29 Haz 2012

Korkunun ecele...


                  İtiraf ediyorum; gerçekten korkuyorum. Aslında bu yazıyı daha önce-İspanya maçı sonrası- yazmam gerekiyordu ama bekledim. Boğaların rakibini merak ediyordum ve tahminen gelecek Almanya ya karşı şöyle okkalı methiyelerle İspanya’yı şampiyon ilan edecektim...
               
                  İtalya maçını izleyince zaten sıkıcı olduğunu herkesin gördüğü İspanya-Portekiz maçı gözümde daha da küçüldü. Pirlo’ya duyduğum hayranlık 10 kat daha arttı (eminim Milan’ın da öyledir) ancak bu hayranlık sadece futboluna değil aynı zamanda inanılmaz futbolcu karakterinedir. Barzaglinin ne kadar harika bir oyuncu olduğunu gördüm. Ayrıca Pirlo ile beraber son turnuvayı oynadıklarının farkında olan Buffon’un gözlerindeki istekle karşılaştım. İtalya’nın tüm takım olarak(Süper Mario dahil) kenetlendiğine ve mücadele ettiğine şahit oldum. Zaten maç öncesi Almanya’ya karşı içimden İtalya’yı destekliyordum ama bu kadarını da beklemiyordum doğrusu...Mükkemel futbol...
               
                  Şimdi gelgelelim matadorlara. Bu arada “matador” nedir hiç düşündünüz mü? Matador, katil, öldürücü demektir. Ben bunun İspanya Milli Takımı’na çok yakıştığını düşünüyorum. Öldürücü bir İspanya;  inanılmaz bir paslaşma ağı, top kaptırmadan geçen süresiz dakikalar, defansı dehşete düşüren ara paslar, üstün teknik özellikler... İspanya komple mükemmel gibi duruyor. Ama bu sayılanlar ve turnuva boyunca izlediğimiz İspanya’nın İtalya karşısında kupayı kaldıran taraf olabilmesi için oyununa eklemesi gereken şeyler olduğu kanaatindeyim. Futbol sadece pas veya sadece oyun zekasından ibaret değil ki İspanya’nın karşısında en az kendileri kadar zeki olabilen ve bunu oyununa yansıtabilen İtalyan futbolcular var.                
               
                   Gerçekten mücadele edebilmeyi öğrenmeli ve İspanya olarak İtalya’ya bu konuda cevap verebilmeliyiz.Gerçekten korkuyorum çünkü Pirlo ve Buffon’un son turnuvası, çünkü İtalya deyim yerindeyse; tek yürek oldu,çünkü Süper Mario prenses için hiç olmadığı kadar hırslı ve çünkü İtalya her zaman İtalya...
               


                    Not: İspanya tişörtümü giyip maçı Valencia’da herhangi bir meydandan takip etmeyi umuyorum.Dilerim ki final sonrası görüşmemizde, fotoğraflar galibiyeti anlatır... Viva España!!!

Cesare'nin hakkı Cesare'ye

EURO 2012'de otuzuncu maç geride kalırken; turnuvayı takip edenlerin takdirlerini toplayan en popüler isimler Andrea Pirlo, Mario Balotelli ve Gianluigi Buffon oldu. Ancak unutulan bir nokta var ki bunu hatırlatmak boynumun borcudur...

Cesare Prandelli takımının başına geçtiği günden beri maç kaybetmeyen bir teknik adam. Ancak turnuva boyunca medyada ne Joachim Löw ne Del Bosque ne de Slaven Bilic kadar adından söz ettirebilmiş bir isim değil. Belki de diğer suratlar daha tanıdık olduğu için böyle oldu gidişat. Cristiano Ronaldo'nun sadece iki maçta eli yüzü düzgün bir top oynayıp adından bu kadar söz ettirdiği bir ortamda Prandelli'ye olan yaklaşımı normal karşılayamıyorum.

C grubunun ilk maçında İspanya'ya karşı 3-5-2 gibi çağ dışı  addedilen bir sistemle De Rossi'yi liberoda; Giaccherini'yi ilk on birde oynatarak mücadele veren İtalyan teknik adam çoğumuzu şaşırtmıştı. İkinci maçta Hırvatistan karşısında yine aynı taktikle sahaya çıktı ve iki maçtan da sahadan 1-1'lik beraberliklerle ayrıldı İtalya. Grubun son maçında İrlanda karşısına mutlak favori olarak çıkan İtalya 4-4-2 sistemini uygulamaya başlamıştı. İrlanda karşısında alınan 2-0'lık galibiyet ve girilen çok sayıda pozisyon beni de final için açıkçası çok umutlandırmıştı. Çeyrek finalde İngiltere karşısına yine aynı sistemle sahaya çıkan İtalya gol pozisyonu rekoru kırmıştı; ancak bir türlü gelmeyen gol yüzünden İtalya'nın tur ümitleri başka bahara kalacaktı. Yarı final maçında Almanya karşısında Maggio ve Abate'den yoksun çıkan İtalya'da sağ bek krizi yaşanıyordu. En mantıklı gözüken 3-5-2'ye dönmekti. Kadrolar açıklanınca bir şok daha bizi bekliyordu. Balzaretti sağ bekte başlayacak, sakatlığı geçen Chiellini ise sol bekte... İşleyen taktiği bozmamakta direten Prandelli sol ayaklı sağ beki ve stoper menşeili sol bekiyle -zaman zaman sol bek de oynayabilen bir stoper- turnuvanın düne kadar en iyi futbolunu oynayan takımı karşısına çıktı ve kazandı. Elindeki -eskiye oranla güçsüz sayılan- kadroya üst düzey bir futbol oynatan Prandelli final maçı öncesi turnuvanın en iyi teknik adamı ödülünü fazlasıyla hak etti. Finalde iyi oynayan(İtalya) kazansın...

25 Haz 2012

Kiev'de Bir Sürrealist: Mario Balotelli

"Kendimizi yazılı, sözlü yahut da her türlü başka şekilde ifade ettiğimiz saf psişik bir kendiliğindenlik; düşüncenin aklın her türlü denetiminden uzak, ve tüm estetik ve ahlaki kaygıların dışında derhal ifadesi, düşüncenin gerçek manada işleyişidir."
André Breton

Mario Balotelli André Breton'un sürrealizm tanımının kıyısından, köşesinden değil tam olarak içinden, kökeninden gelen bir futbolcu örneği. Sahadaki varlık sebebini sorgulamadan sürekli ve ısrarla kendi istekleri ve arzuları doğrultusunda futbol oynayan bir insan. Her forvet kadar bencil; ancak daha fazlası değil. Futbol oynamayı sevip sevmediğini anlayabilmek çok güç. Belki sevmiyordur da hayatta yaptığı en iyi iş bu olduğu için futbol oynuyordur, bilemem...

Antonio Cassano ile aynı takımda forvet hattını paylaşmak Mario Balotelli'yi biraz olsun sakin kılıyor. İngiltere'yle oynanan çeyrek final maçında kaçan bir pozisyonun ardından Cassano'nun Balotelli'yi teselli etmesi çok manidar oldu. 10'lu yılların en sorunlu futbolcularından birisi 00'lı yılların en sorunlu futbolcularından birini görünce -nesil farkını da göz önünde bulundurarak- daha sakin tavırlar içerisine girebildi. Ancak bütün bunlar Mario Balotelli'nin İngiltere maçı boyunca kaçırdığı sayısız fırsatı anlamlandırmıyor. Tek teselli penaltılara giden maçta ilk penaltıyı Balotelli'nin gole çevirmesi oldu.

Gianluigi Buffon turnuva başından beri -son ülkeler arası turnuvası olduğunun farkında- muazzam bir futbol sergiliyor. İngiltere maçının ilk dakikalarında Glen Johnson'ın altı pastan yaptığı vuruşu sol eliyle ustalıkla çıkararak İngiltere'ye avantajı vermedi. Penaltı atışlarında da Ashley Cole'ün penaltısını kurtararak takımına yarı finali getirdi. De Rossi ise Totti'den devraldığı bayrağı aynı dengesizlikle taşıyor. 35 metreden inanılmaz bir şut çıkardığı sol ayağıyla altı pastan topu dağlara taşlara vurmayı başardı.

Maçın ve turnuvanın en öne çıkan oyuncusu Andrea Pirlo ise 33 yaşını doldurmasına rağmen futbol dersi vermeye devam ediyor. Riccardo Montolivo'nun kaçan penaltısı sonrası takımını ateşlemeyi Panenka Penaltısı atarak başaran Pirlo; bu kupayı ne kadar çok istediğini bizlere gösterdi. EURO 2000'de Francesco Totti'nin 24 yaşındayken Hollanda'ya karşı yarı finalde attığı Panenka Penaltısından tam on iki yıl sonra Pirlo bir çeyrek final maçında İngiltere'ye bu penaltıyı atarak takımını yarı finale taşıdı. Lider özelliklerinin bir çoğuna sahip olan Pirlo seri penaltı atışlarında rakibin gardı nasıl düşürülür bunu da cümle aleme göstermiş oldu.

