Sırbistan ve Arnavutluk arasında oynanan EURO 2016 eleme maçının ilk yarısı golsüz beraberlikle bitmek üzereyken bir dizi olay patlak verdi ve maç yarıda kaldı. Arnavutluk'un 1967'den beri ilk kez Belgrad'ı ziyaretinde yaşanan olaylar futboldan ziyade tarihsel olarak iki halk arasında mevcut olan gerilimle alakalıydı. Sırbistan kaptanı Branislav Ivanovic de maçtan sonra verdiği röportajda bu durumu destekleyen bir açıklama yaptı.
Olayların başlangıcı ise maç esnasında bir insansız hava aracının sahanın üzerinde dolaşarak Büyük Arnavutluk bayrağını dalgalandırması oldu. Bayrağın üzerinde fotoğrafları yer alan İsmail Kemal ve İsa Boletini ise Osmanlı'nın dağılma sürecinde Arnavutluk adına bağımsızlık için mücadele eden iki önemli siyasi figürdür. Bayrağın üzerinde yazan "Autochthonous" ifadesi ise otokton anlamına gelir ve Büyük Arnavutluk topraklarında bugün yaşayan Arnavut kökenli halkların bölgenin yerlisi olduğuna dair bir göndermedir.
Partizan Stadyumundaki olaylara futbolcular, malzemeciler ve taraftarlar da dahil olmak üzere statta bulunan hemen herkes müdahil oldu. Sırp savunma oyuncusu Mitrovic tribünlerden yükselen öfke dolu tezahüratlara yanıt vererek bayrağı indirdi. Bunun üzerine Arnavut oyuncular Mitrovic'in üzerine yürüyerek bayrağı elinden aldılar. Ancak, olaylar bununla bitmedi ve Sırp taraftarlar sahaya girerek olayların daha da büyümesine yol açtı. Arnavutluk kaptanı Lorik Cana ve bir Sırp taraftar arasında yaşanan gerilimde Cana'nın geri adım atmaması da geceye damgasını vurdu.
İki ülke arasındaki gerilimin temel nedeni 2008 yılında halkının büyük çoğunluğu Arnavut olan Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılarak tam bağımsızlığını kazanması oldu (2012'ye kadar gözetimli bağımsızlık statüsündeydi). Ancak, Sırbistan bu yeni kurulan devleti tanımıyor ve tanımamakta da ısrar edeceğe benziyor. Diğer taraftan Arnavutluk ise Büyük Arnavutluk'un kurulması için bu ayrılığı bir adım olarak görüyor. Büyük Arnavutluk idealindeyse Sırbistan, Karadağ, Makedonya ve Yunanistan topraklarında Arnavutların genellikle yoğun olarak yaşadığı bölgeler ve bugünkü Arnavutluk ve Kosova'yı da içine alan bir ülke vardır. Olaylar sonrası Kosova'da halk sokaklara dökülerek Arnavutluk'a destek oldu. Ayrıca, maçta Sırp taraftarların NATO bayrağını yakmasının sebebi ise Kosova'nın bağımsızlığını NATO destekli kazanmasıdır.
Olayın çıkmasında başrolü oynayan insansız hava aracının 800 metreden kontrol edilebildiği belirtilirken bu aracı yönlendiren kişinin protokol tribününde yer alan ve Arnavutluk Başbakanı Edi Rama'nın kardeşi Orfi Rama olduğu şüphesi de gündeme geldi ve Orfi Rama gözaltına alındı. Partizan Stadı'nda 3500 polis aracılığıyla alınan güvenlik önlemlerine rağmen böyle bir olayın yaşanması UEFA'yı da güvenlik zaafiyeti konusunda harekete geçirdi.
Geçtiğimiz ay UEFA Avrupa Ligi'nde oynanan Partizan-Tottenham Hotspur (taraftarının bir kısmı Yahudi) maçında rakip taraftara yönelik antisemitist tezahüratlarda bulunan Partizan taraftarları hakkında UEFA bir soruşturma başlatmıştı. Önümüzdeki hafta Partizan deplasmanına gidecek olan Beşiktaş takımının başına neler geleceği ise büyük bir soru işareti olarak duruyor.
