29 Şub 2012

Paraşütsüz Düşüş: Ankaragücü

Düşme hissi hep korkutucu olmuştur. En çok da uyku halinde düşmek ürpertir insanı; bazen yüksek bir yerden aşağı bazen de sonsuz bir boşluğa bırakıverir kendisini insanoğlu. Bazen de düşen her şey tek bir şeyi hatırlatır insana: Ankaragücü.

'Benim ikinci takımım şu..' tarzı söylemlerden oldum olası haz etmemişimdir; insan kalbini bölemez. Ama tutku çok farklı bir şeydir; bir şeye tutku ile bağlı olmak sevdiğin başka bir şeyi değersizleştirmez senin için. Koyu bir Trabzonsporluyum ben; ama öğrencilik hayatımı sürdürdüğüm Ankara'da olanca derdin tasanın içinde derslerin boğuculuğunda beni o buhrandan çıkaran şey hep Ankaragücü oldu. Üç beş taraftar videosu izledikten sonra 'benim maçım gelmiş arkadaş' diyerek maç günleri 19 Mayıs'a attım kendimi.

Avrupalı Güçlüler grubunun bir iletisi vardı: 'I don't need sex; because Ankaragücü fucks me everyday.' Hayatın her alanında hor görülmüş dışlanmış, Kızılay'da görüldüğünde aşağılayıcı bakışlar fırlatılan bir insan topluluğu düşünün; onların kendilerini özgürce ifade edebildikleri yerler tribünlerdi. Bazıları kullanıldı, para için mevki için kendilerine sufle verilen şeyleri söyledi; ama 'Ankaragüçlülük' denen şey orada durdu, sarsılmadı, sarsılamazdı da. Bazen 'Kenan Evren'in torpilli takımı, Gökçekler'in Cemal Aydın'ların oyuncağı' gibi söylemlerle insanların sahip olduğu bu aşk değersiz hale getirilmeye çalışıldı; ama Ankaragüçlülük bizim orada bir yerlerde görebileceğimiz bir şey değildi. Bir felsefe, bir hayata duruştu; tıpkı bir din gibi. Ve hiçbir zaman imam kötü, cemaat kötü diye bir dine laf edemezsiniz.

'Artık Ankaragücü maçları Ankaraspor maçları gibi; yeniyorsunuz da skor belli değil' demişti TRT'de bir yorumcu; öylece kalmıştım televizyon başında. Böylesini haketmemişti Ankaragücü, paraşütsüz düşmeyi haketmemişti; bunca zorluğa rağmen sahada mücadele eden futbolcu böylesine bir saygısızlığa maruz kalmamalıydı.



Ankaragücü düştü, sebeplerini uzun uzadıya yazmaya gerek yok. Mevcut durumda arma uğruna en büyük cefayı çekenleri uçsuz bucaksız sisli bir yol bekliyor. Bu cefayı bilen Göztepe taraftarından -husumete rağmen- Ankaragücü'ne destek gelebiliyorsa yaşanan tüm kavgalara rağmen son tahlilde peşinden koşulan her armanın nasıl saygı duyulası bir şey olduğunu anlayabiliriz.
Her şeye rağmen 'İyi gününde kötü gününde hep beraberiz; çünkü biz Ankaragüçlüyüz' tezahüratı inletecek 19 Mayıs'ı. Çoğunluğu kupa görmemiş, final görmemiş bu aşıklar düşme hissinin ürpertisini yaşayacak ruhlarında; ama Ali İmdat'ın bahsettiği Ankaragücü üçlü çekerken Ankara Kalesi'nin bayrağının sallandığı günler geri gelecek.

Şampiyonluk görmemiş üvey evlat başkente, yutkunurken zorlanan taraftara Ahmed Arif tercüman olsun:
' Mağlup mu desem mahçup mu
Ama ikisi de değil
Ben garip sen güzel
Dünya umutlu
Öyle bir tuhafım bu akşam üstü... '
Bir gün stada girişte Gecekondu'dan bir çocuk şöyle demişti: ' Atatürk Angaragüçlüdür la, adam Angara'yı başkent yapmış.'