Sıradaki rakip Almanya... Forza Azzurri..!

24 Haz 2012

...çünkü biz İspanya'yız...


                İspanya- Fransa maçını İspanya/Valencia’da izleme fırsatım olduğundan dolayı büyük heyecan duyuyordum. Belki de İspanyol taraftarlar ve maçın atmosferi beni de içine alacak ve İspanya’nın finale yürüyüşü benim için daha da güzel bir hal alacaktı.
               
                 Maç öncesi sokağa çıktım ve maçın havasını İspanya’da solumak istiyordum. Ancak beni karşılayan boş sokaklar huzurumu kaçırdı doğrusu. Az da olsa gördüğüm insanların da turist çıkması kafamı karıştırıyordu ama sonradan anladım ki bu hafta sonu Formula 1 Valencia yarışı varmış ve turistlerin akınına uğramış burası ama maçtan eser yok...
               
                Maç saati yaklaşınca eve dönüyorum çünkü bi önceki gece Portekiz maçını beraber izlediğimiz Portekizli arkadaşlarımla evde izleme kararı almıştık. Maç başladı ve İspanya’nın inanılmaz yüzdeli pasları da böylece başlamış oldu. Ayrıca belirtmeliyim anlam veremediğim bir şekilde Portekizliler yarı finalde İspanya ile oynamak istiyorlardı; ya Ronaldo’ya çok güveniyorlar ya da bilmediğim bir şey var çözemedim gitti. İlk düdükle beraber oyunda üstünlüğünü kabul ettiren İspanya yine harika bir organizasyonla Jordi Alba’nın ortasına güzel bir kafa vuruşuyla karşılık veren Xabi Alonso’nun golüyle dakika 19 da 1-0 öne geçmeyi başardı. Gole kadar ki mükemmel İspanya oyunu golden sonra da devam etti. Açıkcası belirtmek isterim ki maç öncesinde Fransa’dan daha fazlasını bekliyordum. Ribery arada bir diş gösterse de Fransa’dan ona katılan olmadı, özellikle Benzema Fransa halkının beklentilerini sahaya yansıtamadı doğrusu..
               
                 Maçın ikinci yarısı da ilk yarısından farksızdı topla oynayan İspanyollar top kapmaya çalışan Fransızlar vardı sahada. Dakika 90’a kadar da böyle devam etti. Uzatma dakikalarında da kazanılan penaltıyı gole çeviren Xabi Alonso skoru ilan etti.
               
                 Laurent Blanc’a üzüldüm açıkcası çünkü iyi takım kurup iyi futbola yönelmişti ancak bu yenilgi ve turnuvadan eleniş Blanc için de bir sonun başlangıcı olabilir.
               
                 İspanya yarı finalde olmasına sevinmiştim ama aklımda hala boş sokaklar vardı. Maç sonrası planlarımız çerçevesinde aziz St. Juan günü için düzenlenecek olan plaj kutlamalarına gittik ve boş sokaklarla ilgili cevabımı orada tanıştığımız Eduardo'da buldum;

Eduardo: Maç için aslında pek heyecanlı değildik zaten kazanacağımızı biliyorduk, evimizde sakince maçı izledik ve şimdi eğleniyoruz. Sırada Portekiz var onları da yeneceğiz çünkü biz İspanya’yız...

19 Haz 2012

Olmasaydı Sonunuz Böyle! Hoşçakalın Damalılar..

Son maçlar İspanya-İrlanda, İtalya-Hırvatistan şeklinde olmalıydı.


Avrupa Şampiyonası'nın raconuna yakışmadı; bir Dünya Kupası grup finali gibiydi. İkili averaj, üçlü averaj; tüm bunlara girmeden grubun ikinci ve üçüncü torbasındaki -muhtemel ikincilik mücadelesi verecek- takımlar son maçı kendi aralarında oynamalıydı. Tıpkı 2008'deki gibi. Bilic için o turnuva da pek adil bitmemişti; normal sürelerde bir mağlubiyet aldığı iki turnuvadan da yarı final göremeden ayrıldı.

Kötü Modric, beceriksiz Rakitic, eyyamcı hakem, karaktersiz İspanya..

Ulan günde 4 paket sigara içen Tuncay'ın ciğeri Modric'te olsaydı Avrupa Şampiyonu'ydunuz. Kiminin ciğeri kiminin kibiri. Beddualar İspanya'ya..



Neyse ki İspanya var...



Hollanda'nın elenmesiyle benim adıma buruk geçen Euro 2012 neyse ki İspanya'nın sürprize fırsat vermemesiyle yeniden eğlenceli hale geldi. Önceki gecede Hollanda bize gösterdi ki Teknik direktörün maça etkisi çok büyük oluyor. Bu etki kimi zaman maç kazandırıyor, kimi zaman da sizi dibe götürüyor. Bert Van Marwijk ‘in Hollanda’sı dibe giderken Del Bosque’nin İspanya’sı taktik değişiklerle, bir bakıma “bıçak sırtı” olan maçı lehine çeviriyordu.
Maç başlarken herkesin aklında bir zamanlar İsveç ve Danimarka’nın 2-2 berabere kalarak “elele” bir üst tura çıkışı vardı. Yapılan açıklamalarla bu düşünce giderilmeye çalışıldı ancak futboldu bu ve Bilic’in söylemiyle “2-2 sık rastlanan bir skor[du]”. Açıkcası bu skoru da en çok Hırvatlar istiyordu ama maç o istenen şekilde olmadı. Oynanan 90 dakika klasik bir İspanya maçıydı. Bir ara %80’lere çıkan toplama oynama oranı, her ne kadar İspanya taraftarı olsam da, bazı zamanlarda sıkıcı olmaya başlamıştı.

İspanya milli takımının aradığı gol Fernando Torres’in yerine giren Jesus Navas’tan geldi. Dikkat çekmek istediğim nokta ise golün geldiği dakikalarda İspanya yine forvetsiz oynuyordu. Hırvatistan oyunu kötü değildi aslında, ellerinden geleni yaptılar hatta Bilic tüm forvetleri oyuna alıp kendine güvenerek oyunu riske etti, eğer zaten Rakitic buluğu pozisyonu gole çevirebilseydi şu an çifte üzüntüyü(Hollanda-İspanya) anlatıyor olabilirdim.

İspanya artık çeyrek finalde, rakip yüksek ihtimalle İngiltere, İspanya’ya çok güveniyorum ancak İngiltere’nin de yavaş yavaş havaya girmesi beni korkutmuyor değil. Bu çeyrek final eşleşmesi kesinlikle çok şeye gebe olacak.

Son olarak da İspanya milli takımı formasına değinmek istiyorum. Bir zamanlar Türk Milli Takımımızın da denediği turkuaz modası İspanya’yı da sarmış görünüyor ve açıkçası çok da hoş olmuş. Klasik sarı-kırmızıdan arada sırada da olsa kurtulmak güzel seçim diye düşünüyorum

Gecenin Kazananları: İrlanda Taraftarı, Gök Mavililer ve Cüneyt Çakır


İrlanda taraftarı C grubunun başından sonuna bıkmadan, usanmadan destek verdikleri takımlarının sıfır çekmesini umursamadan “Ireland” diye haykırmaya devam etti…
Turnuvada Hırvatistan ve İrlanda taraftarları rakiplerinden bir adım öndelerdi. Ancak İrlandalılar birinciliği kimselere kaptırmadı. Bu yüzden bu iki ülkenin elenmesi turnuvada tribünlerin selameti açısından pek de hayırlı olmadı.
Diğer taraftan ev sahibi Polonya ve takımlarına yoğun bir destek sağlayan Rusya’nın elenmiş olmaları da çeyrek final maçlarında tribünlerden çok futbol sahalarının konuşacağı maçlara sahne olacak.

Turnuvanın gerçek rengi olan taraftarları bir kenara bırakırsak; İtalya-İrlanda maçında sahada oynanan futbol neredeyse tamamen güce ve mücadeleye dayalıydı. İtalya gerek topla oynama yüzdesinde, gerekse de girdiği pozisyon sayısında rakibinin önündeydi.
Bu maç öncesi İtalya’nın mutlak galip gelmesi gerekiyordu. Tabi ki ilk iki maçta da taraftarlarının yüzlerini güldürebilselerdi fena olmazdı…
Maçtan geriye hafızalarda yer eden pozisyonlarda İtalya’nın bariz üstünlüğü söz konusuydu…
İlk yarıda golden önce Di Natale’nin sıfır çizgisinden kalecisi olmayan kaleye çıkardığı şut ve akabinde gelişen İtalya atağında Cassano’nun şutu futbol severler için güzel karelerdi. İkinci yarının ve maçın en güzel anı ise oyuna sonradan giren Mario Barwuah Balotelli’nin muhteşem volesiydi.

