edilmesinin sebebi ise şampiyonayı izlemeye gelecek insanların rahatsız olabileceği ihtimaliydi. Turnuvanız batsın dediğinizi duyar gibi oluyorum. En nihayetinde futbol turnuvası olduğu için de kayıtsız kalamıyorum. Diğer konu ise tamamen siyasi. Ukrayna'nın eski Başbakanı Yulya Timoşenko cezaevinde kötü muameleye maruz kaldığı için Avrupa Birliği Komisyonu turnuvayı boykot kararı aldı. 
İki tane çok büyük krizin eşliğinde gidilen EURO 2012 öncesi can sıkıcı konuları bir kenara bırakırsak biraz da mali olarak incelemek gerekir şampiyonayı. 


Uluslararası çaptaki turnuvalarda ortada dönen paranın haddi hesabı yoktur. Bu durum her şampiyonada daha da büyüyerek devam etmekte. EURO 2012 de sponsor konusunda ufak bir incelenmeye tabi tutulmayı hak etmiyor değil. Şampiyonanın resmi sponsorları hemen hemen bilindik markalar, firmalar, şirketler vs. Futbol oyununun temel direği tabi ki toptur. Adidas'ın tasarladığı Tango 12 adlı top yaklaşık üç hafta boyunca bir o kalede bir bu kalede olacak inşallah. Bunun yanında Coca-Cola da her zamanki gibi sponsorluk konusunda başı çeken bir diğer marka. Onlar da gerek verdikleri hediyelerle(açacak, anahtarlı, tişört) gerek yaptıkları reklamlarıyla turnuva öncesinde ve sırasında futbol severleri havaya sokacaklar. Turnuvanın ulaşım işlerini ise Hyundai-Kia iş birliği almış durumda. McDonalds ise Fantasy Football adlı menajerlik oyununun sponsorluğunu üstlenmiş. Oyunun galiplerine de turnuvanın resmi sponsorları Adidas'tan Tango 12 ve milli takım formaları; Canon'dan fotoğraf makineleri; EA Sports'tan UEFA EURO 2012 oyununu; SHARP'tan televizyonu McDonalds dağıtacak. Continental firması da araba lastiği alana Tango 12'yi hediye olarak vermeyi kendisine iş edinmiş. Ayrıca Orange isimli GSM operatörü de Apple Store'da EURO 2012 uygulamasının sahibi konumunda. Castrol ve Carlsberg de şampiyonanın diğer resmi sponsorları. Paranın hüküm sürdüğü düzende paranın mutlak galip çıkacağı bir turnuva daha görüldüğü üzere bizleri bekliyor.

Son olarak biraz da nostalji deyip Panini'nin EURO 2012 Çıkartma Albümünden bahsedelim. Öncelikle internet kullanımının bu kadar yaygın olduğu bir çağda bile piyasa sürüldüğünü hatırlatmakta fayda görüyorum. Sonra da çocukken EURO 96, World Cup 98, EURO 2000 ve World Cup 2002 Çıkartma Albümlerini almış birisi olarak hala o günleri özlemle andığımı belirtmek isterim. Harçlığımın hepsi çıkartmalara gitmiş olsa dahi... 
Şampiyonanın yayıncısı TRT'nin Okay Karacan sürpriziyle karşımıza çıkacağını temenni ediyorum. Futbol konuşacağımız günler de yakındır, herkese iyi seyirler dilerim.

17 May 2012

2002'nin madalyasız kahramanı: Şenol Güneş

Şu sıralar Trabzon'da "En çok sevilen insan kim?" anketi yapılsa kuşkusuz Şenol Hoca bütün adayları birer birer eleyip açık ara birinciliği elde eder. 2010/2011 yılında şike tartışmaları arasında averajla kaybedilen bir şampiyonluk, aniden hak kazanılan UEFA Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılım hakkı ve grupta gösterilen başarılı performans....

Yukarıdaki konular ışığında az çok Şenol Hoca'dan ve kariyerinden bahsedeceğim; ancak bir Ankaragücü taraftarı olarak bu yazıyı yazdığımın unutulmasını istemem. Gerek çevremdeki Trabzonspor taraftarlarının naif insanlar oluşu, gerekse Ankaragücü taraftarlarına olan sıcakkanlı davranışları beni de Trabzonsporlulara karşı ön yargısız kıldı.