24 Şub 2012

Sezar'ın Düşler Tiyatrosu


1998'de Fransa'da düzenlenen Dünya Kupası finali sözkonusu olduğunda hatırlanan tek şey, Fransa'nın Brezilya'yı üç golle mağlup etmesi değildir kimileri için. Aradan bunca sene geçmesine rağmen unutulmayan durum, aynı 2006'daki kupa finalinde Zidane'ın Materazzi'ye kafasının maçın önüne geçmesi gibi, Ronaldo'nun havale geçirmesine rağmen, maçtan 72 dakika önce takım listesine dahil edilişi idi. Zira Nike, Adidas'a karşı oynadığı finalde en büyük reklam yüzünün ekranlara yansımasında diretmişti. Havale'nin wikipedia'dan alınma tanımı şöyle:
"Havale: Çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durum."1
Alıntıyı yaparken bile ürperdiğim bu durum, Ronaldo'nun sesini dahi çıkaramadan maçta oynamasına engel gözükmemişti demek ki sponsor için. Dolayısıyla insan hayatı ile ilgili en ufak kaygıları olmadığını düşündüğümüz "kar amacı güden kuruluş"ların bizim oyunumuza katkıları, veballerini gün gelecek örtemez hale gelecek, temenni ediyorum.
Güdüsü aynı, pazarladığı ürün bu kez doğrudan insan olan bir başka kurumlar futbolda türedi ki, onlara duyduğum tiksinti, yukarıda değindiğim durumdan pek de farklı değil. Beşiktaş'ın "Türk futbolunun menfaati için" bir günde eskiyen başkanı Yıldırım Demirören vasıtasıyla sıkça adını duyduğumuz Jorge Mendes'in futbolcu menajerliği ajansından (Gestifute) söz ediyorum. (Şike soruşturmalarının ünlü -yazıldığı gibi mi okunuyor anlamadığım- tapelerinden de biraz aşina olduğumuz yerli Sedat Peker bağlantılı ajansı ayrıca not edelim.) Jorge Mendes isimli zat hayatımıza girmeden önce oyuncu tacirliğinin adeta bir takımı alıp baştan yaratacak kadar kudretinin olduğunun farkında değildik. Meğer "aranan kan" set halinde, teknik direktör bedava, takıma sunulabilirmiş de, haberimiz yokmuş. (Beşiktaşlı olduğum buraya gelene dek çoktan anlaşılmıştır da, "bizim" takımda Mendes Efendi'ye bağlı futbolcuları şöyle sıralayalım: Quaresma, Fernandes, Almeida, Simao, Sidnei, Julio Alves, Bebe) Beşiktaş'ın sahaya sürebileceği yabancı oyuncu kontenjanından bir fazla Gestifuteli, bir takımdan diğerine taşına taşına Mendes' in cebi için inanılmaz bir değer yaratmıyor mu? Yürümekte zorlanan bir Simao, fazla kilolarından muzdarip olunan bir Sidnei, bitiriciliği kardeşiminkinden biraz daha fazla Almeida, yolla Beşiktaş'a. Tekrar satışında kar edebilme ihtimali yüksek Quaresma ile Fernandes'i ikna et bu duruma. Oyuncuların imaj hakları sende kalsın, idmana gecikmemeleri için ise elinden geleni yapacağının sözünü ver Başkan'a, bu kadar kolay.
Detaylarına inildikçe bataklığı daha iyi kavranabilecek olan bir ilişkiler yumağından söz ediyorum. Futbolun üzerinde Siyaset'in kılıcı, sponsorun baskısı, tüccarın yatırımları sallandıkça seyir zevkiymiş, trivelaymış pek de önemli gelmiyor artık bana. Dün Gestifuteli Lima'nın golüne rağmen elediğimiz Braga'da 4, iki hafta sonra karşılaşacağımız Atletico Madrid'de 3, Beşiktaş'ta 7 tane, biraz da Mendes abinin cebi için oynayan futbolcu var. Ronaldo (R9) biter, Nike kalır; Ronaldo (CR7)2 biter, Mendes kalır. Farklı renklerin dostluktan daha yakın mücadelesine hoş bulduk.
2Mendes Efendi aynı zamanda Cristiano Ronaldo'nun da menajeridir.
-Gestifute hakkında daha ayrıntılı bir değerlendirme için: http://noatsamisa.blogspot.com/2011/06/jorge-mendes-bataklg.html

23 Şub 2012

Çağımızın İlleti: Youtube Transferleri


Hepimizin malumu olduğu üzere;  “teknoloji” ana başlığında toplanan bir dizi dönüşüm, alışılmış sosyalliklere olumlu/olumsuz pek çok etkide bulunmaktadır. Özellikle de “sosyal medya” tabiriyle karşılanan mecralar, kamuoyunun genel algısının minimum sansürle yansıyabildiği tek yer olarak kalmaları sebebiyle, bir tür “son kale” işlevi de görmekte; tüm dünyayı birkaç inch’lik ekrana rahatlıkla sığdırabilmektedirler. Hal böyle iken, dünyanın en hareketli ve dönüşmeye müsait sektörlerinden biri olan futbol dünyası da -milyonlarca insanın ilgi ve eğiliminden beslenmesinin de etkisiyle- söz konusu gelişmelerden olumlu/olumsuz nasibini almaktadır.

Yayıncı kuruluşlarca statlara konulan kameralar, esen rüzgara duyarlı çipli toplar, tartışmalı pozisyonlarda hakemlerin birbirleri ile iletişim kurmalarını sağlayan kulaklık ve mikrofonlar, dijital reklam panoları ve skor tabelaları, devasa stat monitörleri, zemin ve tribün ısıtıcıları vesaire…

Tamam, buraya kadar her şey şahane. Her biri, işleri ziyadesiyle kolaylaştıran işlevsel araçlar. Ama zaten asıl mesele de, teknolojiyle ilişkiye geçtikten sonra bozulmaya uğrayan detaylardan bahsederken karşımıza çıkıyor. İşte tam da burada, işin maddi boyutu işlevini yitiriyor ve manevi boyutu devreye giriyor: İnsan ilişkileri.