Bir parantez de Cüneyt Çakır’a açmazsak maçın neredeyse hatasız yönetimini göz ardı etmiş oluruz. Baştan sona tavizsiz bir yönetim sergileyen Çakır günümüzün ve geleceğin sayılı hakemlerinden olmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu geceki yönetim O’nu ya bir çeyrek final maçı ve sonrasında final maçına aday yapar; ya da en kötü ihtimalle bir yarı final maçına. Wolfgang Stark, Howard Webb ve Nicola Rizzoli de Cüneyt Çakır’la aynı seviyede hakemler. Eğer ki Cüneyt Çakır yönetmezse finali bu üçlünün ülke takımlarının akıbetine göre final maçı üçlüden birisine verilir.

Gök Mavililer’den çeyrek finalde daha iyi bir futbol görmek dileğiyle; herkese futbol dolu günler diliyorum…

17 Haz 2012

Prag Baharı'nın Rövanşı Alındı

Tarih: 5 Ocak 1968

Yer: Prag, Çekoslovakya

Olay: Prag Baharı

“Devlet Başkanı ve Parti Genel Sekreteri Antonin Novotny görevinden ayrıldı ve yerine Alexander Dubcek geldi. Sovyetler Birliği'nin dayattığı komünist sistemi değiştirmeyi hedefleyen Dubcek kendi sosyalizmini yaratmıştı. Buna "insancıl komünizm" de deniliyordu. 'Harekat programı', sosyalizmin demokrasi ilkeleri ile birleştirilmesini ve yeni bir siyasi sistemin oluşturulması amacını taşıyordu. Programda tek partili sosyalist devlet yönetiminin yerine çok partili siyasi hayata geçileceği,düşünce ve ifade özgürlüğü, toplanma ve  dernek kurma hakkı gibi temel insan hak ve hürriyetlerinin sağlandığı yeni bir düzenin kurulacağı ifade ediliyordu.”[1]

Tarih: 20 Ağustos 1968

Yer: Prag, Çekoslovakya

Olay: Prag Baharı’nın SSCB Askeri Birlikleri Tarafından Sona Erdirilişi

Sovyetlerin Çekoslovakya’ya “eski sisteme dönün” çağrıları yanıtsız kaldı. Liberal ve karşı devrimci olarak suçladığı Çekoslovak hükümetini bastırmak için 300.000 kişilik ordu ile Çekoslovakya’yı işgal etti. Prag Baharı askeri müdahale ile sonlandırılmış oldu.


Tarih: 16.06.2012

Yer: Varşova, Polonya & Wroclaw, Polonya

Olay: EURO 2012 A Grubu Son Maçları

EURO 2012 A grubu mücadelelerinin ilki de Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği’nin devamı olan iki takım arasındaki karşılaşmayla başlamıştı. Rusların aldığı 4-1’lik tarihi skor ben de dahil çoğu futbol severi Rusya’nın başarılı bir turnuva geçireceğine inandırmıştı. Ancak Rusya beklenmedik bir sürprizle Yunanistan’a yenilerek 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası’na veda etti.

Diğer taraftaysa ev sahibi Polonya iki beraberlikle başladığı gruptan galibiyet almadan çıkamayacağının farkındaydı. Oyuna da bu istek ile başladılar. Taraftarlar da inanmış bir şekilde takımlarını desteklediler. Bir ara Çek Cumhuriyeti o kadar çok pozisyon verdi ki Çeklerin kaderi ilk maçtakine benzeyecek düşüncesi zihinlerde belirdi. Ancak ikinci yarının başlamasıyla işler değişti; ev sahibi çok şanssız bir gol yedi. Maçın geriye kalan kısmında Polonya istediği baskıyı bir türlü kuramadı ve galibiyet dahi alamadan turnuvaya ve taraftarına veda etti.

Maçlar başladığı anda gruptan Rusya ve Çek Cumhuriyeti çıkıyordu. Yunanistan’dan yediği gole rağmen gruptan çıkan takımlardan birisi hala Rusya’ydı. Ancak Çeklerin golü gelince Rusya için gruptan çıkmak yenilmemeye yahut diğer maçın berabere bitmesine bakıyordu. 20 Ağustos 1968 rövanşını Çekler geç de olsa 16 Haziran 2012’de aldı.

Rusya’nın ilk maçta Çek Cumhuriyeti karşısında aldığı galibiyet Prag Darbesine karşı yapılan askeri müdahaleye benzerken; Rusya’nın Soğuk Savaş sırasında Batının en önemli aktörlerinden birisi olan Yunanistan karşısında mağlup olması da Soğuk Savaşın Batının üstünlüğüyle sona ermesine benzedi. Çek Cumhuriyeti’nin Polonya karşısındaki galibiyeti ise Soğuk Savaşın kaybedilmesiyle dağılan Varşova Paktı’nın yıkılıp Prag’ın Moskova baskısından kurtulmasına benzedi.

Ev sahipleri ilk firesini böylelikle vermiş oldu. Aynı zamanda benim turnuva boyunca yazacağım takımlardan birisi de elenmiş oldu.


[1] http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=171636

15 Haz 2012

Kupaların Efendisi: Mezhep Kardeşliği

Halihazırda Dünya Kupasını en çok kazanan Avrupa ülkesi olan İtalya'ya Kupaların Efendisi desek yerinde olur. Ancak İtalya'nın Dünya Kupalarındaki başarılarının Avrupa Şampiyonalarına yansımadığı da bir gerçek. Ev sahibi olduğu EURO 1968'i kazanan İtalya bu kupayı ilk ve son kez kaldırmış olacaktı. Papalığın merkezi Vatikan'ı topraklarında barındıran İtalya kuşkusuz Katolikler arasında önde gelen bir ulusa sahipler. Diğer taraftaysa Balkanlar'daki mezhep ve din çatışmalarının baş aktörlerinden olan Hırvatistan da Katolik mezhebine mensup bir ulusa sahipler.

C Grubunun ilk maçında İspanya karşısında pozisyonlar vermesine rağmen İtalya oynadığı futbolla umut veren bir görüntü sergilemişti. Ancak hala oyun olarak bir şeylerin yeterli olmadığı da apaçık ortadaydı. Buffon, Di Natale ve tabi ki Pirlo ilk maçın öne çıkan isimlerindendi. İtalya'nın temel probleminin nerede olduğu ise tam bir muammaydı. Cesare Prandelli takımını İspanya karşısında güzel bir dizilimle çıkarmıştı. Prandelli kadroyu Hırvatistan maçında da bozmadı. Maçın ilk yarısında Pirlo'nun serbest vuruştan attığı gole kadar sahanın tek hakimi olan İtalya akıllara ister istemez aynı soruyu getirdi: Yine mi skorun üzerine yatacaklar? Beklenen cevap hiç gecikmeden ikinci yarı başlar başlamaz İtalya'nın ileride baskıyı bırakmasıyla geldi. Belki İtalyanlara özgü bir şey değil geriye çekilme huyu. Ancak ne yazık ki İtalyanlarla özdeşleşmiş klişe tabirlerin başında geliyor. Catenaccio gibi felsefik bir sistemin günümüzdeki kullanım şeklinin Helenio Herrera'nın kemiklerini sızlatmadığını düşünmek ise safdillikten başka bir şey olmaz. O yüzden her savunmaya çekilen takıma da Catenaccio yapıyor dememek evladır. Ancak şu da atlanmamalı ki katı savunma yapmakla özdeşleşen Catenaccio kavramı ister istemez bir kalıp haline de gelmiş durumdadır.

Maçın ikinci yarısında Mandzukic'le golü bulan Hırvatlar galibiyetin kendilerini bir üst tura taşıyacak olması gerçeğini göz önünde bulundurup maçı İtalya'dan daha çok isteyen taraf konumundaydılar. İtalyanlar ise nasıl olsa son maçta ne yazık ki grubun averaj takımı haline gelen İrlanda'yı yeneriz düşüncesiyle rahat hareket ettiler. 1-1'lik sonuç İtalyanların işine fazlasıyla yaradı gibi. Hırvatlar içinse asıl tehlike grubun son maçında İspanya karşısında alınacak olası bir mağlubiyette gruptan çıkamama ihtimali. Kupanın son şampiyonu olan İspanya'nın son maçta göstereceği performans gruptaki dizilimi belirleyecek. İtalya cephesinde ise olası bir öz güven patlaması durumunda 2010 Güney Afrika'nın bir tekrarı da yaşanabilir. Turnuvalarda nasıl futbol ortaya konulması gerektiğini çok iyi bilen İtalyanlar muhtemelen gruptan çıkacaktır. Hem de diğer maçın sonucunu beklemeden.

