31 Ara 2011

Kaotik Yaşamın Bizleri Getirdiği Son Nokta: KAOS FUTBOLU

Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır; eyvallah! Ancak her yiğit yoğurdunu belirli bir düzen içerisinde mi yemelidir?
Dünyada nevi şahsına münhasır birkaç tane futbol ekolü vardır:
Alman ekolü disiplinlidir; rakip kim olursa olsun takımın konsantrasyonunun üst seviyede olması amaçlanır…
Hollanda ekolü kolektif oyundur; amaç takım halinde hücum edip, takım halinde savunma yapmaktır. Meşhur deyimiyle “total futbol”…
İtalyan ekolü savunmaya dayalı futbolu amaçlar; galibiyete giden yolda savunma en önemli hücumdur. Çünkü gol yemediğiniz sürece yenilmeniz imkansızdır. Bu ekolün bir diğer adı da “catenaccio”dur. Hatırlayın 1982 İspanya’yı: İtalya grup maçlarında aldığı üç beraberlikle Dünya Kupası’nı kazanmıştı…
İngiliz ekolü uzun paslara dayalı, bir an önce sonuca gitmeyi hedefleyen bir futbol ekolüdür…
Brezilya ekolüyse göze en hoş gelen futbolu amaçlayan; sertlikten ve rakibe saygısızlık yapmaktan kaçınan (her ne kadar Rivaldo, Hakan Ünsal’a saygısızlık yapmış olsa da[1]) bir ekoldür…
Ve son olarak Türkiye ekolünden bahsetmezsek olmaz: Kaos Futbolu!
Ekolsüzlüğü kendisine ekol edinen futbol stiline sahip olduğumuz konusunda benim hiçbir şüphem yok. Türkiye ekolünden önceki saydığım ekollerin taklitleri çoktur ve o ekolleri taklit edenlerin bir kısmı başarılı da olmuştur. Otto Rehhagel’in “catenaccio”yu uyguladığı Yunanistan malum olduğu üzere 2004 Avrupa Futbol Şampiyonası’nı bu taktikle kazanmıştır. Veyahut Barcelona yıllardır “total futbol”u ustalıkla oynayıp çok başarılı bir dönem geçirmektedir. Ancak, kıyıda köşede kalan bir iki örnek dışında “kaos futbol”unu bizim kadar başarıyla uygulayan başka kimseler yoktur…
Sanmıyorum ki hiçbir ülkenin spikerleri de “milli takımımız rakip kale önünde karambol arıyor” şeklinde bir maç anlatımı yapmıştır. Kaos futbolu belli ki iliklerimize kadar işlemiş. Yoksa geride olan her yabancı takım orta yuvarlak ve dolaylarındaki duran topları kaleciye kullandırma fantezisini uygulardı…

Nasıl ki Sırplar nişancılıktaki üstün başarılarını futbolda serbest vuruşlara, basketbolda üç sayılık atışlara taşımış; biz de kendimize özgü hayatta kalma koşullarını futbolla çok iyi harmanlamışız…

30 Ara 2011

Kadının Futbolla İmtihanı - 2 "Bir östrojen Trajedisi"

İşe hemcinslerime serzenişte bulunarak başladığım ilk yazım "Kadının Futbolla İmtihanı -1"de, bir kadının futbol hususunda maruz kaldığı imtihanın iki neticesi olduğundan bahsetmiştim: Reddetme ve Sahiplenme.

Reddetme şeklinde karşımıza çıkanı kısaca "22 adam, 1 top" şeklinde özetlemiş, kadınlarımızdan malum tutkuyu en azından kendisine gönül veren kitlelerin yüzü suyu hürmetine mazur görmelerini istemiş, bu mazur görüşü sağlayacak reçetemize de "empati"yi iliştirmiştik.

Bu kısa anımsatmanın ardından, ülkemizdeki dizi yapımcılarından bir farkım kalması adına; özeti -en azından aslından- kısa tutuyor ve asıl meseleye geçiyorum.

Kadınlık algısının "ele bulaşmış hamur" yüzeyselliğiyle özdeşleştiği bir toplumda, kadının futbol gibi "erkek yoğun" bir şeye merak sarması çok da eski olmayan bir zamana kadar kıyamet alameti muamelesi görüyorken, neyse ki şimdilerde daha sık rastlanan ve bu sebepten de daha az yadırganan bir durum haline gelebilmiştir. Normal şartlarda; küfürlerin havalarda uçuştuğu ve "koymak" fiilinin türlü türevlerinin kâh iltifat kâh hakaret olarak karşımıza çıktığı futbol ortamlarına bir kadını iliştirememek elbette doğal karşılanabilir. Fakat, biz kadınların bu hususta dikkate alınma taleplerinin "açılın ben de koyucam" değil, "biraz az koyun da biz de aranıza karışabilelim" şeklinde masumane bir istekten fazlası olmadığı da unutulmamalıdır, tepkiler bu nüansın ışığında verilmelidir.

Kendisiyle birlikte maçları takip eden, yanındaki erkek maç seyrederken Fatmagül'ün suçunu maçın skorundan daha fazla merak etmeyen, daha da önemlisi maç esnasında televizyonun önünden geçmeyi kendine hobi edinmeyen bir kadının ne denli baş tacı olmayı hak ettiği malumunuz. Peki, futbolla ilgilenen kadın böylesine cazip ve işlevsel iken, bu mereti safi testosterona boğma çabası nedendir çok sevgili er kişiler? Siz değil miydiniz ofsaytı kadınınıza anlatmaya çabalarken nice zayiatlar veren? E tamam işte, versenize o zaman bize de sizlerin arasına karışma fırsatını... Gözünüzü seveyim, almayın şu güzelim uğraşı kendi cinsinizin tekeline.

"Yahu izleyin işte, gözlerinizi bağlayan mı var?" deme ihtimallerinize karşı ve neden bu konuda bu denli dolu olduğumu açıklayabilmek adına, gerçekten başıma gelmiş iki adet ufacık dialoğu sizlerle paylaşmak isterim:

- Beşiktaş'ta oynayanlar haricinde, eskilerden ya da şimdikilerden hayranlık duyduğun bir Portekizli var mı? Ronaldo, Nani falan.
+ Elbette var. Figo.
- Hmm evet, yakışıklı adam tabi.

...

- Madrid takımı benim için Atletico'dur, Real değil.
+ Hea, Arda için mi? Galatasaraylı mıydın ki sen?

Bu ne yahu? Sonra da "yüzeysel" deyince "sığ" deyince kızıyorsunuz. E bu ne o zaman?

Futbol seven kadına "maskülen" yaftası yapıştırırken, taraftarlık meselesini yalnızca erkeksi durumlarla beyinlerinize kodlarken, kararları işinize gelmeyen hakeme olan kızgınlıkları bile "ibne hakem" kalıbıyla dile getiriyorken, birikiminden sual olunmaz kadına bile "ne de olsa kadın abi yeaa!" aşağılaması yapmaktan geri kalmıyorken; kusura bakmayın beyler ama, statlarda futbol eşlerinden başka kadın görmemek size müstahak, bence tez elden karşı cinsinizin gönlünü almaya bakın siz.

Ve son olarak belirtmek isterim ki; kimseler sizlerden pozitif ayrım beklemiyor, hele ki göz boyamak uğruna stat kapatma cezası yerine stadı kadınlarla doldurmak gibi enteresan eylemleri hiç beklemiyor. Sizlerden istenen şey çok net ve anlaşılır; biraz saygı ve bu saygı doğrultusunda şekillenmiş "eşit" bir muamele. Emin olun zor değil...