Teknolojinin önü alınamayan bir ivme kazanmış olmasıyla gitgide yozlaşan bu “insan ilişkileri”, mevzunun bizi ilgilendiren kısmına, yani futbola, en çok transfer dönemlerinde yansımaktadır. Kulüp yöneticileri, futbolcular, menajerler ve taraftarlar arasında gidip gelen bu iletişim ağı; günümüzde en çok, bu öznelerin birbirleri ile alakalı bilgi edinme eylemlerinde sekteye uğramaktadır. En daraltılmış haliyle örnek vermek gerekirse; transfer edilmek istenen futbolcuya ait bilgiler, bundan oldukça kısa sayılabilecek bir süre öncesine kadar yalnızca, teknik adı “scout” olan yetenek simsarları ve menajerler aracılığıyla yürütülüyordu. Futbolcular hakkında bilgi toplama yöntemlerinin manuel olanları; istatistiksel verilerden yararlanma, maç kasetlerini izleme, hatta uzun yollar katetmek pahasına futbolcuyu yerinde izleme şeklinde karşımıza çıkmakta ve tüm bunlar bir nevi CV işlevi üstlenmekteyken, bunca titizliğin getirisi olarak da, futbolcunun "bidon" çıkma ihtimali, kısmen de olsa ortadan kaldırılıyordu. Tembelliğe giden yolda her yolu mubah gören insanoğlunun, bu durumu teknoloji ve nimetlerine uygulama girişimi de fazla gecikmedi. Futbolcu transfer etme sürecindeki tüm bu emek isteyen aşamalar, artık basit bir Youtube videosuyla bile halledilebilir oldu. Gündemdeki futbolcu hakkında bilgi ve fikir sahibi olmanın yolu, artık onun hakkında bir dizi araştırmaya girişmekten değil, adını arama çubuğuna yazmaktan geçiyordu. Büyük çoğunluğu amatör kişilerce çekilmiş olan, berbat çözünürlükteki 47 saniyelik videolar, futbolcu seçimlerinde yegane materyal haline gelmişti ve ofislerine kapanıp Youtube kasan kulüp yetkilileri, iki golünü izledikleri bir forvete "iyi kumaş" yaftasını yapıştırıp yollarına milyonlar dökmeye başladılar. İş bu noktaya gelince de, yalnızca şaşaalı hareketleri kayda alınan futbolcular arası liyakat, fazlasıyla iyimser bir hayale evrildi.

Youtube bağımlılığının kulüpler bazındaki boyutu böyle iken, konunun bundan daha vahim bir yanı daha vardı: Taraftar boyutu. Takımıyla adı anılan futbolcunun videolarını izlemeler mi dersin, izlenilen videoyu Facebook ve diğer bilumum platformlara dökmeler mi... "İsveç'li golcü Nediyon Lansen, xTakım'ı öpmeye geliyooo, şimdi onlar düşünsün" minvalindeki iletilere ise hiç değinmiyorum. Zira bu kısmın sosyolojik ve psikiyatrik boyutu malumunuz.


Uzun lafın kısası; gitgide daha özensiz şekilde yürütülen transfer işlemleri, yüklü miktarda paraların ortaya dökülmesine ve bunun doğal sonucu olarak da kulüp bütçelerinin ağır yara almasına sebebiyet vermektedir. Pek tabii ki yaraların en büyüğü, bir futbolseverin başta psikolojisinden ve vücut sağlığından, sonra da takımına olan güveninden aldığı yaradır. Fakat, kulüplerin uğradığı maddi zararların kısa bir sürede diğer tüm olumsuzlukların temeli haline gelebilmelerinden sebep; maddiyata da en az maneviyat kadar önem vermek icap etmektedir.

Youtube'da yapılan futbolcu araştırmalarında, Takoz Recep (Recep Çetin)'in kendi kalesine rövaşatayla attığı gol benzeri bir görselin denk gelmesi de bu konuya dair en büyük risklerdendir. Kariyerinde, kendi kalesine attığı o golün çeyreği kadar şık bir golü olmayan bu futbolcunun, yalnızca o görüntüsünün izlenerek transfer listesine alınmış olabileceğini hayal edelim. Yeni takımında çıkacağı ilk maçta, kaçınılmaz bir "Recep'in rövaşatayla attığı golü arıyordum nereye geldim!?" durumu olacağı aşikar, ki sırf bu bile transfer eyleminde geleneksel yöntemlerden yararlanmak için geçerli bir sebep.

Ve son olarak çok sevgili yetkili ağabeyler:
Biz futbolseverler olarak, sezondaki gol sayısı kulübün malzemecisiyle neredeyse aynı olan forvetler görmekten bıktık. O yüzden 
lütfen biraz daha dikkat.


Saygılar.

17 Şub 2012

Şapkalar Öne, Düşünme Vakti!



Bu seneki 'uslu' futbolcu profili ile karşımızda olan Trabzonspor, geçen seneki 'yaramaz' ekibini her geçen gün daha da aratıyor. 'Bir tek Egemen'in yeri dolmadı' dense de işin bu kadar basit olmadığını görmek zor değil.

Bu sene Avrupa'da ikinci CSKA maçı hariç oynanan oyun ve sezonun bu zaman dilimine kadar Burak Yılmaz'ın gösterdiği performans camia tarafından hoş karşılansa da ne oynanan oyundan ne de gidişattan kimse memnun değil. Geçen sene geriye düştüğümüz maçlardaki psikoloji ile bu sezon geriye düştüğümüzdeki hisler çok farklı. Tamam, Burak Yılmaz gösterdiği insanüstü performans ile takımın yükünü taşımakla beraber Avrupa çapında hatrı sayılır bir forvet oyuncusu oldu, ee sonra? Sonrası kocaman bir karanlık.