Ayrı bir parantez de Hırvat taraftarlara açmak lazım. Hırvatlar çok büyük kafileler halinde Polonya'daki stadyumları adeta esir almaya gelmişler gibi. Şu ana kadar ki en iyi deplasman performansını sergileyen Hırvatistan tribünlerinde kimi zaman Türkiye tribünlerinden duymaya alışık olduğumuz besteler duyuyoruz. Almanya tribünlerinde yıllardır duyduğumuz benzer bestelere alışkındım ancak kulüp bazında başarılı olamayan Hırvat takımlarının tribünlerini bugüne kadar takip edememiştim. Gerçekten hayran bıraktılar kendilerine. İtalyan tribünleri ise her zamanki gibi sayıca az olmalarına rağmen Hırvat tribünlerinden aşağı kalır değildi. Ülke takımı destekleme fikri hiçbir zaman kulüp takımı destekleme fikrinin önüne geçemeyecektir. Sadece aşırı milliyetçilikle yoğurulmuş azınlık bölgelerinde kurulan FIFA'ya bağlı olmayan ulusal takımları destekleme fikri futbol severlere cazip gelebilir. Bunların haricinde İtalyan ve Hırvat taraftarları eğer ki iç içe görebiliyorsak stadyumlarda fanatizm ulusal takımlara çok da fazla sirayet etmemiş diyebiliriz.

Kupaların Efendisinin maçın ikinci yarıdaki isteksiz oyunu Hırvatların bir puanı almasını kolaylaştırdı. Hatta ikinci yarıda galibiyeti bulabilecek pozisyonları da defalarca cömertçe harcadılar. Katolik Kilisesi haricinde kimseyi tatmin etmeyen bir skorla biten maç İtalya'nın tur ümitlerini artırırken, Hırvatistan'ın kileri de zora soktu.

İbracadabra ve Sihirli Popo Wiland


Ev sahibi Ukrayna ile İsveç mücadelesini izleyenler futboldan zevk alma konusunda sıkıntılı bir maça tanık olmadılar. Aslına bakarsanız geçen bir haftalık sürece baktığımızda oynanan kalitesiz futbola bir ya da iki maçta rastladık diyebilirim. Bol pozisyonun ve  kora kor mücadelenin  üst düzeyde olduğu bir turnuva geçiyor umarım böyle de devam eder. Maça döndüğümüzde yapacağım tek yorum, Avrupa futbolunun en önemli forvetlerinden İbrahimovic ve Shevchenko’nun karşılıklı performanslarının maçı belirlediği olur. Burada dünyanın en büyük kulüplerinden biri Milan’ın tarihin değişik dönemlerinde kadrosunda ne denli önemli forvetler barındırdığını da tekrar  hatırlamakta fayda var. İki isim de Milan kulübüne sembol olmuş isimler olarak anılıyorlar ve öyle de kalacaklar gibi duruyor eğer ki İbrahimovic’in kariyerinde çok sürpriz bir gelişme olmazsa.

İbrahimovic  ismini ceza sahası içinde ön direkte bu kadar boş bıraktığınızda  geriye düşmeniz artık an meselesidir. Ancak İsveç milli takımının geneline baktığımızda da İbrahimoviç üzerine kurulan sistemin çarklarının çok iyi işlemediğini söylemek mümkün görünüyor. Özellikle defans yapısında büyük zaaflar var.  Yan topları karşılamakta görülen bariz zorlanmalar ve yapılan iki hata sonucu Shevchenko’ nun izleyenleri tatmin eden iki ustaca kafa golü İsveç’in bu zaaflarını ortaya çıkardı.Bundan dolayı  kanat ataklarına dayalı futbola önem veren İngiltere karşısında Kuzey Avrupa ülkesinin zorlanabileceğini düşünüyorum bu akşam. Futbol otoriteleri tarafından Fransa karşısında zayıf not alan İngiltere, İsveç karşısında daha favori gözüküyor. İbracadabra' ya olan sempatim turnuvada İsveç’ e yakınlık duymamı sağlamıştı ancak; ev sahibi olduğu halde iyi bir futbol ortaya koymakta zorlanan Ukrayna’ya bile mağlup olmaktan kurtulamayan İsveç’in Fransa ve İngiltere önünde gruptan çıkma şansını maalesef zor görüyorum.

İngiltere maçına eşi benzeri görülmemiş yöntemlerle moral motivasyonunu kaybetmeden hazırlanan bir İsveç takımı gördük geçtiğimiz gün. Tecrübeli kaleci Johan Wiland  antreman sırasında poposunu açarak arkadaşlarına hedef oldu. Sırayla şut çeken futbolcular Wiland’ın açıkça ortaya döktüğü hedefi vurmaya çalışarak isabet oranlarını değerlendirdiler. Umarız İbrahimoviç takım arkadaşına alıştığımız şutlarından birini çekmemiştir diyelim, ne olur ne olmaz…

Enteresan bir yöntemle sağlanan  neşeli ortam ve motivasyon  İsveç'e bir sürpriz yaptırır mı dersiniz? İbracabra sihir yapabilir mi Wiland'dan aldığı güçle? 21:45' i bekleyelim o halde.
http://www.posta.com.tr/video/video-izle/?VideoID=7394

Damalılar'dan korkun

Turnuvadaki ilk yazımı yazmak İtalya-Hırvatistan maçı ile ikinci grup maçları sonunda nasip oldu. Turnuva öncesi blogger arkadaşlarla takım paylaşırken umutla talip olduğum Hırvatistan beklentilerimin kıyısında köşesinde bir performans gösterdi. Euro 2012'nin ölüm gruplarından birinde yer alan Hırvatistan ikinci maçlar sonunda 4 puanla İspanya'nın gerisinde ikinci sırada bulunuyor.  






Öncelikle maçlardan önce yapılan 10'dan geri sayım 'Var Mısın Yok Musun' yarışmasını hatırlatması nedeniyle benim açımdan bir hayli rahatsız edici. Turnuva genel olarak güzel gidiyor, maçlar keyifli. İlk maçlar sonunda Rusya otoritelerden tam not alırken, ikinci maçlar için bu akşamki İspanya'nın yıldız olması muhtemel. Turnuvanın en zayıf takımı görünümündeki İrlanda ise taraftar şovları ile turnuvaya büyük bir lezzet katmakta. (Ayrıca spikerin İrlanda için belirttiği fiyat olarak en değersiz takım nitelendirmesi bir hayli yersizdi.)






Hırvatistan çok derli toplu bir takım. Stoperleri sırıtmıyor, sol bekleri Strinic tecrübesizlikten bazen saçmalayabiliyor ama genel olarak bekler de iyi; orta sahaları tartışmasız iyi, forvetleri de çöpçü.  Mandzukic-Jelavic ikilisi önlem alınacak kadar ekstra özelliklere sahip değil; ama defansı çok yorarak çok yıpratarak çokça hataya zorluyorlar. Modric çok büyük oyuncu, tam bir maestro. Şöyle söyleyeyim iyi bir Modric'in bu takıma bu turnuvada kazandıramayacağı maç yok. Hırvatistan'ın bana göre bir bench problemi var; Eduardo'yu pek beğenmeme rağmen aldığı dakikalarda fark yaratamadığını gördüm. Ah Olic vah Olic diyorum !






İtalya-Hırvatistan maçının ilk yarısının ilk bölümü rölantide geçti. İlk yarının ortalarına doğru Pirlo çok rahat top yapmaya başladı ve bu sürede Modric ortalarda gözükmeyince top İtalya'da kaldı. Bu süre içerisinde Pirlo'nun servis ettiği topları Cassano forvet hattında verimli kullandı; Balotelli Space Jam'deki yetenekleri alınmış basketbolcular gibi davranmasaydı bu zaman zarfında İtalya'nın gol bulması işten bile değildi. Art arda gelen toplarda Pletikosa'nın başarısına Pirlo'nun frikiği gölge düşürdü ve ilk yarı bu sonuçla bitti.






İkinci yarıya Hırvatistan baskı ile başladı. Sağlı sollu bindirmelerde özellikle Srna'nın ortaları yürek hoplattı. Forvetlerinin niteliği nedeniyle pek de yerden oynamayı tercih etmeyen Hırvatistan soldan kesilen bir ortada Mandzukic'in iyi kontrolü ve abartılı vuruşu ile golü buldu. Gol öncesi bir kaç pozisyona girerek kendine gelen Modric'in bu aşamadan sonra takımı da toplaması golün gelişinde büyük bir etkendi.


Neyse fazla uzatmayalım. Futbolu bilen, ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen, hele de futbol şansı yanındaysa iyice korkulası bir kimliğe bürünen Hırvatistan'ın İspanya karşısında kolay lokma olmayacağını ve turu geçeceğini düşünüyorum. Hırvatistan bu turnuvanın Fenerbahçe'si gibi duruyor. Bir Trabzonsporlu olarak son cümleyi yazmak garip geldi. 

14 Haz 2012

Naziler, Hollanda, Cruyff, Van Marwijk, Huntelaar, 1-2...

Kaybedilen Danimarka maçı sonrası Hollanda teknik direktörü ve oyuncular tarafından açıklamalar yapılmış ve "büyük şok" ifadeleri kullanılmıştır. Büyük Şok'un atlatılması da turnuva takımı  panzerlerden puan veya puanlar alınmasına bağlıdır. Bunun kolay olmayacağı sadece Portakallar değil tüm dünya tarafından bilinen bir gerçektir. Zaten turnuvanın favorisi olan Almanya bu grubun da açık ara mutlak favorisidir bunu en başta kabullenmiştik ama Hollanda'nın da yabana atılmaması gerektiğini hep düşündüm. Dünkü maçın hikayesini anlatmadan önce bu maç öncesi konuşulanlara gitmek, olaya farklı yönden bakmak da gerekli diye düşünüyorum.