Esen kalın, hoşça kalın.


Bu müzikleri az dinlemedik

Malumunuz, bizim ekip 90'larda çocuk sayılan camiada pek yer almıyor. Daha doğrusu 90'lı yılların son çeyreği ile 2006-2007 arasında bir yerlerde oluyor çocukluğumuz galiba. Yılın son gününe, nostaljilerimizi arsaları dolduran müteahhitlerle beraber yıkan -futbolun matrix evreni- gelin görün ki futbol tutkusunu kimimize göre diri tutmakta en büyük yardımcı futbol oyunlarının müziklerinden bir seçme ile girelim istedim. Sessiz sakin, Premier Manager '99 dan beri yola teknik direktör olarak devam ediyor olsam da, bir zamanlar ben de deli gibi sevdim.
1-Fifa Road to World Cup'98 (Blur-Song 2)
2-World Cup '98 (Chumbawamba-Tubthumping)
3-Fifa'99 (Fatboy Slim- The Rockafeller Skank)
4-Fifa 2000 (Robbie Williams- It's Only Us)
5-Fifa 2002 (Gorillaz- 19 2000 Soulchild Remix)
6-Fifa 2003 (Idlewild- You Held the World In Your Arms Tonight)
7-Fifa 2004 (The Ceasers- Jerk It Out)
8-Fifa 2006 (Manga- Bir Kadın Çizeceksin) -Sevmem ama, bizden diyelim.
9-PES 2010 ( Kaiser Chiefs- Ruby) -Salih sağolsun.
10-PES 2011 (Vampire Weekend – 'Cousins' )

Not: Beğeni sıralaması değil, kronolojik sıralama.
Not2: Genellikle PES seviliyor, haklı olarak. Ama maalesef oynadığım her Fifa'dan bir müzik hatırlarken, ISS'den, Winning Eleven'dan ve PES'ten herhangi bir şeyi hatırlamıyorum. Şut çekme efekti olarak bir "şutaaaaaaaaaaa" vardı :)

29 Ara 2011

Milattan Sonra

(Bu yazı Türk Futbolu için bir milat niteliğinde olan 3 Temmuz ve sonrasındaki süreçte bir Fenerbahçelinin halet-i ruhiyesini anlatmaktadır.)


Haksızlıktı bu yapılan, daha 1,5 ay evvelinde herkes görmüştü şampiyonluğu ne kadar hak ederek, son yılların en iyi futbolunu oynayarak ve bazen de şansı yanımıza alarak kazandığımızı. 'Şans' kelimesinde takılıp kalıyorum; acaba şans değil miydi olanlar, top sevmemiş miydi bizi gidip gelen maçlarda, yani saha dışında mı yaratmıştık biz kendi şansımızı en başında? Niye diye düşündüm; niyeydi o zaman o kadar heyecan, kim göze alabilirdi ki sayısı milyonları bulan insanları kandırabilme cüretini? Hem Aziz Yıldırım değil miydi Sivas maçı 4-3 olduktan sonra heyecandan maçın kalanını izleyemeyen ve maç sonu herkes stadı terk ettiğinde tek başına zafer purosunu yakan? Yoksa o puro da mı saha dışındaki başarılardan dolayı yakılıyordu ?

Sanırım yalnızca ben değildim bu şüpheleri taşıyan. 3 Temmuz günü başlayan süreçten sonra birçoğumuz dile getiremedi bu şüpheleri, cesaret edemedi söylemeye; çünkü bir ilahtır Aziz Yıldırım birçok Fenerbahçelinin gözünde. Birçok futbol kulübünün aksine bir kulüpten bahsedildiğinde akla gelen ilk ismin kulübün başkanı olması çok da sık rastlanır bir durum değildir ve herkesin tartıştığı bir isim olması dolayısıyla Fenerbahçe için bir 'ilah' kadar bir 'inat'tır Aziz Yıldırım. Sürecin sonunda desteğin hala bu boyutlarda olmasının en büyük nedeni de belki de bu inat duygusudur. Burada anlatmak istediğim yaşıyor olduğum duyguları dile getirmek olduğu için Aziz Yıldırım’ın gerçekten suçlu olup olmadığı ya da olayın başka mercilere dayanıp dayanmadığı konusunda bir avukat misali çözümleme yapmayacağım.

Bu gelişmelerin başlamasıyla söndü aslında içimdeki futbol ateşi, merak etmiyordum başlayacak olan ligi, oynayacağımız maçları, sonuçları. Sürecin yanında gelişen belirsizlik duygusuyla birlikte üzgünlük ve kızgınlık hissediyordum olanlara. Üzgündüm; çünkü gerçekten rayına oturduğuna inandığım takımım çok değil 3-4 tane yerinde transfer yaparak Avrupa’da da mutluluk verecek bir futbol oynamaya hazırken, gördüğüm şey transfer döneminde elden çıkan futbolcular ve raydan çıkan bir takımdı. Özellikle yaz aylarında bir antrenman sırasında bir oyuncuya (yanılmıyorsam Andre Santos'a) gelen transfer teklifiyle hemen teklifi dinlemeye koşan Aykut Kocaman’ın eminim o sırada hissettiği duygu çaresizlikti ve bunu düşünmek takımını gerçekten seven birisinin başına gelebilecek en üzücü şeylerden birisiydi benim için. Kızgındım; çünkü yıllardır tezahürat haline gelen 'şikeci Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe' söylemlerinin haklı çıkıyor ya da çıkabilme ihtimalinin doğuyor olmasından, savunduğumuz tüm değerlerin haksız çıkıyor olmasından dolayı.

İşte bu hislerle başladı benim için lig; ama zaman geçtikçe gelişen olaylar korumaya çalıştığım 'tarafsızlık' duygusunun önüne geçti. Ligdeki en ilgisiz maçlarda bile maç heyecanı ortadan kalktıktan sonra tüm stadın Fenerbahçe ve şike ile ilgili yaptığı tezahürat ve bir nevi aşağılanma; bende ve birçok Fenerbahçeli'de yazının başında belirttiğim Aziz Yıldırım efsanesini ortaya çıkaran hislerden birisi olan 'inat' duygusunu yeniden gün ışığına çıkardı ve süreç her seferinde aleyhimize gelişse de taraftarın Aziz Yıldırım’a olan desteği sırf bu duygudan ötürü değişmedi hatta belki de daha çok arttı.

Şimdi iddianame belli oldu ve daha somut şeyler konuşulmaya başlandı; herkes artık bir karar bekliyor. Benimle beraber birçok Fenerbahçeli kötü de olsa bir karar bekliyor artık; daha fazla kararsızlık yaşamama adına, yaşananlara 'inat' suçsuz çıkmak umuduyla. Benim düşüncem bu olaydan dolayı birileri suçlu bulunacaksa bunlar kişiler olacaktır; yani iyisiyle kötüsüyle karar sonrası Fenerbahçe benim için yine 'eski Fenerbahçe' olacaktır, ligi ve kategorisi ne olursa olsun.

