Premier Lig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Premier Lig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Oca 2014

Sir Alex Ferguson'un son mezunu: Adnan Januzaj

Manchester United ve Sir Alex Ferguson ... Herhalde bu iki isimden dünyada futboldan bahsedip söz etmemek çok büyük yanlış olur. Futbolun beşiği İngiltere’nin Kırmızı Şeytanlarını 27 yıl boyunca çalıştıran Alex Ferguson, Manchester United’a sayısız kupa ve şampiyonluklar kazandırdı.  Bu başarıların yanında bir de ManU’ya ve Dünya futboluna kazandırdığı futbolcular var. 1986 yılında ManU'nun başına geçti ve adeta bir futbolcu fabrikası açtı. Manchester United dünyanın en zengin kulüplerinden biri olmasına rağmen genelde kendi yıldızlarını kendisi yetiştiriyor.  Real Madrid, Bayern Münih gibi dünya devleri yıldızları satın alırken Manchester United genelde kadrosundaki kendi yıldızlarını diğer transferleriyle tamamlamaktadır.



Bu fabrikanın dünya futboluna armağanları hep gündeme damga vuran yıldızlar oldu. Kimler çıkmadı ki buradan? Eric Cantona, Roy Keane, Ryan Giggs, Paul Scholes, Wayne Rooney, Cristiano Ronaldo, David Beckham..Bu futbolcuların bir kısmını astronomik bedellerle satarken bir kısmı da yıllarca kendisini sırtladı. Son günlerde bu fabrikadan yeni bir yıldız adayı çıktı. İsmiyle ilk başta hemen dikkatimizi çeken 18 yaşındaki Kosovalı-Arnavut futbolcu ‘’Adnan Januzaj’’.  1995 doğumlu genç futbolcu bu sezon zor günler geçiren Manchester United’ın dikkat çeken ismi. Bu sezonki Manchester United maçlarında ‘’Kim bu 44 numaralı çocuk ?’’ dedirtmektedir.

27 yıllık saltanatını geçen sezon David Moyes’a devreden Ferguson, Januzaj’ı da Moyes’a armağan etti. 10 yaşında Belçika takımı RSC Anderlecht'in altyapısında futbol oynamaya başlayan Januzaj, Mart 2011’de Brüksel’deki seçmelerde Manchester ekibini şaşırtıcı şekilde etkileyerek Alex Ferguson’un okuluna katıldı. Ekibin Ferguson’a yazdığı raporunda Januzaj hakkında;  topla birlikte hareket ederken inanılmaz bir özgüveni var, yaratıcılığına güveni tam ve gol vuruşlarında kaleye uzak mesafeyi tercih ettiği böylece kalecinin açısını kapatmasını engellediğinden bahsediliyor. Ayrıca takımın çıktığı pozisyonda nerede duracağını gayet iyi bildiği ama tek eksiğinin; tecrübesizliğinden kaynaklanan nerede hücuma kalkıp nerede durması gerektiğini bilmediği yazmaktaymış. Bu sezon Premier Lig’deki Sunderland maçında 1-0 geriden gelen ManU’nun 2 golünü de atarak maçın yıldızı oldu ve kendini kanıtlayıp formayı da kaptı. Bu maçta İngilizlerin saygın spor kanallarından SkySports’un spikeri Januzaj’ın performansı sonrası ‘’ maybe they have found their new baby-faced assassin’’ diyerek yeni yıldız adayını özetlemiş oldu. Orta sahada hem kanatlarda hem de forvet arkasında oynayabilen ve bu performansıyla tüm dünyanın dikkatini üzerine çeken Januzaj’ı kaptırmak istemeyen Manchester yönetimi, Paul Pogba’yı Juventus’a kaptırırken ki hatasını tekrarlamayarak futbolcuyla 5 yıllık sözleşme imzaladı. Dünya futbolunun şu anda en dikkat çeken yeteneklerinden biri olan Adnan Januzaj henüz 18 yaşında olmasına rağmen futbolu Manchester United’da bırakmak istediğini söylemiş. Böylece yeni ‘’Ryan Giggs’’ adayı gösterilmiş oldu.



Adnan Januzaj’ın bu performanslarının yanında, böyle bir yeteneği asıl gündem de tutan milli takım hikayesi oldu. Çok uluslu bir ailevi bağları ve kökeni bulunan Adnan, doğum yeri dolayısıyla Belçika, anne ve babasından dolayı Arnavutluk ya da Kosova, akrabalık bağlarından dolayı da Türkiye ya da Sırbistan için forma giyebilir durumdadır. Bu duruma İngiltere de dahil oldu. Fakat İngiliz Milli takımında oynaması için 5 yıl İngiltere'de futbol eğitimi almış olması gerekiyor. Yani Januzaj’ın üç yıl beklemesi gerekecek. Onun için bu süre çok uzun olacaktır. Sırbistan için ise asla oynamayacağını söyledi. Türk Milli Takımı Teknik Direktörü Fatih Terim ne kadar çok çabalamış olsa da Türkiye’yi seçmesi de uzak bir ihtimal görünüyor. Henüz milli takım seçimini yapmamış olan Adnan, kararını babasına bıraktığını söyledi. Babası Kosova’da oynamasını istemiş ama Kosova FIFA tarafından uluslararası futbol düzeyinde tanınmıyor. Şu an Kosova için oynaması imkansız olduğundan söylentilere göre bu seçimi henüz yapmamasının nedeni Kosova’nın üye olmasını beklemesiymiş.


Henüz yolun çok başında olan Adnan Januzaj’ın abilerinin yolunda gidip gitmeyeceğini ve hangi milli takımda - belki bir gün dünya kupasında – izleyebileceğimizi zamanla göreceğiz ama kuşkusuz 1995’li yeni jenerasyonun yıldızlarından olan Januzaj , Manchester’ın yeni 7 numarası olma yolunda hızla ilerlemekte.


30 Eyl 2013

EPL'de 500'ler kulübünün son üyesi: Gareth Barry

Gareth Barry 16 yaşındayken Brighton & Hove Albion'dan Villa Park'a adım attığında yıl 1997'ydi. 1997-98 sezonunun sonuna doğru ilk kez Aston Villa formasıyla sahaya çıktığında üçlü savunmanın en solunda Gareth Southgate ve Ugo Ehiogu gibi iki tecrübeli isimle yan yana oynadı. O sezon sadece üç maçta forma şansı bulsa da bir sonraki sezon neredeyse sezonun tamamında bordo-mavi formayı terletti. Milli takıma çağrıldığında henüz 19 yaşındaydı ve İngiltere'nin EURO 2000 kadrosunda yer alan en genç futbolcu olmayı başardı.