İki takım arasındaki rekabetin kökleri İkinci Dünya Savaşı'na, Nazilerin Hollanda'yı işgalinin yarattığı Almanya karşıtı hissiyatın yaygın olduğu döneme uzanır.

 Hollanda'nın 1970'lerdeki kadrosundan Wim van Hanegem, 1974 Dünya Kupası finali öncesinde, Nazi işgaline atfen Almanlara yönelik nefretini açıkça ifade etmişti. Hollandalı orta saha yıldızı, babasını ve kardeşlerini kaybetmişti savaş sırasında.Hollanda'nın özgürlüğünü kazanmasından sonra tarafları ilk kez karşı karşıya getiren 1974 finalinde Hollanda Neeskens'in 4. dakikadaki penaltı golüyle öne geçmiş, ancak dönemin Batı Almanyası Breitner'in 25. dakikadaki penaltısı ve Müller'in 43. dakikadaki golüyle maçı kazanmıştı.
Ama sadece şampiyon olmakla kalmamış, Johan Cruyf liderliğindeki Total Futbol'un dünya şampiyonluğunu ellerinden almıştı.Cruyf'un 3 numaralı forması eşliğinde klasikleşen Total Futbol artık Almanya ile anılmaya başlanmıştı.

1988'deki Avrupa Şampiyonası'nda yarı finalde son dakikalarda gelen golle zaferi elde eden Hollanda daha sonra finalde Sovyetler Birliği'ni yenerek Almanya'nın evsahipliğinde düzenlenen turnuvada şampiyonluğu kazanmıştı.Ancak Hollanda'nın efsanevi teknik direktörü Rinus Michels'e göre, ''asıl final, yarı final maçında'' oynanmıştı.

1988 yarı final zaferinden sonra Hollanda nüfusunun yüzde 60'ı, dokuz milyon kişi sokaklara dökülerek galibiyeti kutlarken, Hollandalıların özgürlüklerini kazanmalarından o ana kadarki en büyük kutlamaya ''1940'ta onlar gelmişlerdi, 1988'de biz'' sloganları damgasını vurmuştu

1940 da Nazi'ler in işgali sonrası Almanya- Hollanda maçları hazırlık maçı da olsa sürekli aynı önemde olması bu yazılanlar ışığında tesadüf değildir.Bu söylemlerin gölgesinde başlayan maçta Hollanda iyi futboluna rağmen Van Persie'nin cömertliği ve Mario Gomez'in golleriyle 2- 0 geriye düştü, daha sonra Van Persie tribünleri heyecanlandırsa da sonuç değişmedi ve Hollanda maçı 2-1 kaybetti. Bert Van Marwijk'in neler düşündüğünü bilemem ama yedek klübende Klaas jan Huntelaar otururken orta alanda De Jong, Van Bommel gibi iki defansif orta saha ile oynamak, kazanmak zorunda olunan bir maç için iyi bir taktik zeka oluşuna asla katılamam. Nitekim oyunca girince de pozisyon anlamında Portakalları daha da ileriye taşıdı ama ne yazıkki Bert Van Marwijk i kurtaramadı.Ayrıca Marwijk'in kurtarılabilmesi şu grupta pek mümkün görülmüyor çnkü oynanan 2 maç ve alınan 0 puan Marjwik için sonun başlangıcı olabilir. Son olarak da turnuva gösteriyor ki yaş ortalaması çok yüksek olan Hollanda'nın artık yenilenme zamanı gelmiş hatta geçiyor bile...

ALMANYA-HOLLANDA REKABETİ (kısaca)
7 Temmuz 1974: Batı Almanya 2 - 1 Hollanda Portakallar favori olarak başladıkları maçta Neeskens'in penaltı golüyle öne geçtiklerinde top Almanların ayağına bile değmemişti. Ancak Breitner ve Gerd Müller'in golleri kupayı Almanlara kazandırdı.
18 Haziran 1978: Batı Almanya 2 - 2 Hollanda Bu grup maçı Hollanda'nın sonradan Rene van de Kerkhof'un golleriyle beraberliği kazanmasıyla sona erdi.
14 Haziran 1980: Batı Almanya 2 - 2 Hollanda Kalus Allfos üç golüyle Almanlar maçı kazanıp, aynı turnuvada Avrupa Şampiyonluğu'nu elde ettiler.
21 Haziran 1988: Batı Almanya 1 - 2 Hollanda Portakallar, Marco Van Basten'in son dakikada attığı golle yarı finali geçip, finalde de Sovyetler'i yine van Basten'in hafızalara kazınan volesiyle yenip Avrupa Şampiyonu oldular.
26 Haziran 1990: Batı Almanya 2 -1 Hollanda Hamburg'daki maçtan iki yıl sonra iki takım yeniden karşı karşıya geldi. Jurgen Klinsmann ve Andreas Brehme'nin 2 golüne karşılık Koeman takımının golünü atmıştı.
18 Haziran 1992: Almanya 1 - 3 Hollanda Frank Rijkaard, Witschge ve Bergkamp'ın gollerine Almanlar Klinsmann'ın golüyle yanıt vermişti.
15 Haziran 2004: Almanya 1-1 Holllanda Fringes'in golüyle öne geçen Almanlar 81. dakikada Van Nistelrooy'un golüne engel olamamıştı.

Evdeki Hesap…




            Ölüm grubuna sürpriz Hollanda galibiyeti ile başlayan Danimarka Portekiz karşısında da maça iyi başladı. İlk 15 dakika rakip sahada baskı kurmaya çalıştılar. Ancak Zimling’in sakatlığıyla beraber işler tersine döndü. Danimarka’nın saha içindeki düzeni tamamen bozuldu. Organize olamayan Danimarka karşısında baskıyı arttıran Portekiz önce duran top, daha sonra da bir kanat akınıyla skoru 2-0 yaptı. İlk yarının sonlarına doğru gelen Bentdner golü Danimarka’nın ikinci yarıya istekli başlamasına neden oldu. Gereksiz ve şuursuz baskıdan kaçınan Vikingler oyuna giren Mikkelsen’in de etkili oyunuyla rakip kalede baskısını arttırdı. Ronaldo’nun kaçırdığı ikinci mutlak golden sonra gelen Danimarka golü ile bir geri dönüş mü gerçekleşti derken, Varela Danimarka’nın tecrübesizliğinden ve ürkekliğinden faydalanarak hem takımına galibiyeti getirdi hem de Ronaldo’yu şimdilik kurtardı.
Bu sonuçla beraber Portekiz ihtiyacı olan bir galibiyet aldı. Ancak bu Portekiz’in defolarını görmemizi engelleyemiyor. Forvet konusunda acınacak haldeler, Postiga, Almeida 3. sınıf forvet oyuncuları. Orta sahaları çok düz, Portekiz etiketinden başka ekstra özellikleri yok gibi. Ferdandes şu takımda neden yok anlaması güç. Bütün bunların üstüne Ronaldo’nun formsuzluğu da eklenince Portekiz için ilerisi zor gözüküyor.
Danimarka ise ilk maçın getirdiği gereksiz özgüven ve Zimling’in sakatlığı yüzünden bugün sahadan boynu bükük ayrıldı. Zimling çıktıktan sonra organize olamadılar ve aşırı özgüvenin de etkisiyle rehavete kapılıp rakibe çok boş alan bıraktılar. İkinci yarıda geri dönüş yapmayı başarmalarına rağmen tecrübesizlik ve rakipten gereğinden fazla çekinme mağlubiyeti getirdi. Özetle, biraz şanssızlık, biraz gereksiz özgüven Olsen’in hesabını tersine çevirdi ve mağlubiyeti getirdi.

Not: Tribün performansı açısından kötü geçen turnuvaya renk katan Danimarka taraftarını kutlamak gerek. İlk maça renk katan güzel Danimarkalıdan sonra bugün de taraftarlarının Ronaldo golü kaçırınca Messi diyerek tezahürat yapmaları çok hoştu.

12 Haz 2012

Daha Yeni Başlıyoruz

   Bir maç düşünelim ki ; tribünler çok keyif alsın ve herkesi eğlendirsin , sahada eksik olan hiç bir şey olmasın, pozisyonlar olsun, önce harcansınlar sonra goller aniden "biz geldik" diyerek herkesi kendinden geçirsin. Bu maç bir de Avrupa Şampiyonasında olsun bir de ev sahibinin ilk maçı olsun, hem de turnuvaya ev sahibinin ilk kez katılmasının tam anlamıyla çocuksu heyecanı da katılmış olsun. İşte o zaman ortaya Ukrayna - İsveç maçı çıkmış oldu. Sanırım  Ukraynalıların bir çoğu gerek hazırlık maçlarında ki performansı ile, gerek "ev sahibi olduğumuz turnuvada ne kadar gidebiliriz ,  sadece üç maçla mı kalacak maceramız" düşünceleriyle farklı bir atmosfer içindeydi. Bunun üzerine -olmazsa olmaz- yaptıkları eylemlerle artık bir anda bizim de karşımıza çıkabilirler mi acaba derdirten "Femen" grubunun turnuvayı protesto edeceklerini duyurdukları göz önünde bulundurulunca Ukrayna için çok da iyi gözükmeyen bir yol vardı.