Geçen sene tarihinin en kötü sezonlarından birini yaşayan Galatasaray yeni yönetimi, yeni hocası ve yeni oyuncularıyla şu an şampiyonluğun en büyük adayı olarak gösteriliyor. Anadolu takımlarında ise bu iş hiç de öyle değil; bir kadronun başarılı olabilmesi için en az üç senelik bir devamlılık olmalı ve mümkün mertebe kadro korunmalı. Trabzonspor'un geçen seneki kadrosunun da iskeleti Ersun Yanal zamanında kurulmuş ve bahsettiğim süreçleri yaşamıştı. Mevcut Trabzonspor kadrosunun da aynı süreçleri yaşamadan bir başarı kazanması zor gözüküyor.

Gelelim maça..

Açıkçası maça inanılmaz bir hırsla başladık; herkes gibi ben de 'bu akşam PSV'yi ısırır bu takım' dedim. Sonrasında iki üç dakika topa sahip olan PSV, Giray'ın geciken hamlesi ve ekstra iyi olan bir son vuruş ile golü buldu. Daha sonraki dakikalar beni ikinci Lille maçına götürdü; ayağa kısa paslar, 'ağır' defansımız ve 'ağır' liberomuz Aykut'un şaşkın bakışları... Ama ne yazık ki PSV'li oyuncular Lille futbolcuları gibi insaflı değildi. İki farkla gelen skor üstünlüğü de onlar için tadından yenmez hale gelmişti.

Gustavo Colman Trabzonspor'a geldiğinden beri 'maç seçen topçu' görünümündeydi. Bir dönem ligde Galatasaray'ın korkulu rüyası olmuş, bu sene de Şampiyonlar Ligi'nde-özellikle Inter maçlarında- ekstra performans göstermişti. Ama bu 'maç seçen Colman' PSV maçını küçümsediğinden(!) midir nedir oyuna bir türlü kafasını veremedi. Defansa gelip top alma zahmetinde bile bulunmadığı için Mustafa ve Aykut tarafından şişirilen toplar daha 20.dakikalarda izleyenlere 'doldur-boşalt' havası yaşattı. Nitekim ilk yarı sonunda oyundan çıkarılarak yerine Alanzinho alındı. Değişikliği olumlu karşılamadım; çünkü Alanzinho'nun dribling gücüne karşın belirgin bir oyun kurma yeteneği yoktu. Takımda oyun kurucu görevini Aykut üstlenecekti; belki o dakika Colman yerine Adrian alınsaydı daha iyi olabilirdi.

Celutska'nın sağlı sollu rakip bindirmeleriyle haşat olması sonrası Serkan'ın ısrarla sağ beke çekilmeyişine anlam veremedim. Mustafa-Celutska stoper ikilisi, nispeten ağır ve top tekniği zayıf olan Giray'a oranla daha cazipti sanki.

Bu takıma Volkan Şen niye alındı hala anlam veremiyorum. Volkan çok yetenekli ve izlemekten keyif aldığım bir futbolcu; ama Bursaspor'dan ayrılma sebebi belli iken bir diğer sorunlu futbolcu Engin'e verilmeyen paranın iki katını Volkan'a vermek mantıksız değil mi? Yani eksiğimiz sorunlu futbolcuysa bizde zaten vardı ve hiç değilse adaptasyon problemi yoktu. Her neyse, diyeceğim o ki-Avrupa'da yasaklı olduğu dönemi hariç tutarak- öyle veya böyle elinde Volkan Şen var iken senelerin forveti Halil'den sağ kanat yaratma, Umut'tan aldığı verimi alma inadı nedendir? Forvetten bozma sağ ayaklı forvet oyuncuları için sağ kanat değil de sol kanat daha elverişlidir; sırtı dönük aldıkları topları sol beke servis edebilir veya basit fauller ile duran top kazandırabilirler. Tüm bu bahsettiğimiz icraatler Halil Altıntop tarafından Olcan'ın gelişi öncesi özellikle Avrupa maçlarında başarıyla yerine getirildi. Dün gece PSV sol tarafının korkuttuğu Celutska ileri çıkamayınca ve az önce bahsettiğim dezavantajlar üzerine eklenince Halil sağ kanatta aldığı her topla dribling yapmaya çalıştı ve başarısız oldu, çünkü öyle bir özelliği yeteneği yok.

Trabzonspor'u tanımlamak için basketboldan bir terim araklayarak 'fast-break takımı' diyebiliriz. İşin içine ofsaytı koyduğumuz an fast-break terimi uçuveriyor; öyle de oldu. Bir ara maçı anlatan spikerin de vurguladığı üzere savunmayı çok önde kuran PSV bu işi Anadolu takımlarımız gibi eline yüzüne bulaştırmadan halletti. Böyle bir takımda Burak Yılmaz'ı eleştirme gafletinde bulunmayacağım; ama saha içinde 'küçük işler peşinde koşan oyuncu' görüntüsünden hemen vazgeçmeli.

Trabzonspor haddinden fazla tutuktu, saha ve seyirci dezavantajını(!) çok iyi kullandı; PSV ise hayli 'cool' bir takım görüntüsündeydi. Bir ara Aykut-Barış değişikliğini dahi düşündüm; olanca sıkıcılığı ile geride kalan bu maç sonrası artık ikinci raund için beklemedeyiz.

Şenol Güneş de izlettiği ve bizzat izlediği takımdan bu kadar kısa sürede nasıl iki gol yiyebildiğimizi kurcalamalı.


( Takım kaptanı Trabzonlu ve Trabzonsporlu oyuncumuz Tolga Zengin'in gollerden sonraki gözyaşları her şeye bedeldi. Bu takımın ve bu camianın Yavuz Selim Sahası'nın tozunu yutmuş oyunculara ihtiyacı var.)