Türkiyeli futbol severlerin birçoğu onun adını ilk olarak Alpay Özalan'ın Aston Villa'ya transfer olmasıyla duymuştur. Çocukken yurt dışına futbol oynamaya giden futbolcularımızı yalnız bırakmamak adına FIFA serilerinde onların olduğu takımları şampiyon yapmakla çok uğraştım. Hatta taraftarlık boyutunu gerçek dünyaya da uyarlayarak Aston Villa'nın bordo-mavi formasını da aldım. Tabi ki arkasında Alpay yazmasını çok isterdim ancak o zamanki maddi şartlar buna uygun değildi. Zaten forma da orijinal değildi.

Gareth Barry ilk başta stoper olarak başladığı İngiltere Premier Ligi'nde daha sonra sol bek, sol açık, sol orta saha mevkilerine derman olarak denendi. Ancak en sonunda "ön libero" olarak futbol sahalarında kendine yer buldu. Aston Villa'da yıllarca kaptanlık yaptı. 2000 yılında Chelsea'ye 1-0 kaybedilen FA Cup finalinde oynadı. Aston Villa ile kazandığı tek kupa 2001 yılında Inter-Toto Kupası oldu. 2008 yazında Liverpool'a transferi Birmingham'da gündemi bir hayli oyaladı. En nihayetinde transfer gerçekleşmedi ve menajer Martin O'Neill Barry'nin kolundan pazubandı aldı. Gerçi 2009 ocağında yeni kaptan Martin Laursen uzun süreli sakatlanınca pazubant tekrardan Barry'nin koluna takıldı.

2009 yılının sonunda Liverpool'dan talep edilen 18 M Sterlin'den 6 M Sterlin daha azına Manchester City'ye transfer oldu. Aston Villa taraftarı on iki yıl boyunca 441 kez formalarını terleten kaptanlarına tepkiliydi. Parayı seçtiği için kendisini çok eleştirdiler. Barry 2011 yılında City ile FA Cup'ı kaldırdı. 2011-12 sezonunda 44 yıl sonra gelen EPL şampiyonluğunda sezonun neredeyse tamamında(34 maçta) mavi formayı sırtında taşıdı.

2 Eylül 2013 tarihinde -transferin son gününde- City'den Everton'a kiralandı. İlk maçında Chelsea karşısında alınan 1-0'lık zaferde büyük pay sahibi oldu. Samuel Eto'o karşısında gösterdiği performansla maçın adamı seçildi. Henüz 32 yaşındaki Barry EPL'de oynadığı 499 maçta 47 gole imza attı. 53 kez giydiği milli formayla da 3 kez gol sevinci yaşadı. Bugün oynanan Everton-Newcastle United maçında 500. kez EPL'de forma giyme başarısı göstermiş oldu. Hak ettiği değeri göremeyen nadir oyunculardan birisidir Gareth Barry. Aston Villa'da kalsa belki daha az hatırlanacaktı ama Villa taraftarı için daha büyük bir efsane olacaktı.

26 Ara 2012

We've Got Our Trophy Back!

2001-2002 sezonu öncesi üst üste üç kez şampiyon olan Manchester United, 2001-2002 sezonunda şampiyonluğu Arsenal'a kaptırmıştı. Bu da Manchester United için 2002-2003 sezonunun unvan mücadelesi şeklinde geçeceğinin bir göstergesiydi.

Kadrosundan Dwight Yorke'u kaybeden United, Rio Ferdinand ve İspanyol kaleci Ricardo transferleriyle sezonu açtı. Halihazırda güçlü bir kadroya sahip olan Kırmızı Şeytanlar için stoper ve yedek kaleci transferi yeterli oldu. Ruud Van Nistelrooy, Juan Sebastian Veron, David Beckham, Diego Forlan, Ryan Giggs, Paul Scholes, Ole Gunnar Solskjaer gibi isimlerden kurulu hücum hattına takviye gerekmiyordu. 

Dört kupada birden mücadele verecek olan United sezona çok kötü bir başlangıç yaptı. Hazırlık maçlarında sadece Ajax'a kaybetmiş olmasına rağmen lige iyi bir giriş yapamadı. İlk altı haftada sadece sekiz puan toplayıp kendine onuncu sırada yer bulabildi. Ancak Şampiyonlar Ligi'nde ilk gruptan çıkmayı garantileyen takımın lige odaklanması da zor olmadı. Noel dönemini de kötü geçirmesine rağmen, United 1 Ocak 2003'e üçüncü sırada girdi ve aynı gün Arsenal'in arkasında ikinci sıraya yerleşti. Şampiyonlar Ligi'nde de ikinci gruptan da erkenden lider olarak çıkma başarısını gösterdi.

Sezon başında Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Macar temsilcisi Zalaegerszeg takımına deplasmanda 1-0 kaybettiği maç ve ilk grupta liderliği garantiledikten sonra deplasmanda Maccabi Haifa'ya 3-0 yenildiği maç(Türkiye spor kamuoyunun yakından tanıdığı senaryo) sezonun en kötü iki maçı olarak yerini çoktan almıştı.

Yeni transferlerden kaleci Ricardo ise 3-0 kaybedilen Maccabi maçında kaleyi koruyan isimdi. Ligde şans bulduğu tek maçta önce penaltı yaptırıp sonra da penaltıyı kurtarmıştı. Zaten Ricardo'nun United macerası da bu anlardan ibaret oldu.

Fabian Barthez ise rutin sezonlarından birini yaşamıştı. Roy Carroll ise takımının kalesini toplam 16 maçta korumuştu.Takımın bekleri Gary Neville, John O'Shea ve Mikael Silvestre içinse asist dolu bir sezon geçiyordu. Leeds'ten 30 milyon Avro'ya transfer edilen Rio Ferdinand ise o sezon takımının 46 maçta formasını giyme başarısını gösterdi. Laurent Blanc tecrübesiyle savunmayı toparlarken sezon başında sakatlıkla uğraşan Wes Brown da takımı adına savunmada iyi bir performans sergiledi.

David Beckham, Ryan Giggs ikilisinin asist ve golleriyle sürüklediği kanatlar sezon boyu tıkır tıkır işlemişti. Paul Scholes'un üst düzey performanslarından birini sergilediği sezonda ligde 14 toplamda 20 gole ulaşması ilginç ayrıntılardandı. Juan Veron, Phil Neville, Roy Keane ve Nicky Butt'lı orta saha takımı ayakta tutmaya yetiyordu.

Ole Gunnar Solksjaer, Diego Forlan ve Ruud Van Nistelrooy'dan oluşan hücum hattında Hollandalı sezonu Thierry Henry'nin bir gol önünde 25 golle kral olarak tamamladı. Nistelrooy'a "Flying Dutchman" lakabını kazandıran Fulham maçı da bu sezondaydı.


Ocak ayı sonrası kızışan şampiyonluk yarışında United Highbury'de rakibine boyun eğmedi ve 2-2 biten maçın ardından bir hafta önce kazandığı liderliğini korudu. Geriye kalan dört haftada bütün maçlarını kazanan Kırmızı Şeytanlar sezonu şampiyon olarak tamamladı. Goodison Park'ta oynanan Everton maçının ardından kupayı kaldıran United'lı futbolcuların ve Sir Alex Ferguson'un dilinde tek bir slogan vardı: "We've got our trophy back!"