 

       Ama bütün  bunlar sadece başlangıç düdüğüne kadar insanların içine yer etmiştir. Çünkü maç başladığı andan itibaren hem sahada hem de tribünlerde insanların hem içi hem de dışı kıpır kıpırdı. Hatta tribünlerin güzelliği sahaya da yansıdığını söylemeden geçmek olmaz. İlk on dakika boyunca sahada çok fazla hücum organizasyonu olmasa da en azından Ukrayna adına şunu söylemeliyiz ki bu dakikalar içinde hem bu turnuvada hem de bu maçta yetmese bile her şeyimizle biz de varız der gibi oyunu kontrol altına almaya çalıştılar. Ve bunu da başardılar. Maçtan önce kime sorulsa herhalde her 10 kişiden 8 i Ukrayna ' dan çok katı bir savunma anlayışıyla çıkmasını beklediğini söylerdi. Ama Ukraynalı futbolcular sahanın içinde Oleh Blokhin' nin emriyle harekete geçmiş - teşbihte hata olmaz - çakal sürüsü gibiydiler. Maçın uzatma dakikalarını saymazsak, avlarını hiç pes etmeden kovaladılar da . Kanatlarda Oleh Gusev inanılmaz bir efor sarf etti desek hatta sarf etmedi neredeyse efor teriminin tanımlamasını yaptı desek yeridir. Nazarenko ve Yarmelenko ikilisi ise orta sahayı kendi mülkiyetlerine geçirmek için dur durak bilmeden çalıştılar. Savunmanın başarısını ise sanırım turnuvanın en uzun takımına karşı hava toplarındaki tam anlamıyla hegemonyasıyla gayet açık bir şekilde gösterebiliriz.


 
      Ve gelelim maçın, gecenin, Ukraynalı taraftarların, bir dönemin çocuklarının kahramanına: Andriy Shevchenko. Yaş otuz beş şiirleri yazılmış zamanında , ama o şiirin bu adam için yazılmadığı kesin. Eğer şiir Shevchenko için için yazılmış olsaydı mısra büyük ihtimalle :
 "Yaş otuz beş daha yolun başındayım"
    şeklinde olurdu. Tribünden bi anda bir Femen üyesi çıkıp sahaya atlasaydı sanırım İsveçli taraftarlar, oyuncular bu kadar şoka uğratılamazdı. En uzunların arasından iki kafa golüyle gecenin zaten sarı-mavi olan renginin altına Ukrayna' nın mührünü basmış oldu nam-ı diğer "Sheva". Hem turnuva da gol atan ikinci en yaşlı futbolcu oldu, hem kaptanlık pazubandıyla iki gol atanlar arasına girdi, hem Ukrayna' ya ilk turnuvasındaki ilk galibiyetini getirdi. Aslında bu "hem" leri çoğaltmak mümkündü maç ve Sheva için ama şunu dile getirmemiz lazım. Belki de ilkler gecelerinden birisi daha yaşandı ama büyük ihtimalle son turnuvasında oynayan Shevchenko Ukrayna ve tüm dünyaya bir kaç bir şey söyledi gol sevincinde kollarını açıp koşarken :
   " Merak etmeyin burası bizim yerimiz.. Ben mi ? Daha yeni başlıyoruz millet "

The Polish Tragedy


Tarih: 10 Nisan 2010

Yer: Smolensk Havaalanı yakınları, Rusya Federasyonu

Olay: Polonya Devlet Başkanı Lech Kaczynski ve eşi, Genelkurmay Başkanı Franciszek Gagor ve Polonya Dışişleri Bakanı Yardımcısı dahil uçakta bulunan çoğunluğu üst düzey devlet görevlilsi olan 97 kişi Varşova’dan Smolensk’e uçarken bulundukları uçağın düşmesi sonucu hayatını kaybetti.[1]

Kullanılan Uçak: Rus yapımı Tupolev-154 tipi uçak.

Kaczynski ve beraberindeki heyet, Sovyetler Birliği liderlerinden Josef Stalin dönemindeki Rus ve Polonyalı kurbanlar için düzenlenen anma törenine katılmak için Smolensk kenti yakınlarındaki Katin'e gideceklerdi.[2]

Polonya halkı üzerinde büyük bir çöküntü yaratan bu olayın sorumluları; Polonya halkına göre çeşitli komplo teorilerinde saklı. Onlar için en kuvvetli ihtimal Rusya Federasyonu Federal Güvenlik Servisi’nin bu suikasti düzenlediği yönünde bulunuyor.

Tarih: 12 Haziran 2012

Yer: Ulusal Stadyum, Varşova

Maç: Polonya-Rusya

Turnuvanın politikayla en yakın ilişki içerisinde bulunan maçı Polonya ile Rusya arasında oynanacak. Doğal olarak Rus taraftarlar deplasmanda olmanın verdiği güvensizlikle bu maça daha sakin söylemlerle hazırlanıyorlar. Ancak Polonya taraftarı açısından durum tam olarak böyle değil. Onlar için önemli olan iki sene önceki uçak kazasının veya onların tabiriyle devlet başkanlarına düzenlenen suikastin rövanşının sahada alınması. Özellikle erkek taraftarlar maça ayrı bir şekilde hazırlanıyorlar. Kadınlar içinse durum biraz daha farklı. Polonyalı kadın taraftarlar olaysız ve sadece futbolu ilgilendiren bir karşılaşma olmasından yanalar.

Politik tartışmaları bir kenara bırakırsak ilk maçlara baktığımızda Çekleri dörtleyen Rusya turnuvaya en hızlı girişi yapan takım oldu ve rakiplerine yeterince gözdağı verdi. Diğer taraftaysa Polonya için işlerin pek de iyi gittiğini söyleyemeyiz. Yunanistan maçında alınan beraberliğin dışında; kaleci Szczesny’nin kırmızı kart cezalısı olması ve uzun süre bir kişi eksik oynayan Yunanistan karşısında galip gelememeleri açıkçası bende büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Gruptan çıkmak için yeterli potansiyele ve taraftar desteğine sahipler. Ancak bu gece Rusya karşısında neler yapacakları çok önemli. Zira diğer tarafta Yunanistan eğer ki Çeklerden puan alır Polonya da yenilirse son maçta alınacak galibiyet Polonya için yeterli olmayabilir. Belki de son şansları olan bu mücadelede Polonya’nın biz futbol severlere açık bir oyun seyrettireceklerini düşünüyorum.

BEŞİKTAŞ'IN ÇOCUĞU MU?

-->
Geçen sene nisan ayı ortasındaydık. Beşiktaşlılar olarak okulumuzda düzenleyeceğimiz söyleşi için İbrahim Üzülmez’le görüşmeye başladık. Kendisiyle yaptığımız görüşmede geçen diyaloglar şu şekildeydi:

-Abi 5 Mayıs’ı kesin tarih olarak belirledik o zaman değil mi?

-Tamamdır, siz afiştir, reklamdır asın 5’inde oradayım.

-Abi peki gelişini nasıl yapalım, uçak biletini biz ayarlayalım buradan?

-Saçmalamayın lan biz öyle küçük adam mıyız? Siz öğrenci adamlarsınız, ben atlar arabama gelirim kendim.

-Estağfurullah abi çok teşekkürler.

-5’inde görüşürüz kardeşim…

Heyecanla beklediğimiz 5 Mayıs gelir ve çatar. Beşiktaş’tan büyük bir saygısızlıkla apar topar yollanan İbrahim Üzülmez ilk defa kamuoyu önüne fakültemizde çıkar. Söyleşinin gerçekleştiği salona giderken koridorda karşılaştığı fakülte dekanına; hayatının belki de en mutlu gününü yaşadığını, üniversite öğrencilerinin karşısına çıkmanın çok gurur verici olduğunu ifade eder. Söyleşi sırasında Beşiktaşlılığının  rahmetli abisinden kendisine emanet kaldığını anlatır bizlere dolu gözlerle…

Bilenler bilir nam-ı diğer ‘’Deli İbrahim’’ Beşiktaş’ la yaptığı sözleşmelerde hiçbir zaman para konuşmamıştır.

Haziran ayı ortasındayız. Beşiktaş’ın çocuğu olduğunu iddia eden Nihat Kahveci Beşiktaş kulübünün UEFA’dan olan alacaklarına haciz koydurmuş, geciken ücretine faiz işletmiş. Beşiktaş bu kadar zor durumdayken avukatlarının parasını istemiş…

Nihat Kahveci… Sana kimse emeğinin karşılığını alma demedi, Beşiktaş kulübünde kimsenin parası da kalmadı, kalmaz. Bunu en başta senin bilip ona göre hareket etmen gerekirdi.