UEFA Avrupa Ligi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
UEFA Avrupa Ligi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Eki 2014
Büyük Arnavutluk İdeali vs. Sırbistan
Etiketler:
Arnavutluk,
Belgrad,
Beşiktaş,
Büyük Arnavutluk,
EURO 2016,
Kosova,
Lorik Cana,
NATO,
Partizan,
Partizan Stadyumu,
Sırbistan,
Sinan Baran,
Tottenham Hotspur,
UEFA Avrupa Ligi
5 Eki 2012
Yerden Sert!
Şovenizm fırsat bulduğu her alanda kendini
gösterir. Ayırt edilmesi gereken nokta, şovenizm Türkiye'ye özgü bir durum
değildir. Batı'da ortaya çıkan milliyetçilik akımı dünyanın bir çok bölgesinde
kendine taraftarlar bulmuştur ve bulmaya da devam etmektedir.Futbol ise
şovenizmin kendine sıkça yer bulduğu bir spor alanı sadece.
Borrusia Mönchengladbach - Fenerbahçe maçının son yarım saatlik kısmını izleme
şansı buldum bu gece. Bir yandan da sosyal medyada günün olan bitenlerini takip
ettim.Popüler başlıklardan birisinin Ercan Taner olduğunu görünce duraksadım ve
kendisi hakkında yazılanları görünce kendisini çok seven birisi olarak
gerçekten çok üzüldüm. Birçok twitter kullanıcısı Ercan Taner'in Fenerbahçe'nin gol sevinçlerini abartılı yaşadığından ve bu şekilde de rengini belli
ettiğinden yakınmış. Fanatizm, yıllardır işini en iyi şekilde yapmaya çalışan
bir futbol spikerini yerden yere vurmuş. Derdim Türk takımlarının Avrupa
takımlarıyla olan karşılaşmalarında Türk takımlarının desteklenmesi gerekliliğine
dayanan bir inanç üzerinden milliyetçilik dersi vermek değil tabiki de. Ben
Beşiktaş taraftarıyım ve Beşiktaş dışındaki takımların ne sonuç aldığı açıkçası
beni ilgilendirmez. Ancak hakkaniyet duygularım Ercan Taner hakkında
söylenen sözlerden sonra bir iki kelam etmem gerektiğini söyledi bana.Dönelim
2000 senesine: ''Hagi! Hagi! Hagi! '' , ''Kim attı? Kral attı! Hem de Leeds'te Elland Road'da...'' coşkulu
sözleri bizzat Ercan Taner'e aittir. 2002 yılında Beşiktaş'ın yüzüncü yıl
şampiyonluğunu ilan ettiği Galatasaray derbisine de, yıllarca unutulmayan
''Sergen attı şampiyonluk geldi'' sözüyle damga vurmuştur başarılı futbol
spikeri.
Ercan Taner’ e eğer gerçekten bir taraf
olduğu konusunda eleştiri getireceksek ancak Real Madrid Barcelona maçlarındaki
anlatımlarıyla eleştiri getirebiliriz diye düşünüyorum. Eleştiriye başlamadan
önce ve fanatizmin yarattığı körlükle insanları yerin dibine sokmadan önce en
azından kısa bir araştırma yapmak gerekir sanırım.Ercan Taner kendisine
babasından kalma tutkulu bir Beşiktaş taraftarıdır.Bu bilgi de ; Ercan Taner bugün
Fenerbahçe’nin gollerinde ağlamaklı ses tonuyla rengini belli etmiştir diyen Beşiktaşlı, Galatasaraylı vs.
taraftarlara Ercan ağabeyin deyimiyle ‘’yerden
sert’’ bir cevap olsun.