28 Ara 2011

Kuzey Kore'nin kısa adamları-1966


Kısa süre önce Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti lideri Kim Jong-il'in ölümü ile beraber, KDHC dünya medyasının gündemine bir kez daha giriverdi. Genellikle nükleer silah denemeleri iddialarıyla ve dünyaya karşı nasıl bir tehdit oldukları bilgisiyle sunulan ülke, şimdi yüz binler olmuş oluk oluk gözyaşı ile liderlerini kaybetmenin üzüntüsü ile ekranlara geliyordu. Elbette bu görüntüler, dünya izleyicisine medya tarafından şaşılacak ve dalga geçilecek bir formatta aktarılıyor; çok değil birkaç ay önce medyamızın Recep Tayyip Erdoğan'ın annesinin ölümüne adeta "Türkiye kan ağlıyor" minvalinde gösterdiği ilginç hürmet, bu topraklarda unutulmuşa benziyordu.
KDHC ve politik eleştirisi, bu blogun kapsamı dışında bir yerde kalıyor. Komünizm ile mi yönetilmektedir, babadan oğula hanedanlık tarzında bir liderlik anlayışı ne anlama gelmektedir ve bunun sebepleri nelerdir vs. bunları burada tartışmayacağım. Zaten tahayyül edilenin çarpıtılması ile ilgili sorun Kore'nin kuzeyine özgü değildir; başka sorunlar yokmuş gibi, bunu ısıta ısıta sunup, dünyanın başka yerlerinde demokrasinin sorunsuz işliyor olduğu kesinlikle iddia edilemez. Bu yazıda böylesi tartışmalardan sıyrılıp, KDHC'nin İngiltere'de düzenlenen 1966 Dünya Kupası'nda neler yaptığından biraz bahsetmek istiyorum.
Kore Savaşı'nın yerle bir ettiği ülkeyi düşünün, gerçi benim aklıma Kore Gazisi olmasıyla övünen Türkiyeli dedeler geliyor, savaştan çıkmış, yaralarını sarmayı hızlıca başarmıştı. Daha sonra futbol takımına da takılacak olan "Chollima"(Kore mitolojisinde bir kanatlı at imiş) ruhu, yıldırım hızında ülkeyi baştan başa yeniden inşa etmeye simge olmuş; Kuzey Korelilerin amentüsü haline gelerek sporun, sanatın da hızlı bir biçimde etkilerini gösterdiği bir dönem açılmıştı.
İşte böyle özetlenebilecek bir dönemin sonunda, 1966 Dünya Kupaları'na giden yolda, Afrika'dan ve Asya'dan bir ülkenin turnuvaya katılma ihtimali düşünülürken, kendisini bu iki kıtanın temsilcisi olabilme isteğine bürümüş Kuzey Kore, Avustralya ile şimdinin deyimiyle "play-off" mücadelesi vererek turnuva bileti almak isteyecekti. Tarafsız bir ülkede, Kamboçya'da iki maç üzerinden verilen mücadelede Avustralyalı futbolcuların 20'li farklarla yendikleri iki hazırlık maçının etkisiyle üzerilerine çöken rehavet kendilerine pahalıya patlıyor, "chollima"nın ilhamı altında Kuzey Kore toplamda 9-2'lik skor ile İngiltere'ye gitme heyecanını gerçeğe dönüştürmenin imkanını elde ediyordu.
2010'da Güney Afrika'da düzenlenen Dünya Kupası'nda vuvuzeladan arta kalan merakı dünya seyircisine Kuzey Kore'nin sağlaması gibi 1966'da da kapalı kutu deyiminin belki de her unsuruyla vücuda gelmiş hali olan bir ülkenin, elenip evine cholliması ile gidecek olması düşünülüyordu. Gelgelelim yine de, Middlesbrough'ta bir petro kimya fabrikasının bahçesinde turnuva hazırlıklarını geçiren Kuzey Koreli futbolcular halkın ilgisini çekiyor, sirke yeni bir numara gelmişçesine çoluk çocuk, torun torba onları izlemeye gelenler ile idman alanı kalabalık bir hal alıyordu.
Halkın bu yoğun ilgisi ile beraber, Kuzey Kore'nin turnuvaya kabul edilmemesi, İngiltere'nin ülkeyi tanıyormuşçasına davranmak istememesi dolayısıyla tartışılıyor; fakat İngiltere "futbolseverini kırmamak", FIFA'yı ürkütmemek için çeşitli kısıtlamaları turnuvaya ekleyerek Kuzey Kore'yi misafir etmek zorunda kalıyordu. Kısıtlamalar arasında, ülke marşlarının her maçta çalınmayacağı açıklanıyordu (Yalnızca açılış maçında ve kapanış maçında çalınacak, zaten K.Kore bu ikisine de dahil olmaz mantığıyla). Bir diğer tutum, bayrakların stadyumlara alınmaması ile ilgili düzenlemeleri içerse de, bu kabul görmüyor. K.Kore'nin çekilen kurada Sovyetler Birliği, İtalya ve Şili ile aynı gruba çıkması sırasında Koreli futbolcular kendi marşlarını kendileri besteliyor; liderlerinin "Çocuklar Avrupa ve Güney Amerika takımları çok güçlü gözüküyor, fakat sizden bir veya iki maç yenmenizi istiyorum" sözlerini akıllarından çıkarmıyorlardı. Marşın sözleri, dünyanın herhangi bir ülkesinde herhangi bir lig düzeyinde oynayan herhangi bir takımı için bestelense şaşılmayacak motifleri taşıyordu:
"Omuzlarımızda ülkemizin gururunu taşıyan / Şanlı Chollima futbol takımıyız/ En güçlü takım dahil herkesi yenebiliriz / Göstereceğiz diğerlerine kim olduğumuzu / Bu doğru / Savaş ve kazan / Ulusal bayrağımız gökyüzünde kutlamalarla dalgalansın!"
İlk maçta tanıdık bir ülkeyle, Sovyetler Birliği ile karşılaşılıyor; iki komünist ülke arasında oynanacak bir maçın nasıl geçebileceği tahminlerini yanıltan bir maç taraftarları bekliyordu. Kısa ve hızlı adamlara karşı uzun boylu ve fizikli Sovyetler Birliği, maçta bu üstünlüğünü onlarca pozisyonda yaptığı fauller ile taçlandırıyor; zaman zaman iki takımın futbolcuları birbirine giriyor ve mücadele sonunda ne olup bittiğini anlamayan Kuzey Kore sahadan 3-0'lık mağlubiyetle ayrılıyordu. Fakat Ayresome Park tribünleri bu maçta kısa adamları belki de Sovyetler Birliği'ne politik olarak duyulan nefretin katkısıyla daha sempatik ve desteklenilesi buluyordu.
İkinci maçta adeta evinde oynarcasına yoğun taraftar desteğiyle Şili'nin karşısına çıkıyor; belki de böyle büyük turnuvalarda iyi dereceler elde eden veya göze hoş gelen takımların ilk maçlarında yenilmesi alışkanlığının başlatıcısı konumuna yükseliyorlardı. Penaltıdan olmak üzere Şili'nin 26. dakikada öne geçmesine rağmen, K.Kore'yi destekleyen ateşli İngiliz tribünleri maçın bitimine beş dakika kalana kadar Kore'nin turnuvadan elenmemesini en azından bir maç fazladan sağlayacak golü atmasını istiyordu. Takımın yıldızı, Pak Sun Jin maçın son dakikalarında ceza sahasına girer girmez harika bir şutla takımının turnuvadaki ilk golünü atarak bu isteğe cevap veriyor; Kuzey Kore İngiltere manşetlerini Fotomaç gazetesi edasında "Jın's Tonic for Happy Korea" haberiyle süslüyordu.
Sıra son maça, tarihlerinde iki Dünya Kupası olan ve İngiltere'ye o her zamanki snobluğunda ve şıklığında inen İtalya'ya geliyordu. Üst üste ataklar ile maçın başından itibaren rakibi zorlayan İtalya, kısa boylu ama çevik kaleci Ri Chang Myong'u geçmeyi bir türlü başaramıyordu. Haliyle morali git gide bozulan İtalya karşısında Kuzey Kore'den bir mucize daha bekleniyor; Kore'nin cılız ve isabetsiz şutları bunun gerçekleşmeyeceği düşüncesini uyandırmaya başlıyordu. Ama sakatlık denilen illet, tabiri caizse Pak Sun Jin'in ayağına dalan İtalya kaptanını 34. dakikada vuruyor, İtalya'nın oyuncu değiştirme hakkı dolu olduğundan takım maçı 10 kişi tamamlamak zorunda kalıyordu. Kuzey Kore, sakatlıktan yedi dakika sonra İtalya'yı Pak Do İk'in güzel vuruşuyla ve Ri Chang'in harika kurtarışlarıyla 1-0 yenmeyi başarıyordu. İtalya, isminde Kore olan iki ülkeden bir diğerine, 2002 Dünya Kupası'nda yenilmesinden 36 yıl önce ilk yenilgisini Kuzey tarafı vasıtasıyla tadıyordu. Türkiye'de lügata giren "içimizdeki İrlandalılar" sözü gibi, artık İtalya'da her facia "bir diğer Kore" olarak anılacaktı.
Artık, Çeyrek Final için bir diğer işçi sınıfı şehrine, Beatles'in Liverpool'una seyahat edilmişti. İtalyanlar için ayrılan, tek kişilik odalara sahip Katolik Kilisesi Misafirevi, yatakhanelere alışmış ateist Kuzey Korelilere tahsis ediliyordu. Çeyrek Final'de, gruplardaki üç maçını da kazanmış; Brezilya'yı turnuva dışına itmiş Eusebio'lu Portekiz ile oynayacaklardı. Maç Eusebio'nun istavrozuyla başlıyor, 1 dakika içerisinde Pak Sun Jin'in golü geliyordu. Kore'nin ikinci golünden sonra İngiliz taraftarlar "Yavaş, yavaş!" diye bağırmaya başlamışlardı. Derken üçüncü gol, stadyumda mahşeri bir hava yaratıyor; beklenmeyen bir sonucun kesin habercisi gibi gözüken gol bir mucizeyi daha müjdeliyordu. Fakat işler öyle devam etmedi; Mozambik doğumlu Eusebio, Portekiz'in hanesine 4 gol yazdırıyor, bitirişi bir başka Portekizli kafa golüyle yapıyordu. Kuzey Kore, şimdilerin Barcelona gibi en iyi hücum yapan takımlarının bile son dakikalarda skoru koruma isteğini vb. taşımamasının cezasını, göze hoş gelerek oynamaya devam etmesine rağmen çekiyordu. Yıkılan Kuzey Korelilere İngiliz taraftarlar, "kaldırın başınızı, hak ettiniz" dercesine tezahüratlara devam ediyordu.
Kuzey Kore için bir Dünya Kupası, biraz ayrıntılı anlatmak pahasına böyle sonlanıyordu. Pak Sun Jin'in bu macerayı anlatan BBC belgeselinde turnuvanın ne anlama geldiğini anlatmak için sarf ettiği sözler şöyleydi: "Biz futbolun yalnızca galibiyet olmadığını, diplomatik ilişkiler kurmak ve barışı getirebilmek için kullanılabileceğini gördük." Şimdi bütün bu uzun, kronolojik, dar kaynaklardan elde edilip sizi sıkma ihtimali olan yazının yalnızca goller ve dakikalarından oluşup oluşmadığına; futbolun politika, değerler, sömürgecilik, propaganda ve inanç ile ilişkisinin olup olmadığına siz karar verin. Belki iki önerme de olumludur.

