28 Tem 2013
Futbol Amerika'da...
Şampiyonlar Ligi'nin minimalize edilmiş olan bir versiyonu bu gece ABD'de başladı: International Champions Cup. AC Milan, Chelsea, Everton, Internazionale, Juventus, LA Galaxy, Real Madrid ve Valencia'nın katılımıyla gerçekleşen turnuvanın ilk maçında AC Milan, Valencia'yı 2-1 mağlup ederek yarı finale yükseldi. Ancak, turnuvada elenen takımlar da yollarına devam ediyor. "Kazananlar vs. Kazananlar" ve "Kaybedenler vs. Kaybedenler" şeklinde bir formata sahip olan turnuva önümüzdeki sezon Avrupa Kupalarında yer alacak takımlarından beşine ev sahipliği yapıyor. 27 Temmuz-7 Ağustos tarihleri arasında oynanacak olan turnuvanın en önemli eksiği bu sezon Bundesliga'ya 9 Ağustos'ta start verileceği için Bayern Münih ve Borussia Dortmund'un turnuvada yer alamaması. Everton, Valencia ve Inter yerine Avrupa'nın en formda iki takımı ve Barcelona'yı izleyebilsek güzel olurdu. Olasılıksız temennileri bir kenara bırakarak biraz da turnuvanın yapılacağı şehirlerden bahsedelim. ABD sınırları içerisindeki altı adet şehir(Indianapolis, Los Angeles, Miami, New York City, Phoenix ve San Francisco) ve İspanya'dan da Valencia şehri turnuvaya ev sahipliği yapıyor. Turnuvanın final maçı 74,918 seyirci kapasiteli Sun Life Stadium(Miami)'da oynanacak. Maçların oynanacağı stadyumlar genel olarak Amerikan Futbolu ve Beyzbol sporları için tasarlanmış stadyumlar. Turnuvayı Türkiye'de yayımlayan bir kanal da bildiğim kadarı ile yok. Turnuvanın en büyük sponsoru ise dünyaca ünlü bira üreticisi Guiness. Turnuvanın bilet fiyatları ise ABD standartlarına göre pahalı sayılmaz. En ucuz maç bileti $40.
Turnuva, yazının başında saydığım anıların yanında şimdiden yerini aldı. Önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi'nde en azından çeyrek final göreceğine inandığım dört takımı(AC Milan, Chelsea, Juventus ve Real Madrid) çoğunluğu ABD'de düzenlenen bir turnuvada izlemek ayrı bir keyif olacak.
18 Nis 2012
Kalecilik üzerine

Belki Türkçe'ye çevrilişlerinin benzerliğidir fakat kale denilen kavram, en az satrançtaki değeri kadar futbolda da değerlidir. Eğer ikisi de takım oyunu ve uyumunu içermek ile başarılı olabiliyorsa, yeri geliyor şaha kol kanat gerebilecek tek hareketi kale yapabiliyorsa, bu benzetmeyi yapmak mümkündür. Bir tanesi yatay veya dikey hareket etmekle, diğerinin koruyucusu ise ellerini yalnızca ceza sahasında kullanabilmekle sınırlandırılmıştır. Fakat futboldakinin farkı, kalenin ve koruyucusunun tek oluşlarıdır.
Bu tek oluş meselesini genellikle "kaledeki yalnızlık" olarak tarif etmek popülerdir. Bizim blogda Sinan kardeşimizin tanıtmış olduğu üzere bu yalnızlık hakkında film dahi çekildiğini öğrendik. Kabul edilmeyecek bir değerlendirme değil elbette, kaleci bana göre de o sahanın en yalnızıdır, eldivenlerini saymazsak...Futbolcu kategorisinde görülmez, genellikle en çok eleştirilmeye müsait olan da odur. Zaten baştan dezavantajı vardır, 1 kişilik pozisyona en az 3 tane talip arasından devşirilir. Yeterince sabırlıysa ve/veya yeterince yetenekli görülmediyse 10 sene oturur yedek kulübesinde, çıtı çıkmaz. Ola ki formayı kaptı, günü gelir bir gecede silinir, kimse sorgulamaz.