Biraz gerilere giderek bugünü çok daha rahat analiz edebileceğimi düşünerek öncelikle Şenol Güneş'in başarılı kalecilik yıllarından bahsetmem gerekir. Kaleci Şenol'un on beş yıl boyunca kalesini koruduğu Trabzonspor takımı Türkiye Süper Lig'i tarihindeki altı şampiyonluğunun hepsini bu dönemde kazandı. Türkiye A Milli Futbol Takımının da 31 kez formasını giyme başarısı gösterdi. Bunların yanında futbolculuğu döneminde üç adet Türkiye Kupası, altı adet Cumhurbaşkanlığı Kupası ve üç adet de Başbakanlık Kupası kazandı. 1974/1975 sezonunda ilk kez Süper Lig'de mücadele eden Trabzonspor bir sonraki sezon lig şampiyonluğunu elde ettiğinde bunda Şenol'un payı çok büyüktü. 1987 yılında futbolu bıraktıktan sonra 1988 yılında Trabzonspor'da teknik sorumlu olarak çalışmaya başladı ve başarısız bir sezonun ardından Trabzon'dan ayrıldı. Boluspor ve İstanbulspor maceralarının ardından Trabzon'a tekrardan dönen Şenol Hoca 1993 yılından 1997'ye kadar Trabzonspor'un başında görev yaptı. 1996 yılında son maçta Avni Aker'de Fenerbahçe'ye karşı kaybedilen şampiyonlukta elindeki "yetersiz" kadroyu yeterli hale getirmeye çalıştı ve kısmen de başarılı oldu. İntihar eden taraftar ve yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen Fenerbahçe nefreti kaçan şampiyonluğun etkilerini gözler önüne seriyordu. Antalyaspor ve Sakaryaspor'u çalıştırdıktan sonra Şenol Güneş için kulüp kariyerine ara verip ülke kariyerini başlatmak farz olmuştu.

2000 yılında Mustafa Denizli'den sorumluluğu devralan Şenol Hoca Türkiye'nin 48 yıldır beklenen Dünya Kupası macerasını başlatmak için hak kazandı. Sonrası malum...
Dünya Kupası üçüncülüğünde futbolcu tercihleri, taktiksel dizilimi, takım elbisesi de dahil olmak üzere her şeyi sorgulanan hoca efendiliğini bozmadan işini yapmaya devam etti. Hatta Türkiye Avrupalı takımlarla oynamadığı için üçüncü oldu şeklinde aklın mantığın almadığı yorumlar yapılır oldu. Başarıda hiçbir payı yok dendi... Bu eleştirilere en iyi cevabı yine Şenol Hoca verdi. Dünya üçüncülüğü sonrası dağıtılan madalyaların 25 tane olması gerekirken 23 tane olması Şenol Güneş'in canını sıkmış ve boynu bükük kalan malzemeciye Şenol Güneş kendi madalyasını vermişti. Hoca bu durumu: "Bana diyorlar ya sen o başarıda yoktun. Evet şu an bunu ispatlayamam çünkü bana verilen madalyayı ben o dönem milli takımın malzemecisine verdim." şeklinde özetliyor.
2003 yazında FIFA Konfederasyon Kupası üçüncülüğü geldiği sıralarda Türkiye halkı Şenol Güneş'i acımasızca eleştirmeye devam ediyordu. Milli takımı FIFA Dünya sıralamasında 7. sıraya oturtan tek isim olması ya da UEFA tarafından 2002 yılının en iyi teknik adamı seçilmesi nedense çok önem arz etmiyordu tarafsız(!) ana akım medyada. Belki de Trabzonspor'da değil de Galatasaray'da meşhur olsaydı tıpkı Mustafa Denizli'den önceki selefi Fatih Terim gibi işte o zaman bu başarılar dünyada eşi benzeri olmayan başarılar olarak ses getirirdi.
Neyse ben konuya döneyim tekrardan. 2004 yılında milli takımdan ayrılan hoca 2005'te üçüncü kez Trabzonspor'un teknik sorumlusu olarak görev almaya başladı ve başarısız geçen bir sezonun ardından hocanın yolu teknik antrenörlük kariyerinin zirvesini yaşadığı Güney Kore'ye düştü. Üç sezon FC Seoul takımını çalıştırdıktan sonra tekrardan Türkiye'ye dönen Şenol Güneş'in rotası bir kez daha Trabzon'u gösteriyordu.