*Kuzey Kore'nin lideri için dökülen gözyaşlarının bir benzerini, çekilen videodan yaklaşık 8 yıl sonra ölen eski lider adına şuradan görebilirsiniz (08:23 ve sonrası):


**2002 yapımı The Game of Their Lives belgeseli bu yazıda yararlanılan esas kaynaktır. Özgen Uludağ kardeşime sevgilerimle.

Radyoda Aşk Başkadır


''Dolmabahçe'de tam bir futbol akşamı değerli dinleyiciler, tribünlerde nereden baksanız ki ben buradan bakıyorum yaklaşık 15763 taraftar var. Radyoları başındaki siz değerli futbol severlere maçın ilk bölümünde Allah'a yakın bir yerden ben spikeriniz Orhan Ayhan bu karşılaşmayı anlatmaya çalışacağım. İnönü Stadı’nı bilenler için söylüyorum deniz tarafına bakan kale arkasına doğru sert bir rüzgar var; gerçekten bu kaleyi koruyacak iki kalecinin de bugün işi çok zor. Beşiktaş takımı bugün siyah-beyaz çubuklu forması ile karşımızda, boğazda eşsiz bir dolunay manzarası var, bu arada maç başlamış sayın dinleyiciler...'

' Mikrofonlarımız Adana 5 Ocak Stadyumu’nda değerli dinleyenler, bu arada İzmir'den gol haberi var, evet Levent sendeyiz. ‘
‘Şimdi tüm maçlardan dakika ve skor alarak Ankara'daki merkez stüdyomuza dönüyoruz.’..
‘Evet Beşiktaş, Ankaragücü kalecisi Adnan'ın büyük hatası sonucu bulduğu golle soyunma odasına 1-0’lık üstünlükle gidiyor, şimdi reklamlar. '
..
Her futbol aşığı, gönül verdiği renklerin maçını en az bir kez TRT Radyo1'den dinlemiştir. Endüstriyel futbolun yerin dibine giresice dekoderleri bizim jenerasyonun hayatına ilk Cine5’ le girmişti, hani şu televizyonun başında önümüze çekilen siyah-beyaz-gri perdenin arkasından topun hangi kaleye gittiğini hayal etmeye çalıştığımız dönem, hatırladınız mı? Bu sırada Orhan Ayhan, Levent Özçelik, Tansu Polatkan gibi amcalar da hayallerimize işitsel destek sağlardı Radyo1 frekanslarından. Babamın ‘maçı anlatsanıza la, ben sizi spiker yapanın...içine ettiniz la maçın,gol yedik bu uğursuz spiker yüzünden’ cümleleriyle tanıdım bu amcaları.Tabi ki babam o zaman Ertem Şener,Emre Tilev gibi felaketleri yaşamamış biri olarak giydirebildiği kadar giydiriyordu bu amcalara. Yıllar geçtikçe babam da anladı bu adamcağızlara haksızlık ettiğini. Ömer Üründül yorumcuğundaki maçları izlemek zorunda kalıp ayrıca Ertem Şener'den Evra'nın sülalesini ve Henry'nin babasının asıl mesleğini öğrendiğinde küfrün hakkaniyetli kullanılması gerektiğini yineledi.
Bize spiker amcaların betimlediği yeşil sahalar sevdirdi bu oyunu; sağ taç çizgisiyle ceza alanı arasındaki bölümden kullanılan serbest vuruşların tadını hd kalitesindeki yayınlarda bulabildik mi?
'Samimiyet' denen şeyi özlüyor insan.
..
‘Sayın dinleyiciler, bu maçı adeta hissederek anlatıyorum, çok duygusal bir maç benim için..’
Orhan Ayhan'a selam olsun.