Benim için kalecilik, bu şartlar altında zor gözükse de, çocukluğumdan beri futbol sevgimin başat aktörü olmuştur diyebilirim. Sonuçta profesyonel anlamda o strese tabi olmayacağım başından belliydi. O yüzden daha kolay oldu kaleciliği sevmem demek ki. İlk hatırladığım sahne ilkokulda Ahmet isimli komşum ve aynı zamanda sınıf arkadaşımın yaşıtlarına göre yapılı, kalede de yetenekli olduğunu fark etmemdir. Kaleciliği onun sayesinde sevdim dolayısıyla. Beni mahallemizdeki parkın çimlerinde eğitmeye vakit harcamıştır, sağolsun. Sonra kendisi kaleyse sınırlı kalmayı tercih etmedi, farklı mevkilere geçti, o ayrı. Aynı zamanlarda bir gazetenin verdiği ve üzerinde David Seaman'ın fotoğrafının olduğu "Kaleciler" kitapçığını edinmiştim, onu kaç kez okumuşumdur bir ben bilirim. Kardeşim daha dokuz yaşında Junior Messi tavırlarında otuz yaşında adamların belini bükerdi, bense o sıralar o abiler şans verir de kaleye bir ara beni alırlar umuduyla kale yapmak üzere tuğla aramaya giderdim koşarak.
Ortaokula geçince, sınıftan birkaç arkadaşımın oynadığı bir amatör takıma kardeşim ve mahalleden en yakın arkadaşlarımla yazıldım. Bir tek benim mevkim belli değildi. Başarı hikayeleri gibi, bir sabah antremana kaleci gelmeyince hoca beni denedi. Üç kaleciye sahip olduğumuzdan olsa gerek, üçüncü kaleciliğe böylelikle terfi ettim. Fakat benimki, o hikayeler gibi devam etmedi tahmin ettiğiniz üzere, Liselere Giriş Sınavı daha önemli görüldü demek ki birileri tarafından. Wakabayashi'nin babasına pek benzemiyordu benimki. Ben de kaleciliğe küstüm, lise hazırlıktaki sınıf takımımızda bile üçüncü kalecilik reva görülünce bir daha barışacağımı hiç sanmıyordum. En azından futbol icra ederken, ama kesinlikle izlerken değil. (Kendi hikayemi bu kadar uzatmış olmamdan dolayı affınıza sığınıyorum, zannediyorum duygusallaştım zihnime o günlere ilişkin birkaç görüntü düştüğünde.)
Mahalle arasında birinin kaleciliğe uygun görünmesi için yeteneksizliği veya yalnızca uzun boylu olması kritik iken, profesyonelleştikçe gördüğü baskı böyle naif kalmıyor. Bunu yaşayamadım, dışarıdan öğrendim, gözlemledim. Beşiktaş'ın unutulmaz 2-0'lık Chelsea galibiyetinde herkes gollerin ikisini de atan Sergen'i konuşurken, kaleci Oscar Cordoba'nın asistini veya degajlara nasıl vurduğunu önemseyen birkaç kişiden biriydim herhalde. Günü geldi, Cordoba'nın ender hatırladığım hatalı degajlarından biriyle şampiyonluğu kaçırdığımız ve kendisinin hainliği ilan edildi. İçimiz ikincisine yandı. Bu sene bütün takım tıkır tıkır oynuyormuşçasına Cenk Gönen neredeyse her yediği golde suçlandı, içimiz yine yandı. Zamanında Mattias Asper'e şans tanınmadı, üzüldük. Bir ara Fevzi'nin ayağı kaydı, biz de kovulmuş sayıldık.
Böyle karmakarışık yazı anlatabilmiş midir bilemem, Rüştü Reçber'in dövülmesini de bir kenara yazarak, büyük maçlarda oynamama isteksizliğine ve genelde "maç öncesi ısınırken sakatlanmasına" neden pek kızamadığımızı yıllar içerisinde anladık. IFFHS verilerine göre 2001-2011 yılları arasında dünyanın en iyi kalecilerinde, Türkiye'den yalnızca Rüştü'nün yer alması (23.sırada) başkalarına göre değerli midir, bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki, ola ki bu Süper Final'de şampiyonluk son maçlara kalırsa, Fenerbahçe-Beşiktaş maçında Rüştü ya oynamaz, ya da yediği goller sonrası Fenerbahçeli ve hain olarak emekli olur futboldan. Yalnız kaleci, satrançta şahı savunmak üzere tek kalan kale kadar stratejik davranmak zorundadır artık.