Şampiyonlar Ligi macerasında ise United çeyrek finalde Real Madrid'e boyun eğdi. İlk maçta Santiago Bernabeu'dan -Figo ve Raul işbirliği şeklinde geçen maçtan- 3-1'lik skorla mağlup ayrıldı. İkinci maçta ise United'ın hayallerini bir efsane, Ronaldo yıktı. Ronaldo'nun hat-trick yaptığı maçı United 4-3 kazandı. Futbol tarihinin efsanevi maçları arasında yer alan bu mücadelede Real kalesini kendi oyuncuları yakıyordu. Iker Casillas'ın çilesi kaleyi yeni yeni korumaya başladığı o dönemlerde başlamıştı.

Sezonun ilginç ayrıntılarından birisi de Newcastle ile oynanan her iki maçın sekizer golle tamamlanması oldu. Old Trafford'da 5-3 kazanan Kırmızı Şeytanlar rövanşı da 6-2'lik skorla kazanmışlardı.

League Cup ve FA Cup'ta başarısız sonuçlar alarak elenen United'ın elinde sadece Premier League şampiyonluğu vardı, fakat tekrardan kazanılan bu kupa her şeye bedeldi.

4 Ara 2012

Ozzie

Beşiktaş'ın genç yıldız adayı Oğuzhan Özyakup'tan bahsedeceğim bu yazımda. 24-25 yaşlarına gelmiş futbolcuların hala genç olarak nitelendirildiği ülkemde, henüz iki ay önce 20 yaşını doldurmuş bu oyuncuya 'genç' deme hakkını kendimde buluyorum açıkçası. 10 yaşında Az Alkmaar'da başlayan öykü 2008 yılında Premier Lig'in köklü takımı Arsenal'e  ayak basarak devam etmiş. 2009-2010 sezonunda 18 yaş altı Premier Akademi Lig'inde şampiyonluk yaşayan Ozzie, 19 Eylül 2011'de İngiltere Lig Kupası maçında 13 dakika sahada kalarak ilk profesyonel maçına çıkmış. Şu sıralarda Beşiktaş'ta ortaya koyduğu başarılı performans ve   göze hoş gelen futboluyla Türkiye futbol medyasının ilgi odağı. Takım arkadaşı Ersan Gülüm, Oğuzhan'ın bir iki maçta iyi oynadıktan sonra şımaracak bir karakteri olmadığını, kişisel gelişimini tamamlamış ve yeterli olgunluğa erişmiş bir insan olduğunu vurguluyor. Bu yıl en dikkat çeken isimlerden birisi olan Manuel Fernandes ise Oğuzhan'ın ilerde Avrupa'nın en iyi kulüplerinde oynayabileceğini iddia ediyor.

Peki  futbolseverler ve futbolu bilenler için Oğuzhan'ı farklı kılan ne? Oğuzhan orta sahada en azından birini daha iyi yapsa da; oyunun iki yönünü de oynayabilen, buna çalışan bir futbol sergiliyor bizlere. Top ayağına çok yakışıyor, topa hakim bir şekilde iyi süratleniyor. Topu ayağına aldığı anda tek hedefi rakip kaleye gitmek.Beklenmedik anda muhteşem ara pasları verebiliyor. Top rakipteyken de Beşiktaş yarı alanı ve Beşiktaş ceza sahası çevresinde pres yaparken buluyorsunuz maç sırasında. Zekasını iyi kullanıyor ve basit oynayarak katkısını maksimuma çıkarmaya çalışıyor. Bu zamana kadar tek eksiği fiziksel güç gibi duruyor; ancak şu andaki haliyle bile ikili mücadelelerde uzun süre ayakta kalmayı başarıyor. Emre Belözoğlu ve Selçuk İnan'dan sonra hücum yönü daha fazla olmakla beraber, oyunun iki yönünü oynayan bir futbolcuyu Türk futbolu kazanmak üzere; ancak bu saydığım isimler ve Oğuzhan farklı stillerde futbolcular. Oğuzhan'ın en önemli farkı hızlı olması. 

Beşiktaş'a transfer haberini okuduğumda kendisinin bir İbrahim Altınsay transferi olduğunu öğrendim ve bu, Ozzie için umutlanmam için geçerli bir sebepti. Sonra Oğuzhan'ın oynadığı maçlardan derleme videolar bulup izledim ve o günden itibaren bu günleri beklemeye başladım. Bir aksilik çıkmazsa eğer Beşiktaş'ın Fabregas stilinde futbolcuya sahip olduğunu ve Fernandes'le birlikte harika işler çıkaracaklarını hayal ettim birkaç ay  boyunca kafamda oynadığım maçlarda. Gel gelelim kafamda oynadığım maçlar gerçek oldu olmasına ama Ozzie bunun da üstüne çıktı. Fernandes'in yokluğunda, zor bir deplasmanda, Beşiktaş'ın geriye de düştüğü bir maçta oyun olarak vasat bir performans sergilese de sahneye çıktı ve Orduspor maçından 3 puanı alarak  kendisi ve takım arkadaşlarına inanılmaz bir öz güven aşıladı. Şimdi cuma akşamı zor bir Eskişehirspor maçı var İnönü'de ve Fernandes çok yüksek bir ihtimalle o maçta da yerini alamayacak. Akhisar Belediyespor maçından önce BJK Tv'ye verdiğim röportajda maçın seyrinin Oğuzhan'ın performansına bağlı olarak değişeceğini söylemiştim. Maçın adının bir önemi yok, şimdi sebeplerimin de artmasıyla beraber Oğuzhan'ın performansına bağlı olarak Eskişehirspor maçının sonucunun belli olacağını düşünüyorum. Umarım iyi performansını artırarak devam ettirir ve bizlere seyir zevki vermeye devam eder.

22 Kas 2012

Kaç gösteriyor Michael?

1997-1998 ve 1998-1999 yıllarında Premier Lig'de  gol krallıklarıyla başlayan başarılı bir kariyer öyküsü onunkisi. Şu sıralarda Premier Lig'in en eski takımı olan Stoke City formasını giyiyor, İngiltere ve Avrupa futbolunun son 15 yılında adından sıkça söz ettiren yıldız Michael Owen. Kimileri onu çok yaşlı zannediyor kariyerinin düşüş yaşamasıyla bağlantılı olarak; ancak kendisi henüz 32 yaşında ve formunu yakalayabilse bence daha atacak çok golü var. Ama o, şu sıralarda adından başka türlü söz ettirecek gibi duruyor açıkçası. Şimdi tekrar düşünün ve söyleyin, yeni bıyıklı imajıyla kaç gösteriyor Michael?