26 Ara 2011

Kadının Futbolla İmtihanı - 1

Öncelikle merhabalar, sevgiler, saygılar.
İlk yazıyı kaleme alıyor olmaktan sebep; bu blog’un, futbol sevdalısı küçük bir grup Sbf’li ve bu grubun aldığı malum sevdaları nizami bir şekilde kaleme alma kararının pratiği olduğunu belirtmekte fayda var.
Bendeniz ise, futbol yazıları yazmak üzere bir araya gelmiş yazar kadrosunun (şimdilik) yegane kadını olarak; en azından geri kalan yazılar açısından girizgah niteliğinde olan bu satırları sıralarken, bu tür işlere ilişkin genel “erkek yoğun” kanıya eğilmek istemekteyim. Sonra da doğrulup, gruptaki erkek arkadaşların arasına karışmayı planlıyorum. Kısmet.
...
Futbol kelimesini, beynindeki “erkek” başlığının altına kodlamış; futbol sever bir kadına yaklaşımı “hadi o zaman, ofsayt ne demek söyle ehe mehe” seviyesinde erkek bireyler düşünün. Bir de bu bireylere ve yaklaşımlara sürekli maruz kalan bir kadın... Bu açıdan bakınca ne kadar da mağdur göründü değil mi? Öyleyse elimizdekileri tersine çevirelim bir de; yine futbolu erkek ile özdeşleştiren, üstüne bir de futbolu “22 tane adamın bir topun peşinden koşma absürdlüğü” olarak tanımlayan bir kadın düşünün bu sefer de. Az önceki mağduru biraz antipatik hale getirebildik sanıyorum.
Bir kadın olarak, işe hemcinslerimi eleştirerek başlamak istemezdim fakat; kitleleri peşinden sürükleyen, milyonlarca insanın bünyesinde ekmek yediği, dünyanın en gözde sektörlerinden biri olan, hepsinden geçtim bir insanın içine düşebileceği en büyük aşklardan birini teşkil eden takım sevdasını içinde barındıran futbol olgusunu 22 insan, 1 top seviyesine indirgemek, tüm bu yukarıda saydıklarımdan sebep, takdir edersiniz ki abesle iştigal oluyor. Elbette diğer tüm şeylerde olduğu gibi futbolda da ilgi, sevgi, tutku, heves, merak ve diğer tüm insani eğilimler kişi iradesine bağlıdır. Fakat hiç de azımsanmayacak sayıda insan tarafından baş tacı edilen bu olguyu bir cümlede harcamak da, vicdansızlıkların en büyüğüdür, bunu kabul etmek gerek. Gelgelelim bir kadın, bu durumun can sıkıcılığını idrak etmek için herhangi bir tutkusunun karşı cins tarafından hiçe sayıldığını tahayyül ederse, bu bile tek başına yeterli olacaktır. Zira empati dediğimiz şeyin kapı açma konusundaki maharetine ben değinmiyorum, sizler biliyorsunuzdur. Kadınlardaki bu genelgeçer algı ve bu algıdan temellenen agresiflik ise maalesef hiç de yabancısı olmadığımız bir şeye dayanıyor: Futbolun erkek yoğun bir iş olduğu kanısı. Tıpkı şoförlüğü erkek cinsiyle özdeşleştirmiş kadınların; araba kullanma işini kendisiyle örtüştürememesi, bu işte başarısız olması, kullandığı arabaya dahi yabancılaşması ve şoför mahaline peşinen 1-0 yenik oturması gibi.
Toplumun geneline bizler daha hayata atılmadan çoktan yerleşmiş olan bu tür algıları yıkmak bir hayli zor olmaktadır, bunu zaten inkar etmiyoruz. Fakat, erkek yoğunluğu aşikar olan işlere karşı sen ne anlarsın! anlayışını yıkabilecek tek güç de yine kadınlar olacaktır, bunu da çok iyi biliyoruz. Çok iyi biliyoruz da; peki biz kadınlar, neden kadının ince ince dışlandığı bir olguyla alakalı olarak, bunun üzerine gitmek varken kendi kendimizi çemberin dışına itiyoruz? Kadın-erkek eşitliğinden dem vururken, neden konu futbola geldiğinde futbolla ilgilenen kadınlar çok itici yea! sığlığına nail oluyoruz? Yapmayın hanımlar, yapmayın. Sevmeyebilirsiniz, ilgi duymayabilirsiniz ama yeter ki şu sporla alakalı olarak görmekten ve duymaktan bıktığımız şu22 adam, 1 top bağıntısını kurmayın, hemcinsiniz olarak ve haddim olmayarak rica ediyorum. Lütfen.
Başlangıçtagirizgaholduğunu belirttiğim satırlarımın niteliğini saptırmamak adına lafı fazla uzatmıyor, şu naçizane satırlarımı john boynton priestley'in altına imzamı atabileceğim sözüyle neticelendirmek istiyorum:
"Futbolun 22 adamın topun peşinden koşması olduğunu düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet’in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu söylemekten bir farkı yoktur.''
...
"Coming soon" minvalinde dipnot: Bir sonraki yazımda "karşı cins tarafından futbol sevgisi hiçe sayılan kadın"ı ele alıp, şişi de kebabı da kurtaracağım. Görüşmek üzere, esen kalın.

Dinle Küçük Taraftar

“…Tatminsizlikler arasında kızdıklarım oligarşik müstekbirlerdir. Bunlar dünya futbol âleminin ‘büyüklerinin’ ihtişamına temenna eder, bunlar büyük yıldızlarıyla ‘şov’ yapsınlar ve ikinci sınıf rakiplerini un ufak etsin isterler. Grup maçlarının zevki budur onların nazarında. İdealleri, Portekiz-Kuzey Kore maçıdır. ‘İşte Ronaldo’! ‘Gol olup yağdılar’! Üstelik artık hiçbirisi öyle bilinmez olmayan, mutlaka birkaç büyük lige oyuncu ihraç eden ‘sair’ takımlar hakkında küstah bir meraksızlıkları vardır. Bu futbol oryantalizmi TRT ekranında da temsil ediliyor, biliyorsunuz. ‘Büyüklerin’ bekleneni verememesini ayıplıyor, neredeyse dertleniyor, karşılarındaki takımlara ‘kendilerince bir şeyler yapmaya çalışan’ garibanlar olarak, âlicenap bir kayıtsızlıkla bakıyorlar. Hâlbuki Dünya Kupası, asıl o ‘değişik’ takımlara dikkat kesileceğimiz bir sahne. Sırtlarında sade bir ragbi tişörtüyle, kendilerini kaptan Ryan Nelsen’in idaresine emanet edip canla başla kalelerini savunan acemi Yeni Zelandalıların üç maçta da yenilmeden, grup maçlarının tarihsel beraberlik rekortmeni İtalya’yı geride bırakmalarından sevinç duymayan, bizden değildir…”[1]