Etiketler:
Barcelona,
Beşiktaş,
Borussia Mönchengladbach,
Elland Road,
Ercan Taner,
Fenerbahçe,
Galatasaray,
George Hagi,
Hakan Şükür,
Leeds United,
Real Madrid,
Sergen Yalçın,
UEFA Avrupa Ligi,
Ülken İlhan
22 Eyl 2012
'Kaybetmek kolay, kazanmak olay'
Bundan tam 6 sezon önceydi Galatasaray'ın kupa 1'deki son grup maçı. Gruptan çıkma şansı yoktu ancak galibiyetle veda etmek herkesin ümidiydi. 2005-2006 sezonunda eldeki malzemeyle harikalar yaratan, şampiyonluğu son haftaya kadar kovalayıp 83 puanla takımı şampiyon yapan Gerets diğer sezon takımın düşüşünü önleyememişti. Hücumda Allah ne verdiyse, arkada toparlayıcı Saidou formülü tek sezonluk mutluluk yaşatmıştı. Ancak sonraki sezon takım 56 puanda kaldı. Haliyle Türkiye şartlarında İliç-Hasan Kabze-Hakan Şükür-Ümit Karan dörtlüsünü oynatabilecek yegane adam Eric Gerets gönderilmişti.
Inamotolu, Carruscalı kadrosuyla Liverpool, Bordeaux, PSV ile beraber C grubunda yer aldı Avrupa Fatihi. 6 maç sonunda 4 puan toplayabilen takımdan akılda kalanlar yeni yeni parlayan yıldız Arda Turan'ın Bordeaux maçında rakibine kafa atıp kırmızı kart görerek Zidane'a selam çakmasıydı.
O sezonu müteakip 5 sezon boyunca -bir zamanlar en fazla katılanlar listesinde üst sıralarında yer aldığı- Şampiyonlar Ligi'nde gruplara kalamadı. 2008-2009 sezonunda 2-0 öndeyken kaybedilen, Harry Kewell'ın stoper oynadığı Hamburg maçı kaybedilmese kupa 2 belki de 2.defa Türkiye satıhlarına gelecekti. Feldkamp, Skibbe, Rijkaard, Hagi, Bülent Ünder derken Galatasaray 2010-2011 sezonunu 14 galibiyet 4 beraberlik 16 mağlubiyetle ligi 14.sıralardan dönerek 8.bitirdi. Kupa 1'de oynamak artık eski anılarda kalmıştı.
20 Mayıs 2011 Galatasaray için, Galatasaraylılar için yitirilen ateşin ilk kıvılcımıydı. İlk gelişinde 4 sezon üst üste ligin ilk basamağını parselleyen, UEFA kupasını kazanan, Fiorentina'ya İtalya kupası finali oynatan, Milan'ı çalıştıran, 2.gelişindeyse Zulümpiyat Stadı'na maruz kalarak kötü ayrılan İtalyanların Grande'si, bizim imparatorumuz Fatih Terim geri dönüşe karar vermişti. Ünal Aysal yönetimi toparlanmak isteyen Galatasaray'da Florya'nın anahtarının tek bir kişiye emanet edilmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. O kişi de taşın altına elini soktu.
2011-2012 sezonuna yeni transferlerle girildi. Takım imparatorun istediği gibi oynayamadı ilk 3-4 hafta. Fakat şu söz çok önemliydi: 'Ben yenildiğinde bile taraftarının başını öne eğmeyecek bir Galatasaray yaratmak istiyorum.' Nitekim imparatorluktan sensei'liğe adım adım geçen Terim'in bu sözü cimbomun tüm sezonki futboluna sirayet etti. Nihayet beklenilen şampiyonluk da geldi. Galatasaray için şampiyonluk hep önemliydi ama amaç değil araçtı.