2009 yılında dördüncü kez yönetmeye başladığı Trabzonspor'da Türkiye Kupası şampiyonluğu, Süper Lig ikinciliği, UEFA Şampiyonlar Ligi'nde ilk kez gruplara kalma başarısı gibi çok önemli işler yapan Şenol Güneş futbolda şike operasyonunda da takdire şayan bir sağduyuyla Trabzonspor camiasını elinden geldiğince sakin tutmaya çalıştı. Tabi ki Sadri Şener'e rağmen...
Son zamanlarda hocanın takımı bir kez daha bırakacağı söyleniyor. Hatta kendisi de mücadele edecek gücünün kalmadığını söyledi. Süper Lig'de 2011/2012 sezonun teknik adamı bana göre her türlü zorluğa rağmen takımının başında duran Ulubatlı Kaptan Hakan Kutlu'dur. Ancak Şenol Hoca da bu sıkıntılı günlerde yapmış olduğu sağduyulu ve onurlu açıklamalarıyla Trabzonspor camiasını biraz olsun dizginleyebildiği için yılın iki numaralı teknik adamı olmayı fazlasıyla hak ediyor!
Şampiyonluğun mimarı Fatih Terim mi? Neyse...
Son olarak bana bu yazıyı yazmamda yoğun baskılar yapan çok sevgili Trabzonsporlu kardeşim Sefa Saral'ı buradan saygıyla selamlıyorum. Bir başka Üstünidman yazısında görüşmek üzere.

15 Nis 2012

Transferin bir numaralı yıldızı: Burak Yılmaz



Bilirsiniz Türkiye futbol liglerinden Avrupa futbol liglerine transfer olan futbolcu sayısı çok kısıtlıdır. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmaması başta olmak üzere altyapısal eksiklikler, eğitim, yabancı dil ve bu tip sıkıntılar futbolcularımızın Avrupa arenasında kendilerine yer bulamamalarının temel sebeplerini oluşturuyor. Özellikle 90'ların sonu 00'ların başında Türkiye'den Avrupa'ya yerli ve yabancı transferi hız kazanmıştı. Bunda Galatasaray'ın Avrupa'da geçirdiği başarılı sezonların ve ülke futbol takımımızın uluslararası turnuvalarda ortaya koyduğu kaliteli futbolun payı çok büyüktü.


O döneme baktığımızda Hakan Şükür, Tugay Kerimoğlu, Rüştü Reçber, Hakan Ünsal, Nihat Kahveci, Elvir Baljic, Geremi, Oktay Derelioğlu, Arif Erdem, Thomas Zdebel, Josip Skoko, Emre Belözoğlu, Okan Buruk Türkiye Ligi'nden Avrupa'nın üst sınıf liglerine transfer olan yerli ve yabancı futbolcuların bir kısmıydı. Daha sonradan ülke takımımız 2004, 2006, 2010, 2012 yıllarındaki uluslararası turnuvalara katılmaya hak kazanamayınca Avrupa arenasına Türkiye futbol liglerinden giden futbolcu sayısı da doğal olarak azaldı. Bu başarısızlıkların yanına futbol kulüplerimizin de Avrupa'da aldığı olumsuz sonuçlar da eklendi ve ortaya dış transferde çok durgun bir tablo çıktı. Son yıllarda Umut Bulut, Arda Turan ve Mehmet Topal gibi futbolcular Avrupa'nın üst sınıf liglerine transfer olabildiler. Bunun yanında Avrupa'ya gidenler ya Türkiye'ye döndü ya da futbolu bıraktı. Son on beş yıla şöyle bir dönüp baktığımızda Tugay Kerimoğlu ve Nihat Kahveci haricinde oynadığı takımlarda efsaneleşen futbolcu göremiyoruz. Belki bir de Sociedad taraftarının çok sevdiği Tayfun Korkut'u efsaneler arasına dahil edebiliriz.


Gelelim asıl meseleye; yani Burak Yılmaz'ın Avrupa'ya transfer olma ihtimaline...