Türkiye’de futbol literatürü genel olarak, ana akım medya tarafından üç büyükler ve ayıp olmasın kaygısıyla nadiren dört büyükler olarak nitelendirilen futbol kulüplerinin hikâyelerinden, mevcut yapılarından veyahut muhtemel sansasyonlarından ibaret. Bahsi geçen üç büyüklerin ortak özellikleri: İstanbul’da yer almaları, en az bir lig şampiyonluğu kazanmaları ve ülke çapında yirmi milyondan fazla taraftara sahip olduğunu iddia etmeleri. Şüphesiz; Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray ülkenin en köklü maziye sahip ve maliyeti en yüksek kulüpleri. Aynı zamanda yerel sermaye sahipleri tarafından saygınlık kaygısıyla bahşedilen yardımlar ve neredeyse tekelleştirdikleri naklen yayın gelirleriyle, transfer ettikleri kıta çapında meşhur futbolcuların da oynadığı kulüpler. Ancak 3 Temmuz’dan beri devam eden muğlâk hukuki süreçten bağımsız olarak; son yıllarda ‘büyük’ işleri yok hiçbirinin, ana akım medya tarafından inatla desteklenmek haricinde. Ne gerçekten planlı ve göze hoş gelen bir takım oyunları ne de başarılı sonuçları var. Öte yandan bu yerel tekelleşmeye direnen ve ‘beş şampiyonlar’ın[2] diğer iki üyesi olan Trabzonspor ve Bursaspor, mali yapı ve taraftar desteği yönünden diğer ‘küçük’ takımlara nazaran daha iyi durumdalar. Eğer futbolumuzda bir direnişten söz edeceksek; bu, bahsi geçen iki kulüp önderliğinde gerçekleşiyor. Yine de; ülke futbol romantiklerince hep dile getirilen ‘Anadolu Devrimi’, bu küçük direnişten öte geçemeyen çapsız bir hayal aslında. 70’li yıllarda Eskişehir, 80’lerde Trabzon, 90’ların sonlarında Gaziantep ve son beş senede, önce Sivas ve hemen ardından büyük bir başarıyla Bursa dışında –ki aslında bunlarda da gerçekten istikrarlı ve planlamalı başarılarından söz edemiyoruz.- hiçbir küçük takımımız medyanın ilgisini çekemiyor. Kitle yayınının başat aracı olan televizyonda yayın yapan kuruluşlardan hiçbirinin programları, yorumcuları ‘küçük’ takımların küçük bütçeleriyle, az sayıda taraftarıyla, küçük çaplı planlamalarıyla başardıkları ‘büyük’ işlerden bahsetmiyor. Elde edilen geçici yahut görece istikrarlı başarıların değerlendirilmesi, kendinden beklenmeyecek cinlikte bir söz söylemiş afacan çocuğu takdir eden amcalar minvalinde yapılıyor. Zaten iki sene öncesine kadar da bu ‘küçük’ takımların maçları da çok gelişmiş televizyon endüstrimizce naklen yayınlanamıyordu. Hoş; şu anda durum pek iç açıcı değil, özellikle bizim gibi ‘küçük’ takımlara gönül vermişler açısından: futbol programlarında gösterilen bir dakikalık özet görüntüler; hiçbir maçını izlemeden, sahadaki ruhu, uygulanmaya çalışılan taktiği tartışmaktan imtina ederek hakem hataları hakkında birkaç cümlelik yorum yapmaya çalışan sözde yorumcular… Bu şartlar altında arzulanan ‘devrim’in gerçekleşmesi pek muhtemel değil. Yapılan doğru işler görülmediği ölçüde bir ilerleme de olmayacaktır. Sonuç olarak; benim gözümde, futbol medyasının ülke futbolundaki işlevi gözünü bu ‘küçük’lere çevirdiği ölçüdedir.

Az sayıda SBF öğrencisinin teşebbüsüyle oluşturulan Üstünidman futbol blogu birlikteliğinde naçizane kendime biçtiğim rol, yukarıda bahsettiğim ana akım medyaya karşıt bir duruş sergilemektir. Burada, elimden geldiğince ‘küçük’lerin direniş hikâyelerini yazmaya çalışacağım. Görüşmek üzere.

*Yazıda bahsedilenler hakkında uygun ve güncel bir örnek: http://www.ntvspor.net/haber/futbol/55216/antalyaspor-buyuklere-zorluk-cikardi


[1]Bora, Tanıl. “Nankör tatminsizliğin üç hali.” Radikal Gazetesi. 29 Haziran 2010. Erişim: 24 Aralık 2011 <http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1005185&Yazar=TANIL_BORA&Date=24.12.2011&CategoryID=103>
[2] Spor yazarı Ali Ece’nin tanımıdır.

25 Ara 2011

TARAFTAR değil miydik BİZ...?




Seviyorduk... Küçüktük o zaman farkında bile değildik belki de bazı şeylerin, çünkü masumduk, bilmiyorduk şike, teşvik ve onca yalan dolan, renkleri görünce heyecanlanıyorduk, galiba o zaman tam olarak bize taraftar deniyordu...
Şimdilerde öyle anlamsız şeyler oluyor ki Türkiye'de, en çok sevdiğim ve karşılıksız yaptığım "taraftarlık" işini bana yaptırmıyorlar. İnsan aldatır mı sevdiğini? Aldatmamak için öyle şeyler yapan, yemeğini simitle geçiştiren, yırtık ayakkabısını yenilemeyi yine erteleyen, stada yürüyerek giden ve o artırdığı parayla bilet alan insanlardan bahsediyorum. Hani bazılarının 'müşteri' olarak baktığı insanlardan, yani senden, yani benden bahsediyorum güzel kardeşim.

Kulüpleri için hazırdır tüm taraftarlar fedakarlığa, gerek yoktur bunun için yıldız futbolcuya, karizmatik formalara, kaşkollara... Bunu görse bazı yönetici sevdiklerimiz(!) anlasa artık bu fedakarlığın nelere mal olduğunu. Çok sevdiğimiz takımlarımızdan o bilet fiyatları yüzünden ayrı kalmasa o gerçek taraftar, şu numaralıda VIP'de oturanlardan bahsetmiyorum, var ya ayakta 90+ daha nice dakikalar susmayan, onları kastetmekteyim.

Ya yok yok biliyorum biz anlaşamayacağız sizinle, bilet fiyatları ve futboldaki diğer katma değerleri geçtim de siz bizi ne hakla almıyorsunuz stadlara??? Bir bir sorsanız şu taraftarlara büyük bir bölümü gitmeyi en çok istediği ve arzuladığı maçı, herhangi büyük veya küçük bir deplasman maçı olarak açıklayacaktır. Çünkü hiçbir sevgili yöneticimiz bilmese de deplasmanda takımını yalnız bırakmama olgusu hem futbolcular hem takım için ayrıca önemlidir. Benim bu en keyif veren, bu takımıma güç veren taraftarlık görevimi, daha da önemlisi bu özgürlüğümü nasıl alırsınız elimden? Lütfen kimse bana yok güvenlik önlemi, yok holiganlık zırvalıklarından bahsetmesin...Bizim aşkımız renklere değil mi? Bırakın peşimizi, girmeyin aramıza...

O deplasmandaki derbi maçında, Quaresma o çalım sonrası golü attığında, Alex o frikiği vurduğunda, Elmander köşeye plaseyi yaptığında ve Burak gol kralı olabilmek için bir gol daha attığında koşup kiminle kucaklaşacak, aramayacak mı gözler o az sayıda da olsa hazzı paylaşmak için bekleyen taraftarı? Ayrıca o taraftar için belki de o an gibisi olmayacak bir daha... Kim verecek bunun hesabını?? Lütfen daha fazla komik olmayın sevgili yöneticilerimiz. Deplasman bir HAK'tır ve hakkıma elini sürme...
Takımını seven, TARAFTAR...