11 Kas 2012

12. Adam: Edin Dzeko


Premier League'in namağlup takımı Manchester City Tottenham Hotspur karşısında 1-0 geriye düştüğü maçta 66. dakikada Agüero ve 88. dakikada Dzeko'nun oyuna sonradan girip attığı gollerle sahadan 2-1 galip ayrıldı. Bu sezon EPL'de 7 gole ulaşan Boşnak forvetin gollerinin 6'sı yedek kulübesinden oyuna sonradan dahil olmasının ardından geldi. Bir zamanlar Manchester United'da Ole Gunnar Solskjaer de 12. adamlık görevini en iyi şekilde yerine getiriyordu. Manchester şehrinin huyundan mı suyundan mı bilinmez ama Edin Dzeko oyuna sonradan girip attığı gollerle Robin van Persie'nin ardından EPL'de gol krallığı yarışında 2. sıraya yerleşmiş durumda.

23 Eyl 2012

Evra ve Suarez sonunda el sıkıştı

Geçtiğimiz sezon Luis Suarez'in ırkçı tutumları yüzünden arası açılan ikili sonunda tokalaştı. Ancak Patrice Evra'nın Suarez'e karşı olan soğuk tutumu devam ediyor.

18 Eyl 2012

Premier Lig'de nadas değil hasat sezonu

Premier Lig'de dördüncü hafta geride kalırken, lige damgayı takımlarına geride bıraktığımız transfer sezonunda katılan futbolcular vurdu. Chelsea'nin namağlup liderliğiyle geçilen dört haftada öne çıkan isimlerin çoğunun takımlarına yeni katılan isimler olması transfer sezonunun birçok kulüp için ne kadar başarılı geçtiğinin de somut bir kanıtı oldu. Tabi yeni transferlerden yüzü gülmeyen Liverpool, Queens Park Rangers gibi takımlar da olmadı değil. Oynadığı dört maçta dört beraberlik alan Stoke City ve oynadığı üç maçta üç beraberlik alan Sunderland takımları ise ilgi çeken beraberlik serilerine imza attılar. Tabi ki ligin puansız ekibi Southampton da yıllar sonra yükseldiği Premier Lig'de ilk dört hafta itibariyle aradığını bulamayan takımlardan oldu.

İsterseniz şimdi yeni takımlarına katılan isimlerin en başarılılarına bir göz atalım:

1) Eden Hazard(40m€): İngiltere topraklarına Fransa'nın Lille takımından adım atan Belçikalı futbolcu attığı bir gol ve  ikisi penaltıdan olmak üzere attırdığı altı golle ilk dört hafta itibariyle en çok dikkat çeken isim oldu. Premier Lig'de yaz transfer sezonunun en pahalı transferi olarak kayıtlara geçen hücum oyuncusu Chelsea'deki yaratıcı futbolcu eksiğini fazlasıyla kapatmış gibi görünüyor. Şampiyonlar Ligi şampiyonunda oynayacak olmasının yanında Roberto Di Matteo gibi genç ve başarılı bir hocayla çalışacak olması da Hazard'ın motivasyonunu artıran unsurlardan. Tabi aldığı parayı bir kenarda tutarsak.

2) Robin Van Persie(30.7m€): Sekiz sezon boyunca giydiği Arsenal formasını bırakıp Manchester United'a imza atan RVP 2012/2013 sezonunda attığı dört golle lige en iyi başlangıcı yapan iki forvet oyuncusundan biri oldu. Mavilerin arkasında ikinci sırada yer alan Kırmızı Şeytanların bu sezon en çok güvendiği isim kuşkusuz RVP. Tabi böyle bir varsayımı yaparken Wayne Rooney'nin uzun süreli sakatlığını göz önünde bulundurduğumu hatırlatmak isterim.

3) Michu(2.6m€): 2011/2012 sezonunda İspanya La Liga'da on beş gole imzasını atan İspanyol hücum oyuncusu Swansea'ye çok ucuza mal oldu. Geride kalan dört maçta rakip kalelere dört adet gol bırakan golcü oyuncu aynı zamanda Premier Lig'de fiyat/performans açısından başı çeken isim oldu. Michu Premier Lig'de beşinci sırada yer alan takımı Swansea'nin -Wayne Routledge ve Nathan Dyer'la birlikte- oynadığı güzel futbolun da baş aktörlerinden birisi oldu.

4) Santi Cazorla(19m€): Belki RVP'nin yerini doldurmaz ancak şu ana kadar Arsenal'in oyununa Cazorla'nın çok şey kattığı kesin. Bu sezon takımının en pahalı transferi olan Santi ilk iki haftayı golsüz geçen Arsenal'in en iyi oyuncusu olarak göze battı. Anfield Road'daki Liverpool maçında önce Podolski'nin attığı golün asistini yaptı sonrasında da takımının ikinci golünü atarak zaferin mimarı oldu.

5) Steven Fletcher(15.2m€): Wolverhampton Wanderers'tan Sunderland'e transfer olan golcü oyuncu takımıyla sadece iki maçta sahaya çıkabildi. Ancak bu iki maçta fileleri üç kez havalandıran forvet oyuncusu Premier Lig'de en iyi başlangıcı yapan oyunculardan birisi oldu.

12 Eyl 2012

The Lies Printed In The Sun

12 Eylül 2012 tarihinde yayınlanan bir raporla Hillsborough Faciası'nın 23 yılı aşan lekesi Liverpool taraftarının üzerinden resmi olarak kalktı. Devletin yayımladığı ve 400.000 sayfadan oluşan raporu öncelikle Hillsborough Faciası'nda hayatını kaybeden 96 Liverpool taraftarının aileleri görebiliyor. Rapor devlet, polis, ilk yardım servisleri, Sheffield Şehir Konseyi ve Güney Yorkshire yargıcını içeren belgeleri tam 23 yıl sonra kamuoyuna sunuyor.

Başbakan David Cameron raporların incelenmesinden sonra faciada ölen 96 kişinin ailelerinden özür diledi. Yetkililerin masum insanları korumaktan aciz kaldıklarını kabul etti. The Sun gazetesinin facianın hemen ertesinde Liverpool taraftarlarını suçlaması İngiliz basının tarihe geçen sayılı iftiralarından birisi olarak hafızalarda yerini aldı. Bu iftiraların asılsız olduğunu Başbakan Cameron bizzat ifade etti.

19 Nisan 1989'da "The Truth(İşte Gerçekler)" manşetini atan gazeteci Kelvin MacKenzie de raporların açıklanmasından sonra Liverpool taraftarlarından ve ölenlerin ailelerinden özür diledi. Zamanında kendisini üst düzey bir polis memurunun yanlış yönlendirdiğini iddia etti. Olayda İngiliz basını açısından utanç verici nokta ise Kalvin MacKenzie ve The Sun gazetesinin sahibi Rupert Murdoch'un bugüne kadar sızlamayan vicdanları. 96 kişinin öldüğü bir faciada, "iyi niyetle" kendisine bir polis memuru tarafından servis edilen bir haberi bütün dünyaya manşetten "İşte Gerçekler" başlığı altında yayına sunan bir gazeteci olan Kalvin MacKenzie özür dilemek için resmi raporları bekledi. En azından resmi raporlar sonrasında da olsa vicdanı sızlamış gibi yaptı. The Sun gazetesi ise olayı internet sitesinde alt sıralarda basit bir haber olarak verdi. Anlaşılan İngiltere'nin ve dünyanın medya baronlarından olan Murdoch'un vicdanın sızlaması söz konusu bile olmayacak.