Antalyaspor altyapısından yetişen golcü futbolcu sırasıyla Beşiktaş, Manisaspor, Fenerbahçe ve Eskişehirspor'da oynadıktan sonra 2010 yılında kendisini Trabzon'da buldu. Aynı zamanda mecazi anlamda da kendisini Trabzonspor'da bulan golcü(!) futbolcu bu sıfata da Trabzonspor forması altında ulaşabildi. Bu sezon ligde 31 maçta attığı 32 golle normal sezonu gol kralı olarak tamamlayan Burak için sezon sonunda Avrupa'nın üst sınıf liglerinden birisine transfer olma ihtimali çok da uzak görünmüyor. Ancak Burak'ın tercihi Oktay Derelioğlu gibi küme düşmemeye oynayan Las Palmas gibi bir takımdan yana mı; ya da Hakan Şükür gibi sürekli şampiyonluğa oynayan Internazionale gibi bir takımdan yana mı; ya da Nihat Kahveci gibi orta sıraları hedefleyen Real Sociedad gibi bir takımdan yana mı olacak henüz belli değil. Bu üç hücum oyuncusu örneği üzerinden gidersek Burak'ın tercihi kesinlikle Oktay'ın tercihine benzer olmayacaktır. En başarılı örnek olan Nihat modeli ise bana göre en yakın görülen ihtimal. Ancak olur da AC Milan, Internazionale, Arsenal, Liverpool, Borussia Dortmund gibi Avrupa'nın büyük kulüplerinin herhangi birinden transfer teklifi alırsa Burak bu fırsatı kaçırmayacaktır. Çünkü kariyeri boyunca yükselişe geçen ve santrafor mevkisinde kendisini bulan bir futbolcu olan Burak öz güvenini artık %100'e yakın olarak elde etmiş durumda. Nihat'ın Beşiktaş'tan ayrıldığında 22 yaşında olduğunu göz önünde bulundurursak; kariyerinde yeterli tecrübeye sahip olan Burak Yılmaz'ın yetenekleri elverdiği ve bu formunu üzerine koyarak arttırdığı sürece Avrupa'da başarılı olmaması için önünde hiçbir engel yok.

Umarım talihsiz bir sakatlıkla futbol hayatı sekteye uğramaz ve bir şekilde olmak istediği yerde başarılı olur. Attığı golden sonra taraftarına koşan kaç tane futbolcu kaldı ki zaten; bari Burak gibi takımına ve taraftarına gönülden bağlı, oynadığı oyuna saygısı olan futbolcular başarılı olsun!

12 Mar 2012

Siyasetin Futbola İlk Müdahalesi: Kara Çoraplar(Black Stockings)


Bugün, halen futbol gündeminin maalesef ki ilk sırasında yer alan şike davası tartışmalarına zaman zaman milletvekilleri ya da siyasetin önde gelen isimleri, verdikleri demeçler ile dolaylı; ya da çıkardıkları yasalarla doğrudan dahil olarak, taraf olmadıkları kulüp ve taraftarları tarafından büyük tepkiler çekmektedir. Futbolun Türk insanları üzerindeki etkisi nedeniyle bu durum siyasette de tercih değişikliklerine neden olabilmektedir. Futbolun bu gücünü bilen siyasi erklerin bunu kullanışı ilk değildir, süreç boyunca birçok kez birçok ülkede buna şahit olmuşuzdur ve bugün özellikle FIFA bunun önüne geçmek için büyük yaptırımlar ve cezalarla ülkelerin futbol federasyonlarını politikanın müdahalesinden uzak tutmak istemektedir.

Konuyu geçmişe doğru incelediğimiz zaman Türk futbolu için bunun ilk örneğini Black Stockings yani bizim daha çok bildiğimiz adıyla 'Kara Çoraplar'ın başına gelen örnek ile görebiliriz. Abdülhamit devrinin 'istibdat' politikası nedeniyle halkı isyana sevk edebilecek birçok şey yasaklanmış ve spor da bu yasaklardan nasibini almıştır. Ve 19. yüzyılın son çeyreğinde keşfedilmesiyle birlikte popülaritesi iyice artan futbolun etkisi Osmanlı topraklarına ulaşmış ve 1875 yılında kurulan FC Smyrana kulubü, bugünün Türkiye sınırları üzerinde kurulan ilk kulüp olma özelliğini göstermiştir. Dönemin İstanbul ve İzmir kulüpleri zaman zaman maç yapmak için bir araya gelmektedirler. Fakat getirilen yasaklardan dolayı futbol oynayan isimler yalnızca İngiliz, Yunan, Ermeni veya Yahudi azınlıklardı.

Başlığa adını veren ve yazının öznesi olan Black Stockings kulübü, 1899 yılında Kadıköy'de, ilk Türk futbolcusu olarak bilinen Fuad Hüsnü Bey(resimdeki şahsiyet) ve arkadaşı Reşat Danyal Bey tarafından kurulmuştur. Kulübün adının İngiliz ismi taşıması da tahmin edileceği üzere devrin yasaklarından kaçmak içindir. Tamamı Türklerden oluşan bu ilk takımın futbol macerası çok fazla uzun sürmeyecektir; zira zar zor toplanabildikleri birkaç antrenmanın sonrasında 1901 Ekimi'nde Papazın Çayırı'nda ilk maçlarına, Rum takımı karşısında çıkmışlardır. Takım maçı 4-1 kaybetmiştir ama asıl önemli olan maçın bitimiyle sahayı basan hafiyelerin, kuruculardan Reşat Danyal Bey'i ve o sırada kaçmayı başarsa da daha sonra ele geçirilecek olan Fuad Hüsnü Kayacan'ı yakalamalarıdır. Daha sonra bu isimler “karşılıklı kaleler kurup, Rumlarla aynı elbiseleri labis oldukları halde, top endahtı ile talim icra etmek” suçundan dolayı yargılanmış ve cezalandırılmışlardır.