19 Eylül 2012 tarihi kimileri için bir geri dönüştü. Kimileri için özlenen sevgiliye kavuşmaktı. 1993 yılında şerefli mağlubiyetlerden palazlanmaya geçiş evresindeki Türk futbolunun Avrupa'daki yüzü Galatasaray şok bir biçimde İngiliz devi Manchester'i elemiş ve Şampiyonlar Ligi statüsünü değiştirtmişti UEFA'ya. 13 sene sonra rakip yine Manchester, stad yine Düşler Tiyatrosu yani Old Trafford'du. Galatasaray bir sürü pozisyona girerek bir o kadar da kalesinde görerek, bütün maç saldırarak 1-0 kaybetti. Hakem Wolfgang Stark böyle istemişti. Ancak maçla ilgili herkesin memnun olmadığı tek şey bu oyunla nasıl puan alınamadığıydı. Yenilmişti Galatasaray ama Manchester'a boyun eğmemişti. Kimi zaman yarı sahasına hapsetmişti. Terim'in sözündeki gibi yenilmişti ama taraftarı gururluydu.
Yine Terim'in yazıya başlık olan ve birkaç yerde telaffuz ettiği, benim de hayat felsefem olan cümleyle bitireyim yazıyı:
Kaybetmek kolay, kazanmak olay...
21 Eyl 2012
Niedermeier'den agresif bir gol sevinci
UEFA Avrupa Ligi E Grubu mücadelesinde rakibi Steaua Bükreş karşısında 2-1 geride olan WfB Stuttgart takımı 85. dakikada beraberliği savunma oyuncusu Georg Niedermeier'le buluyor. Gol sevincini abartan Niedermeier'in yanına takım arkadaşı Cacau bir hayli çekinerek gidiyor.
8 Mar 2012
Tuz Koktu

Atletico Madrid-Beşiktaş maçı için genel kanaat Beşiktaş'ın fark yiyeceği idi; her iki takımdaki eksiklikler ve ilk 11'e oyuncu seçiminin bu kanaati ne kadar etkileyebileceği tartışmaya açıktı. Zira Atletico Madrid'in kesinlikle hafife alınmayacak bir hücum gücü olduğu malumdu, Beşiktaş'ın ise defansif zaafları...Nitekim öyle de oldu, maçın ilk dakikalarından itibaren karamsarlığımız elle tutulur hale geldi, ilk yarıda 3 golü kalemizde gördük.
Bir zamanlar Carlos Carvalhal'e ilişkin büyük beklentilerimin olduğunu itiraf etmeliyim. Sempatiydi, sıcakkanlılıktı bir yere kadar; kumaşının çok kötü gözükmediğini düşünüyordum. Fakat öyle görünüyor ki, her maçın ardından oyuncuların yorgunluğu bahanesini sunmaktan başka bir kelam edemeyen, oyunu okumakta yetersiz, Guti örneğinde tahammülsüz, Simao-Quaresma için inanılmaz toleranslı bir hoca ile karşı karşıyayız. Üst üste mağlubiyetlerin oyun adına da umut kıvılcımı içermemesiyle, maalesef yakın bir zamanda gönderilecek. Kahin olmaya gerek yok.
Bu üzücü durumun tek sorumlusu olarak Carvalhal'i görmem biraz haksızlık olur, onu da kabul ediyorum. FourFourTwo dergisinin bu ayki sayısında Fuat Çapa-İlhan Cavcav söyleşilerinde de açık olan bir şey var ki, takıma kim yararlı kim değil, kim/hangi mevkiye transfer edilmeli, bu tür konular Türkiye'de teknik direktörün elinde olan bir durum değil. Üstelik teknik direktörler de bu duruma ses çıkaramıyorlar. Bu söylediğimi başat problem olarak görüyorum lakin devamında teknik direktörün sorumluluğu hakkında birkaç madde sıralayacağım:
1.Süper Lig'in geç başlaması da eklenince, fikstürün inanılmaz bir yoğunluk içermesi özellikle Beşiktaş'ın bu sene en fazla etkilendiği durum. Fakat teknik kadroda Roland Koch gibi dünya çapında tanınan bir kondüsyoner-antrenör'ün olması, neden bu sorunu devamlı konuşmayı engellemiyor anlayabilmiş değilim.