Dilenen bu özürler sonrasında devlet ve The Sun suçlarını kabul etmiş oldular. Ancak adaletin sağlanması için bu suçun cezasız bırakılmaması gerekirdi. Şu an görünen tabloda 23 yıl sonra işlediği suçun cezasını çekecek kimse olmadığı da açık ve net. Bu yüzden adalet yerini buldu demek bir hayli zor geliyor insana.

Her şeye rağmen "Justice for the 96" diyorum. Faciada hayatlarını kaybeden 96 kişinin sevenlerinin ve Liverpool taraftarlarının biraz olsun acılarının dindiğini umuyorum. Gidenler geri gelmese de.

5 Eyl 2012

Merseyside'ın Kırmızı Yakasında Yeni Sayfa

2012 Yaz transfer döneminin sona ermesiyle birlikte EPL'de takımların kadroları son halini aldı. Üçüncü haftası geride kalan EPL'de ligin dibine demir atan Liverpool ilk maçlar itibariyle çok tatsız bir görüntü sergiledi. Liverpool takımının hali gerçekten içler acısı. Ligin ilk üç maçında 2 gol atıp 7 gol yiyen Kırmızılar sadece bir puan toplayabildi. Ayrıca Avrupa Ligi ön elemesinde az daha İskoç temsilcisi Hearts'e Anfield Road'da eleneceklerdi. Son anlarda Suarez sahneye çıktı ve takımını kurtardı.

EPL'de ilk hafta West Brom deplasmanında 3-0 mağlup olan Kırmızılar daha sonra Anfield'da Manchester City ile 2-2 berabere kaldılar. Ligin üçüncü haftasındaysa Anfield'da Arsenal karşısında 2-0 kaybettiler. Geride bıraktığımız iki sezonda son derece anlamsız transferler yapan yönetimin kulüpten ayrılması çok olumlu bir hamle oldu. Yeni yönetim ise "Fenway Sports Group" oldu. Fahiş fiyatlarla satın alınan Andy Carroll(West Ham'a kiralandı) ve Charlie Adam(Stoke'a transfer oldu)'ın düşük fiyatlarla takımdan uzaklaştırılması yeni yönetimin ilk başarısız hamleleri oldu. Daha önce Swansea ile başarılı bir performans sergileyen Brendan Rodgers şu ana kadar Liverpool'a pek bir şey katabilmiş gibi gözükmüyor. Sezon henüz yeni başladı. Birkaç haftaya bu takım oturur diye iyimser bir düşünce yapısı içerisinde de değilim. Fenway Sports Group'un sahibi John Henry hafta başında Andy Carroll'ı ocak transfer döneminde tekrardan çağırabiliriz diyerek kafasının ne kadar karışık olduğunu da açıkça ortaya koydu. Bu ortam içerisinde Brendan Rodgers'ın ligde Manchesterlılar ve Chelsea karşısında pek bir şansı varmış gibi görünmüyor.

Kulübün hissedarlarından birisi olan Lebron James'in "Liverpool bu sezon herhangi bir kupayı kaldırırsa futbolculara Las Vegas'ta bir hafta sonu partisi vereceğim" açıklaması uzaktan eğlenceli gibi görünse de özde çok talihsiz bir açıklama oldu. Lebron bu açıklamanın gerekçesini safiyane bir savurganlık değil kendi maddi başarısı olarak belirtti. Yani Liverpool kazanırsa ben de kazanırım; ben kazanırsam sizi yaşatırım manasına gelen bir görüş beyan etti Lebron James. Milyonlarca Liverpool taraftarının duygularını hiçe sayarak yaptığı bu açıklamayla Lebron James eminim şimdiden taraftarın kalbinde çok önemli bir yer edindi(!).

28 Nis 2012

Elenenler-2: Real Madrid

"Bu turnuva yüzünden saçlarım beyazladı. Ama mutluyum" demişti Real Madrid teknik direktörü José Mourinho, Bayern Münih ile oynadıkları Şampiyonlar Ligi Yarı Final ikinci maçı öncesinde. Mutlu olmamasının imkanı yok zira, Porto ve Inter ile kazandığı kupaya üçüncü bir takım ile bu kadar yaklaşması bile buna yetecekken, bir gece önce Barcelona'nın elenmiş olması işin ekstrası oldu. Fakat işler yolunda gitmedi, mutluluk yerini saha kenarına çömelmiş üzgün bir adama bıraktı. Penaltılara giden maçta, Ronaldo ve Kaka'dan sonra Sergio Ramos da penaltıyı gole çeviremedi.

La Liga'nın kalite itibariyle Premier Lig'i geride bıraktığı pek kaale alınacak bir mesele değil bana kalırsa. Muhtemelen İspanya Milli Takımı'nın başarıları, Barcelona ve R.Madrid'in yanında bu sene Bilbao, Atletico Madrid gibi Avrupa ölçeğinde flaş yerlere gelen takımların olması bu kanıyı iyice besledi. Üstüne üstlük Manchester'in iki kulübü, Arsenal, Liverpool (yoktu) gibi Ada takımlarının bu seneki yurtdışı performansı berbattı. Yine de ben, her iki ligin kalite değerlendirmesinde ağırlığın takımların sezon içi lig durumlarına verilmesi taraftarıyım. Dolayısıyla La Liga'daki Real Madrid-Barcelona baskınlığı, açıkçası yukarıdaki tezin şişirilmiş olduğunu kanıtlıyor.

Bu tartışmayı konumuza şöyle bağlayalım: Geçtiğimiz sene R.Madrid'in eski teknik direktörü Juande Ramos, Mourinho'nun takımının Barcelona karşısındaki 5-0'lık hezimeti sonrası şöyle demişti: "Barcelona'yı yenmelisiniz çünkü Schuster ve ben diğer takımları zaten yeniyorduk." Bu beyana rağmen benim o zamanlar görüşüm, dert şampiyonluk ise, işi Barcelona maçlarına bırakmadan bitirmekti. Geçen sene başaramadılar fakat bu sene oldu. Juande Ramos'un dediklerinin tersine "diğer takımlar"dan alınan puanlar Real ve Barca arasındaki farkı 10'a kadar taşıdı. Arada inişler ve çıkışlara rağmen, Barcelona'yı kendi sahasında mağlup etmeleri de şampiyonluğu neredeyse garantiledi. Dolayısıyla geçen sene yolları ayırmanın eşiğine geldikleri Mourinho için başkan Florentino Perez, "hayatımda yaptığım en iyi iş onu buraya getirmekmiş." demeye başladı.