15 Şub 2012

Zambiya'ya alkış


Afrika Uluslar Kupası'na ülkemiz futbolseverleri ilgisinin, büyük oranda anaakım spor medyası tarafından farklı bir gidişata sürüklendiğinin yıllardan beri farkındayız. "Eski Beşiktaşlı Ahmed Hassan şov yaptı, Eboue'nin Galatasaray'a katılması uzadı, Trabzon Zokora'yı arıyor..." Turnuvanın Dünya Kupası takvimine göre ayarlanacak olması sebebiyle önümüzdeki sene tekrar yapılması da, muhtemelen bunu devam ettirecek: Transfer sezonunun kavurucu sıcaklarında, Afrikalı milli bir oyuncu herhangi bir takımımızın gündemine girerse ortalama 1 aylık turnuvada yer alma süresinin hanesine medya tarafından dezavantaj olarak yazılacağı aşikar. Futbol dilencileri ise, turnuvayı beklemeye başladı bile...2 gün önce biten turnuvanın galibi hakkında ilk ve son yorumumuzu da yapalım, bekleyelim.
Zambiya...Zambiya...Ülkenin en önemli ihraç kalemlerinden biri olan bakırdan esinlenerek ulusal takıma yakıştırılan Chipolopolo (Bakır Mermiler), adına layık bir biçimde turnuvayı 12'den vurdu, geçti. Haliyle, aşağı yukarı futbola dair ortak kaygılara sahip çevreler için bu başarı, ortalama on yılda bir kez dünya futbolunun yüzünü ağartan mucizelerden birine daha şahit olunmanın mutluluğu anlamına geliyor. Hele hele, Afrika gibi, bağımsızlığını yakın tarihlerde elde etmiş onlarca ülkenin içinden, yine eski Britanya kolonisi bir ülkeden böyle bir başarı gelmesi...Hele hele, turnuvanın galibinin Afrika dışında oynayan yalnızca 4 oyuncusunun olması (ikisi Çin'de, birisi İsviçre'de, bir diğeri Rusya'da)... Kuzey Afrika ülkeleri karışık, iddialı takımlar turnuva dışında kalmış, Fildişi Sahilleri'nin neredeyse tamamı Avrupa'nın büyük kulüplerinden gelen süperstarlar... Kot pantolon ve beyaz gömlek giydiği içinmişçesine (malum, bazılarına göre imaj her şey) tanınmamaktan yetenek abidesine dönüştürülen, sömürgeci ülkesinin karakterinden iyi ki ve zerre nasibini almamış yakışıklı bir teknik direktör geliyor; kiminin krizini süzüp, kiminin forsunu umursamayarak Zambiya'ya şampiyonluğu getiriyor. Hervé Renard'ı bundan sonra daha yakından izleyeceğimizi ve kendisinin sempatimizi fazlasıyla kazandığını ekleyerek, Mweene, Mayuka ve Katongo iskeletli takımına kattığı kazanma arzusunu takdir ediyoruz. O takımın heyecanını, 120 dakika ve penaltılardan oluşan finale dek ve ardından finalde hissetmiş, son gece Mweene'ye "helal" deyip durmaktan kendimizi alamamışken, yapacak başka bir şeyimiz yok. Bol bol takdir...
Futbolculuğunu ayrı bir yere koyduğumuz halde, şimdinin UEFA Başkanı Michel Platini'nin bir Avrupa futbolunda durmaksızın seyreden ırkçılığa, bir de penaltı kullanmaya giderken rakibin genç oyuncusunun sırtını sıvazlayan Drogba'ya bakıp "nereye gidiyoruz?" diye sormasını bekleme; sıkı bir Maradona'cı olarak aynı finali onunla beraber seyretmiş olmaktan bile sıkıldığım Pele'nin "Afrika'nın hangi oyuncusunun Messi'den iyi, herhangi bir Brezilyalı'dan ise kötü" olduğunu işitmeme isteği ile bu güzelim turnuva bitti.
Not: Football Manager serilerini takip edenler bilirler, bir önceki senenin başarılı teknik direktörünü andıran bir kapakla çıkar oyun. Hervé Renard'ın kot-gömlek kombinasyonunu görürsek şaşırır ama seviniriz.