FUTBOLA GİRİŞ I (FUT101)


Futbol adı verilen olgunun spor mu yoksa oyun mu olduğu tartışmaları henüz cevabını bulabilmiş değildir. Ancak bu tartışmalarda anaakım medyayı dışarıda tutarsak hakim olan görüş, futbolun öncelikle bir oyun olduğu yönündedir. Hakim görüşün sahipleri ise amatör veya profesyonel futbolculardır denilebilir.
Hikayeyi amatör bir oyuncu hikayesi olan kendi hikayemden temellendirerek başlatmak istiyorum.
Yaklaşık olarak dört ya da beş yaşlarında futbol topuyla haşır neşir olmamın yanında hayatı futbol olmuş çok sayıdaki erkek çocuğundan birisi de bendim. Lojmanın arka bahçesi, evin salonu, koridoru, sokak arası, okulun bahçesi gibi çeşitli ama futbol oynamaya kısıtlı alanlarda başladı futbol maceram.
Yaşım büyüdükçe futbol oynayabileceğim alanlar da nicelik olarak azalmaya başladı. İster istemez futbolculuk kariyerim futbol endüstrisinin şehirlerdeki bir numaralı sacayağı olan halı sahalarda devam etmeye başladı.
Ancak çok zaman geçmeden durum anlaşıldı: Futbol için çok da elverişli olmayan mecralar, oyun olarak futbolun en güzel şekilde icra edilebileceği alanlarmış.
Futbol hayatımın en zevkli ve en özgür yılları sokak aralarında geçmiş. Sokak arasında futbol oynamanın sahaya çıkaracağınız kadronun sayısının belli olmaması –herkesi oyuna dahil etme ya da az sayıda oyuncuyla da futbol oynama imkanı- oynanacak oyunun (çift kale, tek kale, tek vuruş vs.) oyuncuların kendi isteğiyle seçilmesi gibi özgürlükleri de vardır.
Futbol emekçilerinin futbol hayatlarının gelişim süreçleri, amatör oyuncuların gelişim süreçlerine benzerlik gösterse de onlardan çok daha fazlasıdır. Ancak bu gelişim sürecinin temel hedefi, sporcunun sahip olduğu amatör ruhu tamamen ortadan kaldırmayı hedefler. Bu yüzden modern futbolda amatör ruh giderek marjinalleşen bir olgu haline gelmiştir.
Futbol endüstrisinin futbolcudan beklediği öncelikli talep futbolculuğun bir meslek olarak algılanıp buna göre hareket edilmesidir. Diğer bir talep ise futbolcunun giderek katılaşan futbol kurallarını sahada harfiyen uygulamasıdır.
1990’ların sonuyla birlikte futbolcuların attıkları gole nasıl sevineceklerine kadar müdahale etmeye başlayan post-modern futbol kuralları sahalardan amatör ruhlu sporcuları silmeye başladı.
Post-modern dönemde- her şeyin metalaşması sürecinde- futbol da giderek bir meta halini almaya başladı. Şimdilik sahanın içindekilerin temel değişim ve gelişim süreçlerinde bahsedeceklerim bunlar. Belki aranızda Sinyor Terim gibi “Ben ders almam, ders veririm” diyenleriniz de vardır. Ancak bu yazının eğlencelik bir deneme olduğunu aklınızdan çıkarmamanızı rica ederim…
“Futbola Giriş II” dersinde görüşmek üzere…

24 Ara 2011

Futbol yalnızca "erkekler" için değildir-1

Herkese merhaba.
Birkaç futbol delisi arkadaşın Mülkiye çıkışlı bir blog oluşturma fikrine kayıtsız kalamadım. Elimden geldiğince, mümkün olduğu ölçüde ve diğer arkadaşlarım gibi haftada en az bir kez futbol tarihi, siyaset-futbol ilişkisi ve futbolun geleceği hakkında ahkam kesme niyetindeyim. Dilerim ki, blogumuz Mülkiye ahalisinin izlemekten imtina etmeyeceği bir hal alır, kendini sevdirir.
İnsanların çocuklarına sarf ettikleri "önce işini eline al, oynama demiyorum; hobi olarak yine oyna" cümleleri, uzun yıllardır var olan ve dolayısıyla gelenekselleşmiş bir tutumun yansıması... Bunun sebebi çoğunlukla sporcu olmanın iş kanunlarında bile kaale alınmaması, güvencesizliği ve sendikasızlığı, çocuğun endüstriyel futbolda makineye atılacak kıymalardan biri olmasının engellenmesi vb. değil üstelik. Mesele, ideal diye adlandırılan mesleklerin yanında, artık oyun olmaktan çıkıp mesleğe dönüşmüş futbolculuğun aile liyakatında yer tutacak bir şey olarak görülmemesi...
Bu cümlelerin ışığında paradoksal olan şu ki, oyunun arenasında (ki futbolcuların gladyatörden farkının kalmadığını söylerken bir bakmışız ki yapılan her stadyumun ismine "arena" eklenmiş) olmak yerine, parmak kaldırıp indirerek, "Allah belanı versin İsmail, Şenol senin anneni, Ahmet Dursun Seba gitsin" minvalli naralar ile bir yuvarlak topun etrafında koşuşan yirmi iki adamı izlemek aynı aileler için törensel öneme sahip olabiliyor. Özellikle babalar için... Aslında gelmek istediğim nokta, bu erkeklik ayininin futbol özelinde kimleri dışarıda bıraktığı...
Zira futbolun ve "erkeklik" algısının dünyada birbirine çakışık yürüdüğünü söylemek yanlış olmaz, kimin/neden dışlandığını düşünmeyi aklıma getiren de sevgili Tayfur Havutçu'nun menajerin biriyle telefon konuşmasında işitilen sözleri:
"T.H: ...Ersan
Y.T: Ya Ersan da bitmiş hocam birbirlerinin ellerini öpüyorlarmış orada ya, masada bir başka çocuk var o söylüyor bana ...çu.
T.H: Daha önce de öpüşmüşler evet.
Y.T: Evet evet aynen öyle...
T.H: Yani."
Bu konuşma Ersan Adem Gülüm'ün ve o sıralarda halen Beşiktaş'ta olan Guti'nin, doğru olup olmadığı asla tartışılacak bir şey olmasa da gözümde-öperse öper, birbirleri ile öpüştükleri iddiasının futbol kamuoyunda "efendi, karakterli, ciddi" olarak lanse edilen birisinin bu kavramlara sadakatinin nerede başlayıp nerede bittiği ile ilgili sağlam bir örnek veriyor. Bir diğeri;
"Y.T: Üç oldu hocam artık Allah'ın izniyle...
T.H: İlk yarı ilk yarı hiçbir şey oynamadı Guti ibnesi"*
Bu konuşmaların şike iddianamesinin ek klasörlerinde yer alıyor olması elbette çatışan bir durum yaratıyor zira ülkenin bu enteresan döneminde özel hayatın gizliliği ilkesinin anlamını kaybediyor oluşu aslında daha yakıcı bir sorun. Fakat benim kavramaya çalıştığım konu, futbolculuğun ve futbol taraftarlığının daha ne zamana dek "gerçek erkeklik müessesesi" ekseninde kavranmaya devam edeceği...Beyaz çarşaf üzerine "bekaretinizi bozduk" kırmızı puanlı, onların ağzıyla "Japon bayrağı"nın daha ne zamana dek stadyumlarda gurur abidesi olarak dalgalanacağı...
Bir süre bu konu üzerinden yazılarla devam edeceğim.
Sigur Ros abilerimizden, yazının anlam ve önemine yakışır bir klip izlemek isterseniz,




*Telefon kayıtlarını: sairlerparki.blogspot.com 'dan aldım.