Lig'de durum bu iken Real, Şampiyonlar Ligi'nden iki sene üstüste yarı finalde elenmiş oldu. Yarı finale nasıl geldiğine bakacak olursak, grup aşamasında Ajax, D.Zagreb ve O.Lyon'un olduğu görece zayıf takımların arasından Real 6'da 6 ile bir üst aşamaya geçti. Bir sonraki turda CSKA Moskova'yı toplamda 5-2'lik skorla mağlup ederek çeyrek finale çıkmaya hak kazandılar. Çeyrek finalde bu sezonun şaşırtıcı takımı APOEL'i toplamda 8-2 ile eleyerek Bayern Münih'in rakibi oldular. Son aşamaya gelene kadar, eflatun beyazlıları kağıt üzerinde zorlayacak herhangi bir takımın olmaması işi kolaylaştırdı görünen o ki. İlginç, bizim takımlara her sene Dinamo Kiev'in çıkması gibi, Real'e yakın dönemde bir ara 7 maç üstüste yenilmeyen O.Lyon yine grup aşamasında rakipti. Fakat Lyon'un altın dönemini geride bıraktığını kendi liginden de biliyorduk.

Yarı finalde kendi liginde işleri pek iyi götüremeyen Bayern Münih ile karşılaşmalarının ŞL için asıl turnusol olacağı açıktı böylelikle. İlk maçta deplasmanda alınan 2-1'lik mağlubiyet, eve avantajlı gitmek anlamına geldi. Fakat ikinci maçta bu kez Real 2-1 yenince, yarım saatlik bir uzatma sonunda, maç penaltılara kaldı. Benim gibi kaleciliği seven bir insan için aslında hiç sevmediğim iki takımın maçını izlemenin ödülü de açıkçası bu penaltılar oldu. Dünyanın en iyi 2 kalecisinin performansı benim gibileri yanıltmadı. 2'şer penaltıyı çıkaran kalecilerden şanslı olan Neuer idi zira Sergio Ramos, geçen sene Mourinho ile penaltı kullanma tartışması yaşamıştı kendisi, Beckham ve Baggio'yu hatırlatır bir penaltı kaçırmayla Real'in umutlarını söndürdü.

Mazur görün, bu kadar hikaye kısımdan sonra birkaç sözle yazıyı bitireceğim. Önce Mourinho'nun Real'in görünümünü değiştirdiğini teslim etmek gerekir. Sezon ortasında takımın kaptanlarıyla kavga etmesi basına yansısa da, aradaki buzlar bir şekilde eridi. Takım hüviyeti geçen seneye nazaran kazanılmış gözüküyordu. Bu sene Altın Top'u alacağını düşündüğüm Ronaldo'nun insanüstü istatistikleri bir kenarda ama tekrarlıyorum, iki yılda takımın iskeleti yerine oturdu. Los Galacticos'un fiyasko haline geldiği dönemin ardından Khedira, Mesut, Di Maria gibi oyuncular takıma adapte olmayı başarabildiler. Elbette sezon başında bizim merakla beklediğimiz ama aslında oynayacaklarına pek de şans vermediğimiz Nuri ve Hamit hayalkırıklığı yarattı. Bir de Benzema vakası var. Başlarda Mourinho'nun Pedro Leon ve Canales gibi istemediği futbolculardan olan Benzema takımın çıkışında kesinlikle pay sahibi. Düşünsenize Mourinho o dönem Hugo Almeida'yı Benzema'nın yerine istiyordu! Neyse ki bu defter de kapandı. Gelecek sene Mourinho yine Real'in başında olmayı en azından Lig şampiyonluğu ile garantiledi. (Alex Ferguson daha emekli olmadığına göre Premier Lig'e dönmeyi düşüneceğini en azından bir seneliğine daha sanmıyorum.)

Şampiyonlar Ligi'nin Barcelona ile beraber en çok gol atan takımı, 9 golle de Çeyrek Final ve üstüne çıkabilen diğer takımlardan daha az gol yiyen Real Madrid, Şampiyonlar Ligi kupasını alma amacını Neuer'in ellerinde bir sonraki seneye bıraktı. Gelecek sezon için en az 3-4 oyuncuyla yolların ayrılacağı aşikar. Yüksek maliyeti dolayısıyla belki yalnızca Milan'ın almayı isteyeceği Kaka'yı ŞL'de 3 gol 5 asistlik performansına rağmen göndermek isteyebilirler. Hamit Altıntop yine "güzide" gazetelerimizi her gün başka bir takımla süslemeye başladı. Raul Albiol-Barcelona söylentileri de var ancak buna pek ihtimal vermemek mantıklı. Xabi Alonso'nun oynadığı mevkiye Nuri monte edilebilecek mi, onu hep beraber seneye göreceğiz. 

Bir sonraki yazıda ŞL finalisti Chelsea'nin sezonuna göz atacağız.

11 Şub 2012

Let's kick Suarez out of Liverpool


2011 Kış transfer döneminde Uruguay’dan İngiltere’ye uzanan bir başarı hikayesinin aktörüydü Luis Suarez. Amsterdam’daki başarı dolu günlerin ardından Liverpool şehrine ayak bastı Suarez. Hollanda Ligi’nde leblebi gibi gol atan Suarez artık dünyanın en zor ligindeydi. Aynı zamanda da dünyanın en çok desteklenen kulüplerinden birindeydi. 2011 yazındaysa Copa America’yı kaldıran Uruguay’ın en önemli gol silahıydı ve turnuvanın en iyi oyuncusu ödülünü de aldı. Suarez’in kariyerinde her şey iyi gidiyordu. Ancak Suarez’i futbolseverlerin gözünden düşüren olay 15 Ekim 2011 tarihinde oynanan Liverpool – Manchester United maçında yaşandı. Suarez Manu’nun siyahi savunma oyuncusu Patrice Evra’ya maç boyunca ırkçı söylemlerde bulunmuştu…
Patlayan bu skandaldan sonra Suarez artık sabıkalı bir futbolcuydu. Çünkü İngiltere Futbol Federasyonu Suarez’e 8 maç müsabakalardan men cezası verdi. Bu Suarez’in futbol kariyerini ve Liverpool’un EPL’deki başarısını ilgilendiren kısmıydı. Ancak bu olay futbol sahalarından ırkçılığın hala silinemediğinin çok açık bir göstergesidir. Yıllardır İspanya’da Eto’o’ya yapılanlar dünya basınında çok ses getirmişti. Hatta Eto’o’nun İspanya’dan ayrılmasındaki en önemli sebeplerden birisi de maruz kaldığı ırkçı söylemlerdi.
Tekrardan Suarez’e dönersek; Patrice Evra’ya karşı takındığı ırkçı tavrın ardından 11 Şubat 2012 tarihinde oynanan Manchester United – Liverpool maçında seromoniden sonra Suarez ve Evra arasında gergin bir olay daha yaşandı. Suarez rakip takımla tokalaşırken Evra’yı es geçti; bunun üzerine Rio Ferdinand Suarez’e tepki olarak Suarez’in elini sıkmadı ve ittirdi. Suarez’in yaptığı ırkçı söylemlerden pişman olmadığı ve kendisini hala haklı gördüğü ortada. Ancak alınan 8 maçlık ceza ve toplumun vicdanında edinilen kötü izlenim Suarez’i çok fazla akıllandırmamış. Başarı için her yol mubahtır düsturunu koruyan Suarez liman işçilerinin kurduğu ve sosyalist bir duruşla hareket eden Liverpool’a yakışmayan bir futbolcudur. Ve Liverpool camiası biran önce Suarez’i kulüpten uzaklaştırmalıdır. O’nun için en uygun yer İtalya’nın ve faşizmin başkenti Roma’dır. Lazio camiası futbolcuya hiç düşünmeden sahip çıkar. Gerçi yıllar önce Şampiyonlar Ligi’nde Atletico Madrid’in emeğini çalıp, buna sevinen bir kaptana sahip olan Liverpool camiasından bu tavrı beklemekle boşa kürek çekmek arasında da pek bir fark yok gibi.