Şimdi medyada; Beşiktaş’tan ayrılırken sözleşmesinde yazan 2 yıllık alacaklarından vazgeçtiğini söylüyor Nihat Kahveci, bunu maharet olarak sunma çabası içerisinde. Haddim olmadan Beşiktaş taraftarı adına soruyorum Nihat Kahveci’ye: Oynamadığın yılların parasını da mı isteyecektin sevgili Nihat?

Beşiktaş’ın çocuğu mu? Geçiniz efendim…

İbrahim Üzülmezler'in ailesidir Beşiktaş.

Bu ailenin Nihat Kahveci gibi bir evladı yoktur.

Not: 22 Ocak 2012’ de ‘VEFA’ SADECE BİR SEMT ADI DEĞİL EVLAT başlıklı yazımda söylediğim bütün iyi niyetli sözler için çok pişmanım, yanılmışım…

11 Haz 2012

Fabian Stratejisi


Fabian Stratejisi

Fransa ile İngiltere arasında on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda yaşanan savaşlar günümüzde “Yüz Yıl Savaşları” olarak anılıyor. İngiltere Fransa topraklarına girdiğinde “Breton Şövalyesi” Bertrand du Guesclin, eski Roma kumandanı Fabius Maximus tarafından bulunan “Fabian Stratejisi”ni kullanarak savaşların gidişatını Fransa lehine çevirmiştir. Kısaca, kendinden güçlü bir ordu karşısında geri çekilip onların yapacakları her hatayı değerlendirmeye dayanan bu strateji savaşlarının kazanılmasında önemli rol oynamıştır.
“Yüz Yıl Savaşları” kadar uzun gibi gelen bu akşam ki 90 dakikada ise Fabian Stratejisini uygulayan taraf değişti. İngiltere tarihinin en beklentisiz turnuvasına Fransa’dan bir puan alarak başladı. Milner, Young, Walcott, Chamberlain, gibi kanat adamlarına rağmen, bir türlü uygun forveti bulamayan İngiltere, orta saha kalitesinin düşük olmasının da etkisiyle, oyunu geride kabul etti. Bu Terry-Lescott ikilisini geniş alanda yakalanmayarak, rahat bir oyun çıkarmalarına neden oldu. Beklenen hataların ilkinde Milner yanlış adım atınca Torres vari bir gol kaçırdı. İkinci hatada ise Lescott tipik İngiliz gollerinden birini ağlara gönderdi. Ancak kadro ve teknik adam yetersizliğinin yanına Hart’ın kapattığı köşeden yediği gol eklenince skoru koruyamayarak bir puana razı oldular.
Manş Denizinin öteki tarafı ise maçın gerçek aktörüydü. Yenilenmiş kadrosu ve şık formasıyla turnuvaya şaşalı bir giriş yapmak isteyen Fransızlar beklediklerini bulamadılar. Maç boyunca tempoyu yükseltemediler. Turnuvadaki güçlü takımların takıntısı haline gelmiş Barcelona’nın “tiki-taka”sını oynama çabasının Fransızları da bozduğunu gördük. Ribery, Benzema gibi dikine, tempolu oynayan adamlar sahada kayboldu. Görünüşte İngiltere karşısında alınan bir puan iyi gözükse bile, aradaki kalite farkına bakarak Fransa için maçın bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebiliriz.
Gerek turnuvanın ilk maçı olması gerekse rakibin İngiltere olması tempo düşüklüğü için bir sebep olabilir. Ancak Fransa’nın çok daha ciddi sorunları var. Lloris, Benzema ve Ribery abartıldıkları kadar mükemmel futbolcular değiller. Her ne kadar ikinci yarı iyi oynasa da Diarra gibi düz bir oyuncunun bu takımda oynaması garip. Defans dörtlüsünün kalitesi eski Fransa savunmasını mumla aratır nitelikte, en iyisi Evra bile-günümüz klişesi-arkası dönük adama faul yapabiliyor. Kanatlar iyi kullanılıyor ama gelen ortaları değerlendirecek bir adam hala bulunamadı. Bütün bunlardan daha önemlisi ise takımın hala bir lideri yok; Nasri oyuna ağırlığını koyamıyor; Ribery’nin ise takımı yönetecek kapasitesi yok. Hala yeni Zidane’larını arıyorlar.
Sonuç olarak bugünkü maç için ise söylenecek pek fazla bir şey yok. Şampiyonanın şimdiye kadarki en sıkıcı maçıydı. Tribünlerdeki bu kadının ise ne yapmaya çalıştığını anlayamadık. İki takımın izleyenlere yaşattıklarını canlandırmış olabilir…

Üvey evlat


Fransa'nın simgesi horoz muydu?
Fransa'nın simgesi horoz muydu? -Saklı'dan.

Haneke'nin Saklı/Caché filminde Fransız entelektüelin evine, tehdit olarak algılanan video kasetleri gelir. Abiyle beraber biz de iz süreriz, "kim bu yahu" tadında. Neyse, spoileri fazla abartmadan, Madjid isimli birisidir onu çağıran, geçmişinden. İsminden de anlaşılacağı gibi, Cezayir kökenli. Fransa'da bir Cezayirli ne yaşar, nasıl harcanır, nasıl yabancılaştırılır tek bir sahneyle gösterilir, kanımız donar, Haneke böyle anlatır.

Fransa'da Kuzey Afrikalı, özellikle Cezayir kökenli olmanın oyunun kurallarına dahil olarak yumuşatılabileceğini, o "hastalığın panzehiri" olarak dayatılıp, entegrasyon kelimesine yedirilebildiğini futbolda görmemiz fazlasıyla mümkün. Çok klasik, 1998 Dünya Kupası'nda Zafer Anıtı'na yansıtılan "ulusal kahraman" Zidane fotoğrafı. Avrupa Şampiyonası'nın 2012 modelinde Kuzey Afrikalı sayabildiğim 4 futbolcu var, Rami, Nasri, Ben Arfa, Benzema...Son birkaç turnuvadaki hayal kırıklıklarını bu sene telafi edebileceklerse, kahraman olma şerefine de muhtemelen bu oyunculardan biri nail olacak. Böylelikle Truffaut'nun "400 darbe"sinde Antoin'ın denize koştuğu final gibi, umutsuz andan ütopik bir dünyaya doğru başka Cezayirli çocuklar koşmaya başlayacak. Futbol olmazsa, müzik olur. Bir başka Madjid, Cezayir sempatizanı, sevdiğimiz adam Manu Chao'nun yanında nasıl döktürüyor, epeydir dinliyor ve izliyoruz.

Manş'ın öte tarafında ise bu kaygılardan uzak, boğucu, bulutlu, şarka sunduğu vaatlere futbolu pek eklemeyen İngiltere var. İngiliz muhipleri cemiyeti olarak bu ülkenin ulusal düzeyde futbolunu sevemedik bir tek. Ne bileyim sinemadan gidiyoruz, şu Ada sineması o kendine has havayı öyle bir konseptte sunuyor ki, her seferinde "takım da öyle olsa ya" diye hayıflanıyoruz. Mike Leigh istiyoruz, Guy Ritchie temaşası istiyoruz, büyük oyunculu -lakin vasat- Hollywood transfer borsasının en aktifi halinde ısıtılıp ısıtılıp sunuluyor önümüze takım. Finali 400 darbeden esin duran Naked gibi, bu kez topallayarak koşuyoruz caddede. Öyle bitiriyoruz.

"Büyük Britanya'yız biz" ayağına da ancak Olimpiyatlar'a, basketbola farklı tarife uyguluyorlar, Premier Lig'in gelmiş geçmiş en iyi sol kanadı Giggs Galler'deydi, şimdi Bale Galler'de, Fransa'dan bahsederken söylediklerimizin aksine "bu sol kanatta niye Downing var?", sinirleniyoruz.

Fena halde birbirine benzeyen futbol ve hayat. İkisinde de pek tatmin gözükmeyen seyirciler, oyuncular. Bu akşam 19.00'da Fransa-İngiltere. Birinde Hadrian duvarları, diğerinde yırtan Galyalılar. Herkes Roma'ya boyun eğecek sonunda, eğmezse orası dünya sayılmayacak. Okyanusa koşabilenlere selam olsun.

Run Johnny, run!


10 Haz 2012

+habla español?, -Sì, assolutamente *


 Boğalar ile gök mavilerin son 6 mücadelesinde en azından 90 dakikalar içerisinde İspanya galibiyet yüzü görememişti, bunların 3'ünde sahadan boynu bükük ayrılmış 3'ünde de beraberlikle yetinmişlerdi. Bunun İspanya üzerinde sorun yaratmayacağını herkes tahmin ediyordu ancak; İspanya-İtalya maçı başlamadan önce herkesin aklında aynı soru vardı: David Villa’nın yokluğunda İspanya forveti kim olacak ve artık galibiyet gelecek mi?