Kartal Braga'da Yüksekten Uçtu

Avrupa Ligi'nde D.Kiev, S.City ve M. Tel-Aviv ile birlikte yer aldığı E grubunu 1. sırada bitirerek bir ilke imza atan Beşiktaş'ta yüzler gülüyordu. Bu başarısı, ligde aldığı galibiyetler ve yenilmezlik serileri, üstün form sahibi Beşiktaş'ı Avrupa manşetlerine taşımış ve ligde de zirveye ortak yapmıştı ancak her zirve çıkışının bir de iniş safhası olduğu yine gözler önüne serildi; Karakartal Süper Lig'de son 4 maçta yalnızca 1 puan alabildi. Bu travmatik dönemin acil çıkış kapısı ise elbette ki Avrupa Ligi İkinci Turu'ndaki Braga maçıydı. Tüm Türkiye basınında hem futbolcuların hem de teknik patron Carvalhal'ın tek çıkış noktası Braga deplasmanı olarak gösteriliyordu. Çok doğru bir tespit olduğu ortadaydı, çok sevilen ve el üstünde tutulan Quaresma'nın Mersin İdman Yurdu maçındaki sorumsuz davranışı, Simao'nun isteksizliği, Carvalhal'ın bu düşüşe müdahele edememesi bir anlamda takım içinde bazı çatlaklar olduğunu belgeliyordu.
İşte Braga maçı böyle bir zamana denk geldi ki, maçı kazanmak bir anlamda kötü günleri geride bırakmak olacaktı. Bunun farkında olan Carvalhal belki de savaşçı bir takım sahaya sürerek bu düşünceyi gösterdi. İlk on bir açıklandığında sahada bir Beşiktaş forveti görememek eminim benim gibi tüm Beşiktaşlıları da bir anlık şaşkınlığa götürmüştür ki, forvetsiz oynamak Beşiktaş'a sıkıntı yaratmadı da değil ancak 30. dakika Braga aleyhine gelen kırmızı kart işleri tersine çevirdi ve belki de bir eksiklik, bir hata olarak görülebilecek bu taktiksel diziliş kendini ele vermedi.
Maçta kırmzı kart sonrası üstünlüğü ele alan Beşiktaş dakika 37'de artık klasikleşen "Fernandes yapar ortayı, Sivok vurur kafayı" sloganını haksız çıkarmayarak bu ikili bir tipik Kartal golü daha atıyordu ve Sivok Beşiktaş'taki en golcü sezonunda listeye 1 gol daha yazıyordu. Oyunun kontrolü tamamen Beşiktaş'taydı, bunda kırmızı kart kadar Beşiktaş defansının üstün mücadele örneğinin ve mükemmele yakın performansının da etkisi var diye düşünüyorum. İkinci yarıda ise yine Fernandes sahneye çıkıyor ve Simao'ya asisti yapıyordu. Burada şunu da söylemek lazım ki hala "bu Fernandes neden büyük takımlarda oynamıyor, adamlar biliyor abi bu adamda bir numara yok almazlar tabi, ancak Beşiktaş'ta oynayabilir." gibi düşüncelere kapılanlara Fernandes oynadığı oyunla birkez daha cevap veriyordu.
Son olarak Beşiktaş'ın cefakar, vefakar taraftarına da değinmek gerekir. Türkiye'den kilometrelerce uzakta Braga'da maç başından itibaren susmayan ve hem futbolcular hem de televizyondan maçı takip edenler için için İnönü atmosferi yaratan taraftarlara teşekkür etmek gerekir. Hani Braga'lı taraftar stadı doldur(a)mamış orası gerçek ama Beşiktaş taraftarı yine formunda, yine deplasmandaydı.
0-2 lik güzel sonuç tabi ki bazı soruları da beraberinde getirdi; Lazio mu A.Madrid mi?


12 Şub 2012

Bir Rüya Daha Bitecek, Nistelrooy Yaş 35...


Herkesin futbolu sevmek için nedeni var mıdır? Ya da futbolu sevmek için nedene gerek var mıdır?
Bu soruların cevapları herkes için farklıdır ama benim için bir sebep var ki gerçekten futbolla olan ilişkimi en tutkulu döneme taşımıştır.
Belki çoğu insan için yaşayan efsane(ki bu tamlamaya da sinir olmuşumdur) denildiğinde akla ilk gelen isim değildir ancak benim için önemi büyüktür Ruud Van NİSTELROOY'un.
Nistelrooy'la tanışmam onun Manchester United zamanına denk gelir.Nistelrooy PSV'den gelmiştir ve United ile beraber ligde fırtınalar estirmektedir.
Hani ilk izlediğim maçını hatırlıyorum da yüzümdeki aptallık ve mutluluk, sevdiğim kızın benden önce davranarak bana açıldığı anda hissettiklerimle eşdeğerdi.Seyrederken Nistelrooy'u, farkediyorsunuzki, klasik futbolcu görüntüsünün altında inanılmaz bir futbol ve pozisyon bilgisi var ve -genel de Türk futbolunun kanayan yarası olan-son vuruşlardaki inanılmaz becerisi sizi etkilemeye yetiyor. Bu becerinin yanında O'nun Manchester taraftarıyla bütünleşmesi mükemmeldir, hep istemişimdir Nistelrooy'un golü sonrası tüm taraftarlarla beraber "Ruud Ruud Ruud" diye bağırabilmek...Çocukluk heyecanıyla aldığım ilk forma da tabiki Nistelrooy'un 10 numaralı forması olmuştur.Zaten hayali gerçekleştiremesemde hala kulaklarımda o uğultu: "Ruud Ruud Ruud"...
Ayrıca söylemem gerekir ki herhangi bir futbol oyununda Manchester United'ı ve daha sonra da Real Madrid'i seçme sebebimdir Ruud Van NİSTELROOY, hani ona gol attırabilmek için çok emeğini yemişimdir Ryan Giggs veya David Beckham'ın :) Ama atıyor adam ...