8 Oca 2012

Manchester derbisinde bir David Beckham


İzmir'de sağnak yağışlı bir akşamüstü... Bizim Süper Lig'in tadı tuzu kalmamış iken ve La Liga'da- birkaç sürpriz takımın güzel oyununa rağmen- Barca ve Real'in baskınlığı devam ederken, İngiltere'nin en köklü turnuvası FA Cup'ta bir Manchester derbisi...Gözlerimiz o maçta... Malum geçtiğimiz ekim ayında United, City'e 6-1 yenilmişti; futbolda tabiri caiz olmasa bile "intikam" alınacak mı diye bekliyoruz. City'li hırçın Kompany'nin kırmızı kart yemesiyle açılıyor perde, Fatih Terim gibi biz de kızgınlığın "biraz üzerinde" tepkiyle zevkimize limon sıkıldığını düşünüyoruz. Tabi, gözümüzün önüne Tony Adams gibi "boyunkıran" defanslardan çok çekmiş bir Alan Shearer geldikçe Company'nin, Real Madrid'li Pepe'nin vd. bazen bu kartları fazlasıyla hak ettiğini düşünmüyor değiliz. Sonuçta bu, maçın yarısında Shearer gibi kafada kanlı bir bant, orta parmaklarda ve bilekte sargılar taşıyan yıldızlar görmekten iyidir. Maç heyecanlı devam ediyor, ilk yarıyı 3-0 önde kapatan United ağlarına, özellikle Agüero ve Milner'in etkili oyunuyla 2 gollük bir cevap geliyor. Son dakikada Kolarov'un frikiği, kaleci Pantilimon'un kafası, gol gelmiyor; City'nin ümitleri sönüyor. Her ne kadar Manu taraftarı olsak da, maçın bitiminde şu olmasa, bu olsa vs. diyerek City'nin mağlubiyetine kılıflar bulmaya çalışıyoruz.
İzmir'de sağnak yağışlı bir akşamüstü, Guy Ritchie filmlerinden fırlamış bir İngiltere havası, maçtan aklımızda başka ne kaldı diye sormadan edemiyoruz kendimize. Paul Scholes girmişti oyuna, ilahi Ferguson, sen nelere kadirsin? Televizyonun başında, jübilesinden sonra sahaya geri dönmeyi tekrar kafasına koyan turuncu saçlı çocuğu alkışlıyoruz. Stadyumdaki United'lılar da alkışlıyor, David Beckham'ın Manu kaşkollu çocukları da alkışlıyor.
Burada gözümüz 37-38'inde, yaşıtları ve arkadaşları Ryan Giggs ve Paul Scholes'ü locadan izleyen Beckham'ın bakışlarına kayıyor. İzlediği futbolcular, Gary Neville ile birlikte bu takımın efsanesi olmayı seçmişler. Fakat 1996'da Wimbledon'a orta sahadan attığı golden sonra parlaması bir türlü durmayan yakışıklı arkadaşları düşünceli bir şekilde onları izliyor. Alkış yok, tatlı bir kıskançlık sanki... Sitem ediyoruz: "Gittin, traş bıçağı reklamlarında (yoksa markanın adı da "Derby" miydi?) sakalını nasıl kestiğini anlatmayı tercih ettin be Becks!", "Dakikada bilmem kaç bin dolar alıyordun bir aralar, mutlu musun peki?"
***
Ağaca benzeyen göğüs kılları bir türlü futbol paparazzisinin dilinden düşmeyen Giggs iyi ki başka birine dönüşmeye çalışarak karşılık vermedi bu duruma diyoruz. Scholes'un eşinin, sevgilisinin kim olduğunu, tatillerini nerede geçirdiğini vs. iyi ki duymadık. Endüstriyel futbola koşulsuz teslimiyetin gerçekleştiği fikrinin yanında, küçük sürtünme odakları aramaya romantik bir biçimde devam ediyoruz. "Taraftarları heyecanlandıran bir futbolcu olarak hatırlanacağım sanırım." demişti Giggs, Beckham da öyle hatırlanacak; yalnız hep "ama..." bağlacıyla devam eden cümlelerde...
Biliyorsunuz, kimileri için ama kelimesinden önceki cümleler gereksizdir.
---
*Bu arada sinirimiz geçmiyor, bazı sahneler hep aklımızda: Beckham'ın United'ı terk edişi bile buram buram magazin kokmuştu; Ferguson'un attığı krampon kaşını yarmıştı nitekim.

1 Oca 2012

Ferguson duymasın, veliaht kim?