2.Bu geceki Atletico Madrid maçında Sidnei, İ.Köybaşı, Ekrem yedek otururken Veli Kavlak gibi kapanma, markaj, top kapma özelliği olmayan bir ofansif orta saha oyuncusuna sol bekte 45 dakika tahammül etmek, o kanattan gelen 3 gole maloluyorsa Carvalhal oyun okuma konusunda ne kadar yetenekli düşünmek gerekir. Barcelona değilsen Mascherano'yu defansın göbeğine koymaya benzeyen hamleler yapamazsın. Ki o yine de anlaşılır. Yaptıysan 5. dakikadan 45. dakikayı tahmin edip, beklemeden değişikliğe gideceksin.
3.Madem sol bekte Veli'yi oynatacak kadar kötü yedeklerin; madem pas isabet yüzdesi inanılmaz düşük bir orta sahan, bitiricilik bakımından tüm zamanların en kötü Beşiktaş forvet setini oluşturan oyuncuların var; mart ayına gelene kadar bu sorunları çözemiyorsan düşeceğin durum felaket olur. Necip koşmaktan başka şeyler yapması gerektiğini de anlayacak, Pektemek tökezlemeden koşacak, Almeida bu yaşta kafa atmayı öğrenecek, biz de gol göreceğiz.
4.Simao'nun golü kimseyi yanıltmasın. Bitik ve abartılan bir futbolcu olduğunu Beşiktaş'a geldiği ilk gün söylemiştim, içim hala rahat. Simao'nun bıraktığı boşluğun Madrid ekibinde gayet iyi doldurulduğunu görünce, sağlamasını da yapmış olduk meselenin.
5.Cenk'in reflekslerine camia olarak hayranız herhalde ama böyle beksiz, ağır bir defansın arkasına, kaleciliğinin henüz olgunluk aşamasında olmayan bir kaleciyi koyarsan onu da bitirirsin.
6.Quaresma...Quaresma...Yorum yok.
Bütün bu meselelerin kolay çözülebileceğini ileri sürmek çok da doğru değil fakat halihazırdaki teknik kadronun işin parçası olarak yer almayacağı kesin. Bir sonraki teknik ekibin "enkaz devraldık" bahanesine sığınarak bizi en az bir sene daha oyalayacağı da aşikar. Hepimize şimdiden geçmiş olsun.
Üstünidman için Fotomaç tarzı yazılar yazmak huyum değildir; gelin görün ki Beşiktaş'ın son maçı bana "bir şeyler yazmazsam olmaz" dedirtti. İlk ve son olsun.
17 Şub 2012
Şapkalar Öne, Düşünme Vakti!

Bu sene Avrupa'da ikinci CSKA maçı hariç oynanan oyun ve sezonun bu zaman dilimine kadar Burak Yılmaz'ın gösterdiği performans camia tarafından hoş karşılansa da ne oynanan oyundan ne de gidişattan kimse memnun değil. Geçen sene geriye düştüğümüz maçlardaki psikoloji ile bu sezon geriye düştüğümüzdeki hisler çok farklı. Tamam, Burak Yılmaz gösterdiği insanüstü performans ile takımın yükünü taşımakla beraber Avrupa çapında hatrı sayılır bir forvet oyuncusu oldu, ee sonra? Sonrası kocaman bir karanlık.
Geçen sene tarihinin en kötü sezonlarından birini yaşayan Galatasaray yeni yönetimi, yeni hocası ve yeni oyuncularıyla şu an şampiyonluğun en büyük adayı olarak gösteriliyor. Anadolu takımlarında ise bu iş hiç de öyle değil; bir kadronun başarılı olabilmesi için en az üç senelik bir devamlılık olmalı ve mümkün mertebe kadro korunmalı. Trabzonspor'un geçen seneki kadrosunun da iskeleti Ersun Yanal zamanında kurulmuş ve bahsettiğim süreçleri yaşamıştı. Mevcut Trabzonspor kadrosunun da aynı süreçleri yaşamadan bir başarı kazanması zor gözüküyor.