 Bunun yanıtı Del Bosque tarafından İtalya maçının açıklanan on birinde verilmişti. İspanya milli takımı maça forvetsiz başladı. 4 savunma ve 6 orta saha oyuncusu sahada 4-3-3 şeklinde diziliş gerçekleştiriyordu. Herkes İspanya’nın pas yüzdesini biliyordu ancak golü kim atacaktı? Bu soru da maç içerisinde ne kadar haklı bir soru olduğunu gösterdi. Çünkü İspanya orta sahayı eline alıyor defanstan başlayarak pas trafiğiyle kaleye kadar çok güzel geliyordu ama gol vuruşu çıkmıyordu. Fabregas’ın bir iki pozisyonunu dışarıda tutarsak İspanya ilk yarı boyunca sadece çok iyi pas yapmıştı o kadar. Çok pasın da gol demek olmadığını örneklerle görmüştük ki ilk 45 dakika da bize bunu teyit ettirdi.
İlk yarı sonu devre arasında benim de aklıma Del Bosque kaş yapayım derken göz çıkarıyor sanki gibi düşünceler geliyordu, forvetsiz İspanya acaba korkuyor muydu? Ancak Del Bosque bir şeyler biliyordur diye geçirdim hep içimden. Sonuçta Beşiktaş(ki gelmeden önce Real Madrid'e en parlak zamanlarını yaşatmış Galacticos'u yönetebilmeyi başarmıştı) olarak değerini bilemedik fakat O'nun  teknik zekasına diyecek yoktu ama yine de  ilk yarı boyunca Torres’in ölüsü iş yapar diye sayıkladım durdum! Fabregas bu düşünceme bir dur diyecekti. Ancak Fabregas'ın golüne gelmeden önce İtalya’nın hiç beklemediğim oyun anlayışına değinmek istiyorum. İtalya milli takımının defansta olması hiçkimse için sürpriz değildi ancak inanın bu kadar güzel kontra atak yapabileceğini hiç düşünmemiştim özellikle veteran Pirlo’nun akıl dolu paslarıyla başlattığı ataklar gerçekten mükemmeldi zaten asisti de yaparak adeta kendisi ile sözleşme yenilemeyen Milan'a İtalya ligi Serie A şampiyonluğu sonrası bir kez daha mesaj veriyordu.(tabi kendisine "yaşlısın" diyenlere de).

Bir de Balotelli vardı sahada, İspanya’ya olan gönül bağıma rağmen yaptığı her harekette kırmızı görebilir diye korku ile izledim onu, Prandelli de korkmuş olacak ki sarı kartı da varken oyundan alıp Udineseli Di Natale’yi oyuna sürdü.

Di Natale’nin golünden sonra paslarına devam eden İspanya en azından pas disiplininden kopmuyordu, bunun ödülülünü de David Silva’nın asisti sonrası Fabregas’ın golüyle aldı.

Torres oyuna girdikten sonra da forvetle oynamanın farkı ortaya çıktı girdiği pozisyonlar akıllıca davranışları Buffon'u geçmeye yetmese de İspanya'nın forvetle bir başka güzel olabileceğini gösterdi. Skoru değiştiremedi belki ama diğer maçlar için sinyali verdi diye düşünüyorum.

Maç 1-1 bitti İspanya yine kazanamadı, seri 7 maça çıktı; ancak Del Bosque veya Prandelli üzüldü mü? Sanmam. Kesinlikle sevinen iki adam tanıyorum : Giovanni Trapattoni ve (adı bir dönem Beşiktaş'la da anılan) Slaven Bilic...

(** +İspanyolca Biliyor musun? -Evet, Kesinlikle.)

In Prandelli We Trust


Turnuvanın üçüncü günü C grubunun iki favorisinin karşılaşmasıyla başladı. Bu maça kadar turnuvada bütün maçlarda gol olmuştu. Gelenek bozulmadı. Genel anlamda olumlu bir görünüm var EURO 2012’de. İtalya ve İspanya şampiyona elemelerinde mağlubiyet yüzü görmeyen takımlardandı. Son üç büyük uluslararası futbol şampiyonasının galipleri karşı karşıya geldi bu akşam. 2008’deki çeyrek final mücadelesinin rövanşı niteliğinde sayılabilecek bir karşılaşmaydı. 2008’de İtalya’nın hocası Roberto Donadoni’yken; İspanya’nın hocası ise Luis Aragones’ti. 2008’de İspanya’nın başarısı İtalya’nın başarısızlığını gölgelemişti. Donadoni de Aragones de takımlarından ayrılmışlardı. Bakalım bu turnuva Cesare Prandelli ve Vicente Del Bosque’nin de sonu olacak mı?

Maça geçersek kadrolar açıklandığında açık söylemek gerekirse ben çok şaşırdım. Aklıma direkt olarak Braga deplasmanına giden Beşiktaş ve o zamanki hocaları Carlos Carvalhal geldi. Galip gelmesine rağmen Carvalhal bana göre çok büyük bir çapsızlık yapmış ve takımını sahaya forvetsiz sürmüştü. İtalya’nın Catenaccio’su ne kadar çirkin geliyorsa insanlara bana da 4-6-0 denen taktik saçma gelmiştir hep. İspanya da bu maça 4-6-0 çıkarak benim beklentilerimin altında kaldı. Del Bosque’nin ne olur ne olmaz diye 3 tane santrafor dahil olmak üzere çok sayıda hücumcu çağırarak bunların çoğunluğunu da yedekte oturtmasıyla tam bir hayal kırıklığı oldu. İtalya ise Juventus ağırlıklı bir kadroyla çıktı Barça-Real Madrid ağırlıklı İspanya’nın karşısına. Cesare Prandelli’nin Fiorentina’da geçirdiği başarılı sezonlardan sonra İtalya’nın başında neler yapacağı merak konusuydu. Bu maç bir kriter olmaz, ancak kısa vadede -2006’dan bu yana güç kaybeden- İtalya’nın gruptan çıkıp çıkamayacağı başarı turnusolü görevi görecektir Prandelli için.

İlk yarıda Prandelli’nin sahaya sürdüğü kadro her ne kadar Del Bosque’ninkinden zayıf olsa da Prandelli’nin taktiksel olarak katkılarını yadsıyamayız. İtalya ilk yarıda beklenenin çok üzerinde bir futbol oynadı desek abartmış olmayız herhalde. Çünkü maç öncesi bütün olumsuzluklar İtalya’dan yanayken İspanya sahaya son iki büyük turnuvanın şampiyonu olarak çıkmıştı. Milan’dan Cassano, Roma’dan De Rossi, City’den Balotelli PSG’den Motta ve Napoli’den Maggio haricindeki altı futbolcu da Juventus kadrosuna mensuplardı. İspanya ise daha çok Barcelona’nın 4-6-0 oyun düzenine yakın bir dizilim ve futbol anlayışıyla sahadaydı. İlk yarıda akıllarda kalan iki topuk hareketi vardı: Birincisi maçın başında Pirlo’nun savunma derinliğini yitirdiği anda verdiği riski savan topuk pası; ikincisi ise devrenin sonlarına doğru Balotelli’nin taç çizgisinde topuğuyla güçlükle kontrol ettiği toptu.

Tribünler açısından birkaç kelime etmek gerekirse; öncelikle Polonyalı futbol severlerin maça ilgisi çok fazlaydı. İspanyollar her ne kadar çoğunlukta gözükseler de organize olamadılar. İtalyanlar ise bilindik tribün aktivitelerini sergileyip organize bir şekilde turnuvaya geldiklerini kanıtladılar.

İkinci yarıda ise iki takım da ilk yarıdakinden çok farklı bir görüntü çizmedi. Balotelli’nin çıkıp Di Natale’nin girmesi maçın ilk dönüm noktasıydı. Maçın ikinci dönüm noktası ise Negredo veya Llorente dururken iki sezondur formsuz olan Torres’in bir nevi kurtarıcı olarak oyuna girmesiydi. Di Natale’nin golünde Pirlo’nun asisti ve Fabregas’ın golünde de Silva’nın asisti belki de gol vuruşundan daha değerli olan iki pastı. Buffon ve Casillas ise yedikleri goller de dahil olmak üzere hatasız oynadılar. Di Natale yıllanmış şarap gibi her geçen yıl performansını artırdıkça tam tersi yönde Torres yıldan yıla daha iyi olması gerekirken giderek kan kaybediyor.
İtalya benim ve futbol kamuoyunun beklentileri üzerinde bir oyun ortaya koyarak çoğumuzu şaşırttı. İspanya ise çok açık bir biçimde İtalya’dan çekindi ve oyununu da buna göre kurgulamak zorunda kaldı. Benim özel tebriklerim Cesare Prandelli, Antonio Di Natale ve Gigi Buffon’adır. Ancak İspanya’da da Xavi-Iniesta ikilisi bir kez daha olumlu futbol nasıl oynanır futbol severlere gösterdiler.
Forza Azzurri diyerek bir İtalya yazısını daha sonlandırmanın hüznünü yaşıyorum. Sizlere de 1990 İtalya Dünya Kupası’nın müziğini armağan ediyorum.