Beni bu yazıyı yazmaya iten de aslında bir korku sebebidir, yani söylemek istediğim çocukluğumuzda bizi hayallere götüren çoğu futbolcu birer birer bırakıyor futbolu ve (kesinlikle kabul etmesem de) artık Ruud Van Nistelrooy'un da zamanının dolduğunu düşünenler hiç de az değil.O bıraktığında yazacak şeyler çok olacaktır belki ama ben O'nun bırakmasını istemeyerek ve bundan korkarak yazıyorum bu satırları...
Peki bunca sözden sonra biraz da performasnından bahsetsem uygun olacaktır galiba.Her futbolcu gibi Flying Dutchman'in* de bir futbolculuk serüveni vardır, bir göz atalım; asıl ismi ; Rutgerus Johannes Martinus van Nistelrooij'dur 1 Temmuz 1976 günü(evet ne yazık ki 35 yaşında) Hollanda'nın Oss şehrinde dünyaya geldi.Futbola FC Den Bosch takımının 19 yaşaltı takımında başladı daha sonra FC Den Bosch'un A takımında 4 sezon geçirdi ve çıktığı 69 maçta 17 gol attı FC Den Bosch formasıyla bu performansı sonrası Heerenveen'e 2 milyon dolara transfer oldu.Heerenveen macerası yalnızca 1 sezon(31 maç 13 gol) sürecek ve PSV tarafından keşfedilecekti.İşte asıl patlamayı PSV'de 67 maçta 62 gol ile yaptı, daha doğrusu tam patlamayı yaptığı sırada ayağını kırdı ve o sıralarda Sir Alex Ferguson'un transfer listesindeydi ancak ayağının kırılması onu hem Manchester'ın transfer listesinden çıkardı hem de 9 ay sahalardan uzak tuttu. Ancak o 9 ay sonrası çıktığı ilk PSV maçında 2 gol birden atınca yeniden Ferguson'un transfer listesine girdi ve sezon sonunda Ruud 19 milyon pounda Kırmızı Şeytanların yeni üyesi oldu. 2001-2005 arası United'da 150 maçta 95 gol atarak müthiş bir performans göstedi.Ruud 2002-2003 sezonunda Premier League gol kralı oldu.Ardından 2006 yılında Manchester United'tan Los Galacticos'a yani Real Madrid'e 15 milyon euro karşılığında transfer oldu ve 4 yıl bu takım için ter döktü.Madrid'de 68 maçta 46 gol 11 asist yaparak ulaşılması güç rakamları yakaladı.2009-2010 sezonunda Hamburger SV ile sözleşme imzalayan Nistelrooy, ardından da bu sezon itibariyle yeniden İspanya'ya dönmüş ve Malaga forması ile taraftarlarını selamlamıştır.
Ayrıca Nistelrooy Premier League tarihinde 8 maç arka arkaya gol atma rekorunu kırmıştır ve Michael Laudrup, Jens Lehmann, Clarence Seedorf, Claude Makalele'nin ardından Avrupa'nın 6 büyük liginden 3'ünde şampiyonluğa ulaşan bir başka isim olmuştur.Ayrıca yine 3 farklı ligde gol kralı olmayı başaran ilk isimdir.
Premier lig'e dahil olduğu ilk sezonda 23 gol atarak, bu alanda bir rekora imza atıp, ilk sezonda en çok gol atan yabancı futbol olmuştur. Bu rekor 2007-2008 sezonunda Fernando Torres tarafından kırılarak bir gol daha ileri taşındı ve 24 oldu.
Milli takım formasıyla da çıktığı toplam 70 maçta 35 gole imza attı.

Daha sayılabilecek, yazılabilecek o kadar çok şey var ki ancak belli ki sığmayacak bu satırlara olsun yine de O'nu biraz olsun anlatabilmek güzel.Gol deyince aklımıza; bu işi onun kadar rahat yapabilen çok kişi gelmeyecektir buna eminim.Yaşı 35 olmasına rağmen hala yeşil sahalarda görmek istediğim ender isimlerden birisi, şimdiden üzülüyorum çünkü O da bir gün bırakacak futbolu, her güzel şey bitiyordu değil mi ? Pardon unutmuşum... Ruud Ruud Ruud...

*Flying Dutchman onun lakaplarından bir tanesi (Van Gol gibi), ve bu lakabı aldığı maç bir Fulham maçı, topu ortasahadan alıp attığı gol hafızalara kazınmıştır ki bence de kariyerinin en güzel golüdür. Paylaştığım videoda en güzel gollerinin derlemesi var ve videonun son golünde Flying Dutchman ortaya çıkıyor...
Şimdiden herşeyin için teşekkürler, Ruud Van NİSTELROOY...