Gelelim maça..
Açıkçası maça inanılmaz bir hırsla başladık; herkes gibi ben de 'bu akşam PSV'yi ısırır bu takım' dedim. Sonrasında iki üç dakika topa sahip olan PSV, Giray'ın geciken hamlesi ve ekstra iyi olan bir son vuruş ile golü buldu. Daha sonraki dakikalar beni ikinci Lille maçına götürdü; ayağa kısa paslar, 'ağır' defansımız ve 'ağır' liberomuz Aykut'un şaşkın bakışları... Ama ne yazık ki PSV'li oyuncular Lille futbolcuları gibi insaflı değildi. İki farkla gelen skor üstünlüğü de onlar için tadından yenmez hale gelmişti.
Gustavo Colman Trabzonspor'a geldiğinden beri 'maç seçen topçu' görünümündeydi. Bir dönem ligde Galatasaray'ın korkulu rüyası olmuş, bu sene de Şampiyonlar Ligi'nde-özellikle Inter maçlarında- ekstra performans göstermişti. Ama bu 'maç seçen Colman' PSV maçını küçümsediğinden(!) midir nedir oyuna bir türlü kafasını veremedi. Defansa gelip top alma zahmetinde bile bulunmadığı için Mustafa ve Aykut tarafından şişirilen toplar daha 20.dakikalarda izleyenlere 'doldur-boşalt' havası yaşattı. Nitekim ilk yarı sonunda oyundan çıkarılarak yerine Alanzinho alındı. Değişikliği olumlu karşılamadım; çünkü Alanzinho'nun dribling gücüne karşın belirgin bir oyun kurma yeteneği yoktu. Takımda oyun kurucu görevini Aykut üstlenecekti; belki o dakika Colman yerine Adrian alınsaydı daha iyi olabilirdi.
Celutska'nın sağlı sollu rakip bindirmeleriyle haşat olması sonrası Serkan'ın ısrarla sağ beke çekilmeyişine anlam veremedim. Mustafa-Celutska stoper ikilisi, nispeten ağır ve top tekniği zayıf olan Giray'a oranla daha cazipti sanki.
Bu takıma Volkan Şen niye alındı hala anlam veremiyorum. Volkan çok yetenekli ve izlemekten keyif aldığım bir futbolcu; ama Bursaspor'dan ayrılma sebebi belli iken bir diğer sorunlu futbolcu Engin'e verilmeyen paranın iki katını Volkan'a vermek mantıksız değil mi? Yani eksiğimiz sorunlu futbolcuysa bizde zaten vardı ve hiç değilse adaptasyon problemi yoktu. Her neyse, diyeceğim o ki-Avrupa'da yasaklı olduğu dönemi hariç tutarak- öyle veya böyle elinde Volkan Şen var iken senelerin forveti Halil'den sağ kanat yaratma, Umut'tan aldığı verimi alma inadı nedendir? Forvetten bozma sağ ayaklı forvet oyuncuları için sağ kanat değil de sol kanat daha elverişlidir; sırtı dönük aldıkları topları sol beke servis edebilir veya basit fauller ile duran top kazandırabilirler. Tüm bu bahsettiğimiz icraatler Halil Altıntop tarafından Olcan'ın gelişi öncesi özellikle Avrupa maçlarında başarıyla yerine getirildi. Dün gece PSV sol tarafının korkuttuğu Celutska ileri çıkamayınca ve az önce bahsettiğim dezavantajlar üzerine eklenince Halil sağ kanatta aldığı her topla dribling yapmaya çalıştı ve başarısız oldu, çünkü öyle bir özelliği yeteneği yok.