Bu konu içinde kurulmuş olan bu takımın, 3 büyüklerin hangisinin atası olduğunun tartışması içine girmeyeceğim; söylemek istediğim siyasetin spora müdahalesinin zaman ve yer fark etmeksizin sorunlara yol açtığıdır; bugün o kulüp kapatılmasa Türk futbolunda belki çok şey değişik olacak, bu ileri görüşlü insanların yolunu açtığı Türk futbolu bugün çok daha büyük yerlere gelecek ve hepimiz bugün sevdiğimiz kulüpleri değişik isimlerle de olsa gerçekten büyük başarılar elde etmiş şekilde desteklemiş bulunacaktık. Fakat yapılan müdahale sonucu bunların hepsine 'belki' diyoruz; dileğim bundan sonra yaşanacak olayların futbolun kendi içinde, bağımsız şekilde çözülmesi ve bundan yıllar sonra tekrar bunu düşündüğümüzde 'belki' dememek.

31 Ara 2011

Kaotik Yaşamın Bizleri Getirdiği Son Nokta: KAOS FUTBOLU

Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır; eyvallah! Ancak her yiğit yoğurdunu belirli bir düzen içerisinde mi yemelidir?
Dünyada nevi şahsına münhasır birkaç tane futbol ekolü vardır:
Alman ekolü disiplinlidir; rakip kim olursa olsun takımın konsantrasyonunun üst seviyede olması amaçlanır…
Hollanda ekolü kolektif oyundur; amaç takım halinde hücum edip, takım halinde savunma yapmaktır. Meşhur deyimiyle “total futbol”…
İtalyan ekolü savunmaya dayalı futbolu amaçlar; galibiyete giden yolda savunma en önemli hücumdur. Çünkü gol yemediğiniz sürece yenilmeniz imkansızdır. Bu ekolün bir diğer adı da “catenaccio”dur. Hatırlayın 1982 İspanya’yı: İtalya grup maçlarında aldığı üç beraberlikle Dünya Kupası’nı kazanmıştı…
İngiliz ekolü uzun paslara dayalı, bir an önce sonuca gitmeyi hedefleyen bir futbol ekolüdür…
Brezilya ekolüyse göze en hoş gelen futbolu amaçlayan; sertlikten ve rakibe saygısızlık yapmaktan kaçınan (her ne kadar Rivaldo, Hakan Ünsal’a saygısızlık yapmış olsa da[1]) bir ekoldür…
Ve son olarak Türkiye ekolünden bahsetmezsek olmaz: Kaos Futbolu!
Ekolsüzlüğü kendisine ekol edinen futbol stiline sahip olduğumuz konusunda benim hiçbir şüphem yok. Türkiye ekolünden önceki saydığım ekollerin taklitleri çoktur ve o ekolleri taklit edenlerin bir kısmı başarılı da olmuştur. Otto Rehhagel’in “catenaccio”yu uyguladığı Yunanistan malum olduğu üzere 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası’nı bu taktikle kazanmıştır. Veyahut Barcelona yıllardır “total futbol”u ustalıkla oynayıp çok başarılı bir dönem geçirmektedir. Ancak, kıyıda köşede kalan bir iki örnek dışında “kaos futbol”unu bizim kadar başarıyla uygulayan başka kimseler yoktur…
Sanmıyorum ki hiçbir ülkenin spikerleri de “milli takımımız rakip kale önünde karambol arıyor” şeklinde bir maç anlatımı yapmıştır. Kaos futbolu belli ki iliklerimize kadar işlemiş. Yoksa geride olan her yabancı takım orta yuvarlak ve dolaylarındaki duran topları kaleciye kullandırma fantezisini uygulardı…

Nasıl ki Sırplar nişancılıktaki üstün başarılarını futbolda serbest vuruşlara, basketbolda üç sayılık atışlara taşımış; biz de kendimize özgü hayatta kalma koşullarını futbolla çok iyi harmanlamışız…