Viskilerin etiketi üzerinde şöyle bir ibare vardır, "distilled and matured in...". Alex Ferguson da, distilasyonunu İskoçya'da geçirdiği futbolculuk kariyeriyle (forvet- 317 maç/170 gol) tamamlamış, teknik direktörlüğe süzülerek, olgunlaşmasını yine İskoçya'nın Aberdeen takımına 8 senede 10 kupa getirerek tamamlamıştı.
45 yaşına ülkesi çapında başarılarla gelmiş, artık olgun diyebileceğimiz üstad, 1986 yılında sakızı ile beraber Manchester United'ın başına geçmişti. 25 yıllık dönemde neler yaşandığını az-çok futbola bulaşan kimseler bile iyi bildiği için tekrar anlatmayalım. Kişisel kanaatim yalnızca kupa alımı= başarı olmasa bile, bu kadar senede aldığı 37 kupa, "helal olsun" dedirtiyor insana. Şimdi konumuza gelelim:
Dün itibariyle 70 yaşını dolduran Alex Ferguson'un emekli olmaya pek niyeti yok gibi. "Beni ne zaman kovarlarsa o zaman bırakırım." minvalinde bir cümle söylediğini hatırlıyorum ama Manu'ya gelme sebebi olarak gösterdiği ve 25 yıla bakıldığında gerçekleştirdiği "Liverpool hakimiyetini kırma arzusu" Kenny Dalglish Liverpool'a dönmüşken tekrar hortlayabilir, bu kez hakimiyeti elden bırakmamak olarak. Zaten Arsenal menajeri Arsene Wenger de hala koltuğunda(Koltuk sallandı ama henüz yıkılmadı). Dolayısıyla Ferguson başarıya doymuşluğunun yanında rekabeti hala sevip sevmediğini gözden geçirebilir. Neden olmasın?
Olmazsa, Ferguson yakın zamanda Manchester United'dan o veya bu şekilde ayrılırsa, takımın başına kim gelir? Soru bu. Biraz duygusal,biraz mantıki, benim 5 kişilik listem:
1.Josep Guardiola: 41 yaşındaki teknik direktörün Barcelona ile yaptıkları ortada. Bayern Münih'in başkandan scout'lara eski oyuncuları bünyesinde tutmaya devam etmesi gibi Barcelona'nın da oyun kurgusunda, oyuncu yetiştirmede vs. süreklilik için benzer bir şeyler peşinde koştukları gözüküyor. Nitekim şimdiye dek sistem başarılı işledi. Fakat şu soru aynı Messi'ye sorulduğu gibi Guardiola'ya da sorulmaya başlandı: "Başka bir takımda başarılı olabilir mi?". Malum bir de Rijkaard'ın Galatasaray faciası var Türkiyeli taraftarların hafızasında. O yüzden eminim biz daha fazla sormuşuzdur bunu birbirimize. Guardiola ise bu sorunun cevabını aramak için gözükmese bile; kulüp tarihinde "efsanevi" olmak statüsünü, Mourinho gibi her limanda bir Şampiyonlar ligiyle-bireysel başarıyla takas edebilir yakın zamanda. Barcelona yoluna Roma'ya gönderdiği Luis Enrique ile devam eder belki de.
Kişisel kanaatim Guardiola'nın Manu'nun başında çok değil bir-iki sene kupasız kalmasının kendisini koltuğundan edeceği yönünde. Bir Alex (F.) değil sonuçta.
2.José Mourinho: Beşiktaş'ın Portekiz'den henüz getirmediği iki kişiden biri olan Mourinho geçtiğimiz günlerde, zamanı geldiğinde Premier Lig'e yeniden dönmek istediğini açıkladı. Zaten kontratına "Manchester United çağırırsa gider." yazdırdığı söylentisi bir kenarda duruyor. Nisan ayında "Manu'nun bir sonraki menajeri benim." gibi bir açıklama da yaptı ama Ferguson'dan "José benim yakın bir arkadaşım, kendisinin geleceği üzerine birkaç kez konuştuk ve İngiltere'ye dönmeyi istemesini anlayabiliyorum. Ama benim pozisyonumun kendisine ne zaman uygun hale geleceğini söylemek zor, buna sağlığım karar verecek." cevabı gecikmedi. Real Madrid'de Sportif Direktör Valdano'nun takımı boklu dondurmaya benzetmesi, kafasına göre transferleri Mourinho'yu kızdırsa da giden kelle Valdano'nun olmuştu. Fakat Mourinho'nun bunu unutacağını pek sanmıyorum. Yalnızca o yüzden olmasa bile, Barcelona efsanesini bitirme arzusunu bir başka bahara bırakıp Ferguson'un koltuğu boşaltmasına sevineceğini düşünüyorum.
Kanımca, Giggs'in yerine Galler'in yeni Giggs adayı Gareth Bale'i transfer edip, Nuri'yi de yanında Old Trafford'a getirirse, Manchester başarı geleneğini sürdürmeye Mourinho ile devam edebilir.
3.Ole Gunnar Solskjaer: Bebek yüzlü katilimiz, "20LE"GEND'imiz, kulübeden gelerek takımına katkı koyma üzerine Semih Şentürk'ün mislince büyüğü Solksjaer de Manu taraftarlarının gönlünden geçiyor hiç kuşkusuz. Bunda genç Ferguson'unki gibi bir başka ligde kendini kanıtlıyor oluşu da etkili olabilir. Zira Manu'nun rezerv takımını çalıştırdıktan sonra gittiği Molde'yi düşme hattından zor kurtulduğu bir sezondan alıp liderliğe doğru götürüyor. Onun hakkında yazabileceğim sayfalar dolusu övgü var ama futbolculuğu için. Kulübede, özellikle Manu kulübesinde olmayı sever diyeyim ve adaylar arasında duygusal olarak en çok kendisine yakın olduğumu belirteyim.
4.David Moyes: İskoçyalı menajerlerin Premier Lig'e yaptıkları katkı Ada'ya ikinci bir İskoç Aydınlanması yaşattı desek, çok da yanlış olmaz herhalde. 10 yıldır Everton'u çalıştıran Moyes'in bu süre içerisinde yalnızca yüzde 40'lık bir galibiyet oranı "acaba?" sorusunu sordursa da, sürekliliği devam ettirebilecek ve Lig'i tanıyan birinin, daha iyi finansal olanaklarla neler yapabileceği alınabilir bir risk kanımca. (Geçen gün Tanıl Bora, Radikal'de Matt Busby, Dalglish ve Ferguson'un sosyalist olduklarını eklemeden geçmemiş, Moyes'un da sosyalist olduğu bilgisini ben vereyim.) Manu taraftar sitelerinde kendisine epey destek de varmış duyduğuma göre.
5.Roy Keane, Ryan Giggs, Paul Scholes: Çocukluğumuzun kahramanları, içine Peter "Şımaykıl"ı, Gary Neville'ı ve David Beckham'ı da (aslında o altın takımın hepsini) dahil edersek... Türkiye'de olsa bu üçünden birisini teknik direktör yapar; yanlarına antrenör olarak da diğerlerini monte ederdik. Gelgelelim bu Manu için pek mümkün ve profesyonel bir adım olarak gözükmüyor. Roy Keane'in aristokratik imajının altında agresif ve başarısız bir menajer oluşu kaybolmazken (Sunderland ve Ipswich fiyaskoları), Giggs'in ve Scholes'ün Ferguson'dan damıttıkları bilgileri başka bir yerde kanıtlamadan Manu'da başlamaları zor gözüküyor. Giggs'in zaten Lee Sharpe'dan aldığı formayı bırakmaya niyeti yok gibi, bırakmasın. Fakat Scholes'un sessiz ama derinden yapısıyla bu takıma bir gün futbolculuk dışı bir şekilde de hizmet edeceğini düşünüyorum. Bu üçü de duygusal kontenjanımdan.
---
Manchester çocuğu Morrissey'in bilmem kaçıncı Manchester konserinden konuya imalı gelebilecek bir şarkı ile veda edelim.
"There is a Light that never goes out"