Trabzonspor'u tanımlamak için basketboldan bir terim araklayarak 'fast-break takımı' diyebiliriz. İşin içine ofsaytı koyduğumuz an fast-break terimi uçuveriyor; öyle de oldu. Bir ara maçı anlatan spikerin de vurguladığı üzere savunmayı çok önde kuran PSV bu işi Anadolu takımlarımız gibi eline yüzüne bulaştırmadan halletti. Böyle bir takımda Burak Yılmaz'ı eleştirme gafletinde bulunmayacağım; ama saha içinde 'küçük işler peşinde koşan oyuncu' görüntüsünden hemen vazgeçmeli.
Trabzonspor haddinden fazla tutuktu, saha ve seyirci dezavantajını(!) çok iyi kullandı; PSV ise hayli 'cool' bir takım görüntüsündeydi. Bir ara Aykut-Barış değişikliğini dahi düşündüm; olanca sıkıcılığı ile geride kalan bu maç sonrası artık ikinci raund için beklemedeyiz.
Şenol Güneş de izlettiği ve bizzat izlediği takımdan bu kadar kısa sürede nasıl iki gol yiyebildiğimizi kurcalamalı.

( Takım kaptanı Trabzonlu ve Trabzonsporlu oyuncumuz Tolga Zengin'in gollerden sonraki gözyaşları her şeye bedeldi. Bu takımın ve bu camianın Yavuz Selim Sahası'nın tozunu yutmuş oyunculara ihtiyacı var.)
15 Şub 2012
Kartal Braga'da Yüksekten Uçtu

İşte Braga maçı böyle bir zamana denk geldi ki, maçı kazanmak bir anlamda kötü günleri geride bırakmak olacaktı. Bunun farkında olan Carvalhal belki de savaşçı bir takım sahaya sürerek bu düşünceyi gösterdi. İlk on bir açıklandığında sahada bir Beşiktaş forveti görememek eminim benim gibi tüm Beşiktaşlıları da bir anlık şaşkınlığa götürmüştür ki, forvetsiz oynamak Beşiktaş'a sıkıntı yaratmadı da değil ancak 30. dakika Braga aleyhine gelen kırmızı kart işleri tersine çevirdi ve belki de bir eksiklik, bir hata olarak görülebilecek bu taktiksel diziliş kendini ele vermedi.
Maçta kırmzı kart sonrası üstünlüğü ele alan Beşiktaş dakika 37'de artık klasikleşen "Fernandes yapar ortayı, Sivok vurur kafayı" sloganını haksız çıkarmayarak bu ikili bir tipik Kartal golü daha atıyordu ve Sivok Beşiktaş'taki en golcü sezonunda listeye 1 gol daha yazıyordu. Oyunun kontrolü tamamen Beşiktaş'taydı, bunda kırmızı kart kadar Beşiktaş defansının üstün mücadele örneğinin ve mükemmele yakın performansının da etkisi var diye düşünüyorum. İkinci yarıda ise yine Fernandes sahneye çıkıyor ve Simao'ya asisti yapıyordu. Burada şunu da söylemek lazım ki hala "bu Fernandes neden büyük takımlarda oynamıyor, adamlar biliyor abi bu adamda bir numara yok almazlar tabi, ancak Beşiktaş'ta oynayabilir." gibi düşüncelere kapılanlara Fernandes oynadığı oyunla birkez daha cevap veriyordu.
Son olarak Beşiktaş'ın cefakar, vefakar taraftarına da değinmek gerekir. Türkiye'den kilometrelerce uzakta Braga'da maç başından itibaren susmayan ve hem futbolcular hem de televizyondan maçı takip edenler için için İnönü atmosferi yaratan taraftarlara teşekkür etmek gerekir. Hani Braga'lı taraftar stadı doldur(a)mamış orası gerçek ama Beşiktaş taraftarı yine formunda, yine deplasmandaydı.
0-2 lik güzel sonuç tabi ki bazı soruları da beraberinde getirdi; Lazio mu A.Madrid mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)