Oyunun Ruhu

Bir futbolsever için her yeni sezon, yeni bir heyecan demektir. Lig biter bitmez medya futbolseveri okşamaya başlar transfer haberleri manşetleri süsler, yeni oyun şablonlarından yeni dizilişlerden bahsedilir; ne kadar saçma da olsa hep heyecan yaratır bunlar.

Tek sayılı olan seneler nefrettir, o yaz uluslararası bir turnuva olmaması futbol dünyasını yokuşa sürer, gazeteleri Alman ya da İtalyan futbolcular değil de Fenerbahçe'nin talip olduğu Brezilyalılar süsler.

Bir temmuz sabahı uyandık ve her şey altüst oldu. Şike soruşturması, aranan evler, tutuklanan başkanlar, yöneticiler, futbolcular.. 'Noluyoruz lan?' dedi herkes. Türkiye'de şike futbolun içinde hep vardı; herkesin derdi 'bize de vurur mu ki?' sorusuydu.

O kaoslu günlerde futbol mazime dalıp uykusuz geçirdiğim bir gece şu aklıma geldi: 'Şike neydi?'

..

11 yaşındaydım. Mahallenin en formda topçusuydum. Top sektirme rekoru 238 ile bendeydi.(İsmet topu dizimden almasaydı devam edebilirdim; ama ne de olsa rakibimdi) Bir cumartesi günü erken kalkmış kapının önüne çıkmıştım, kimsecikler yoktu. Hasan'larda yeni top vardı; ama sabahın o saatinde amcasından küfür yemek olmazdı. Kömürlükten kendi topumu çıkardım; pembe plastik bir toptu, iki kere patlayıp sabunla kapatılmış, üzerindeki desenler yağmurda oynadıkça kaybolmuştu.

Fadime Teyze'nin bahçesinin dibine gittim; bahçe yeni tellerle çevrilmişti ve teller gergin değildi, tam Amsterdam Arena kalesiydi anlayacağınız. Şut vurmaya başladım, çocuklar uyanınca o gün yapacağımız maçlardan hayali pozisyonlar yaratıyordum; İsmet topu açıyor iki kişiyi çalımlayıp kalecinin sol köşesine bırakıyordum.

Arkadan biri seslendi 'Sali napiin la bu saatte burda?' Levent Abi'ydi bu, elinde kitaplar vardı belli ki dersane yolcusuydu. Levent Abi iyi topçuydu hoş topçuydu; ama top kontrolü, sektirmesi zayıftı. Çocuklar için bir yetişkinin futbol yeteneği oynanan maçı bölüp topu ilk aldığında yaptığı hareketlerdir; o konuda zayıf olan Levent Abi de bizim için 'tırt' bir topçuydu. Derken İrfan Abi çıktı meydana, o ise bizim mahallenin Zidane'ıydı. Her çocuk maçının bölünmesinden nefret eder; ama İrfan Abi topu aldığında karşımızda bir sihirbaz varmış gibi dikkat kesilir, tüyo almaya çalışırdık. (İlhan Mansız'ın Carlos'a 2002 Dünya Kupası'nda attığı çalımı İrfan Abi çocukluğumuz boyunca atmıştır bizlere.)

Levent Abi ayakkabılarını bağlayan İrfan Abi'ye 'Daha yarım saat var derse, bi maç yapalım' dedi. Hayatım boyunca kalecilikten zerre anlamamışımdır, bunu bilen ve yeni aldığı ayakkabıları da kirletmek istemeyen İrfan Abi 'ben kaleci olurum ikiniz yapın 3'te bitsin dedi.' Ben direkt konsantre olmaya başladım, bugün atacağım gol ya da goller gün içindeki maçlar için bana moral olacak ve çocuklar arasındaki 'yıldız topçu' imajımı güçlendirecekti. Ama benim aşamadığım bir tabum vardı; İrfan Abi'nin karşısında nutkum tutulur elim ayağım birbirine girer bir türlü kendimi gösteremezdim. Aklına beni 'tırt topçu' olarak yazan İrfan Abi de bu referansla Levent Abi'ye 'bu çocuktan bir gol yersen dersanede bi tostunu alırım' dedi, 'tamam' dedi Levent Abi.

Maç başladı sakindim basmıyordum, Levent Abi de -bizimle dalga geçmeye bayılır- topla kendi halinde saçmasapan hareketler yapıyordu. Bir an top boşta kalır gibi oldu hamle yapmaya kalkıştım, topu önce sağa sonra sola çeken Levent Abi benden sıyrılıp karşısına İrfan Abi'yi aldı; abanarak gol sonrası hayvanca bir kahkaha attı. İstifini bozmayan İrfan Abi topu eliyle oyuna soktu, bu kez top bendeydi; hızlıca hamle yapmak isteyen Levent Abi'yi geçmek için Nuran Yenge'lerin duvarı ile verkaç yaptım ve bir anda kendimi İrfan Abi'nin karşısında buldum. Zarif bir plaseyle topu sağ köşeye yollamak istedim; ama İrfan Abi o devasa bacaklarıyla golü engelledi. Tam kendime güvenim geliyordu ki Levent Abi sağımdan atıp solumdan geçti, fiziksel üstünlüğünü piçliğiyle birleştirip beni ekarte etti ve sert bir vuruşla topu tellere yolladı.

İrfan Abi 'hadi len geç kalıyoruz' diyerek topu uzunca bir vuruşla ileri yolladı, oyunun amelesi olarak atak şansı yakalamak amacıyla topu ilerden sürerek getirdim ve Levent Abi'yi karşıma aldım; topu ilk önce sağa sonra da sola çekerek bana ilk golde yaptığı numara ile geçtim ve bir anda hızlanıp kale önüne kadar ilerledim yalnız 'abansam mı' 'köşeye mi bıraksam' diye düşünürken saçmasapan bi vuruş gerçekleştirdim. Topa vurduğum anda kendime lanet etmiştim; ama İrfan Abi topu bacak arasından içeri aldı ve gülmeye başladı. Levent Abi küfürler savuruyordu, 'almıycam ulan tost most' nidaları arasında İrfan Abi'nin tekrar başlattığı topu alıp üçüncü golü yaptı. Maç bitti, İrfan Abi Levent Abi'yle dalga geçiyor, iyice bokunu çıkarıyordu; ikisi kenardan defterlerini aldı ve gözden kayboldular.

Tek başıma kaldım, duygularım çok karmaşıktı. Gol atmıştım; ama İrfan Abi'nin bilerek yediğini biliyordum. İçimden başka bir ses de 'ulan topu oraya kadar getirdin' diyordu ama nafile. Kendimi bildim bileli futbol oynuyordum, birinin benden bilerek gol yemesini hak edecek ne yapmıştım ki? Bu düpedüz aptallıktı. Zidane'a Figo'ya Rivaldo'ya ihanet ettiğimi düşündüm; bu oyunu onlar sevdirmişti bana ve attıkları golleri hep mücadele ederek bitirmişlerdi. Ben ise ... İşte bu, bu 'şike'ydi.

...


Korcan.. Kim bilir kaç sene bizim gibi sokakların tozunu yuttu bu oyun için;ama şimdi bilerek gol yediği iddiasıyla tutuklu. Bu oyunun ruhuna ihanet ettiğini düşündü mü ki acaba ? Zubizaretta ya da Schmeichel rüyalarına girdi mi hiç? Kim bilir..