11 Şub 2012

Let's kick Suarez out of Liverpool


2011 Kış transfer döneminde Uruguay’dan İngiltere’ye uzanan bir başarı hikayesinin aktörüydü Luis Suarez. Amsterdam’daki başarı dolu günlerin ardından Liverpool şehrine ayak bastı Suarez. Hollanda Ligi’nde leblebi gibi gol atan Suarez artık dünyanın en zor ligindeydi. Aynı zamanda da dünyanın en çok desteklenen kulüplerinden birindeydi. 2011 yazındaysa Copa America’yı kaldıran Uruguay’ın en önemli gol silahıydı ve turnuvanın en iyi oyuncusu ödülünü de aldı. Suarez’in kariyerinde her şey iyi gidiyordu. Ancak Suarez’i futbolseverlerin gözünden düşüren olay 15 Ekim 2011 tarihinde oynanan Liverpool – Manchester United maçında yaşandı. Suarez Manu’nun siyahi savunma oyuncusu Patrice Evra’ya maç boyunca ırkçı söylemlerde bulunmuştu…
Patlayan bu skandaldan sonra Suarez artık sabıkalı bir futbolcuydu. Çünkü İngiltere Futbol Federasyonu Suarez’e 8 maç müsabakalardan men cezası verdi. Bu Suarez’in futbol kariyerini ve Liverpool’un EPL’deki başarısını ilgilendiren kısmıydı. Ancak bu olay futbol sahalarından ırkçılığın hala silinemediğinin çok açık bir göstergesidir. Yıllardır İspanya’da Eto’o’ya yapılanlar dünya basınında çok ses getirmişti. Hatta Eto’o’nun İspanya’dan ayrılmasındaki en önemli sebeplerden birisi de maruz kaldığı ırkçı söylemlerdi.
Tekrardan Suarez’e dönersek; Patrice Evra’ya karşı takındığı ırkçı tavrın ardından 11 Şubat 2012 tarihinde oynanan Manchester United – Liverpool maçında seromoniden sonra Suarez ve Evra arasında gergin bir olay daha yaşandı. Suarez rakip takımla tokalaşırken Evra’yı es geçti; bunun üzerine Rio Ferdinand Suarez’e tepki olarak Suarez’in elini sıkmadı ve ittirdi. Suarez’in yaptığı ırkçı söylemlerden pişman olmadığı ve kendisini hala haklı gördüğü ortada. Ancak alınan 8 maçlık ceza ve toplumun vicdanında edinilen kötü izlenim Suarez’i çok fazla akıllandırmamış. Başarı için her yol mubahtır düsturunu koruyan Suarez liman işçilerinin kurduğu ve sosyalist bir duruşla hareket eden Liverpool’a yakışmayan bir futbolcudur. Ve Liverpool camiası biran önce Suarez’i kulüpten uzaklaştırmalıdır. O’nun için en uygun yer İtalya’nın ve faşizmin başkenti Roma’dır. Lazio camiası futbolcuya hiç düşünmeden sahip çıkar. Gerçi yıllar önce Şampiyonlar Ligi’nde Atletico Madrid’in emeğini çalıp, buna sevinen bir kaptana sahip olan Liverpool camiasından bu tavrı beklemekle boşa kürek çekmek arasında da pek bir fark yok gibi.

8 Şub 2012

Amatör Takım, Sessiz Umut: Termespor


Profesyonel futbol olanca sıkıcılığı ile bizi oyalarken büyüdüğüm ilçenin futbol takımı ile amatör futbola uzanmanın çok lezzetli olacağını düşündüm. Ve öyle de oldu; Termespor'u konuşmak, Termespor'u yazmak biraz buruk da olsa bir sevinç yarattı ruhumda.

..

Terme, Karadeniz sahil şeridinde Samsun-Ordu sınırında bulunan Samsun’a bağlı yaklaşık 30 bin nüfuslu bir ilçedir; pidesiyle, pirinciyle meşhurdur. Termespor da bu ilçenin güzide futbol kulübüdür.

1953 yılında kurulan Termespor’un 59 senelik yaşamında kısa sayılabilecek(beş sene) bir 3.lig macerası dışında A takımlar bazında pek bir başarısı olmamış. Karadeniz’in her yerinde olduğu gibi Terme’de de en popüler sporun futbol olmasına ve geniş bir merak uyandırmasına rağmen bu ilçede neden kayda değer bir gelişmenin gösterilememiş olmasını kulübün emektarı Ali Osman Canikli ile konuşalım dedik.
Ali Osman Abi’ye röportaj fikrini sunduğumda ve kulübe geldiğimde bana öyle samimi öyle ilgili yaklaştı ki kulübün yaşadığı yalnızlığı tahmin etmek zor olmadı. Röportaj boyunca kendimi La Gazetta Della Sport’tan gelmiş bir gazeteci gibi hissettim; belli ki ne kendisinin ne de Termespor’un kapısı çalınmıyor hali hatrı sorulmuyordu.
Ali Osman Abi 1957 yılında Giresun’un Alucra ilçesinde doğmuş, 11 yaşında Terme’ye gelmiş. Bir dönem İstanbul’da amatör olarak yaptığı lisanssız kalecilik dışında oyuncu olarak faal futbol oynamamış; ama saha dışındaki hikayesi değme profesyonellere taş çıkarır cinsten.
'Ben bu oyuna, ben bu takıma hayatımı verdim’ diyor Ali Osman Abi.
Kendisi Termespor’a 1990 yılında birkaç arkadaşının ricası ile malzemeci olarak girmiş. Ali Osman Abi ‘malzemeci’ olarak girdiği bu kulüpte yeri gelmiş yöneticilik yeri gelmiş antrenörlük yapmış; Termespor uğruna hayatın her alanında(buna özel yaşamı da dahil) birçok şey kaybetmiş birçok şeyden vazgeçmiş. Son tahlilde geçen yirmi iki senede artık Termespor ve Ali Osman insanların gözünde eşdeğer sayılır olmuş.
Soru: Abi iyisiyle kötüsüyle bu kulüpte 22 senen geçti. Senin dışında birsürü insan geldi gitti buraya, hatta bazı dönemlerde kulüp kapanma noktasına geldi ama senin çabalarınla ayakta kaldı ve bugün burada karşımızdasın. Peki sen hiç bu kulübü bırakmayı düşünmedin mi?
O.Canikli: Düşünmekten ziyade bıraktım. Bilenler bilir, Termespor çok şeyden ayırdı beni; bir dönem özel hayatımla ilgili problemlerden dolayı bıraktım.
(sözünü keserek): Neden geri döndün peki?
O.Canikli: Futbol sevgisi. Hayatımın dörtte üçünü kaplıyor futbol. Günlük ihtiyaçlarım ve ibadetim dışında kendime ayırdığım bir zamanım yok. Kulüpte yatıp kalkıyorum, bu ilçede kime Ali Osman deseniz ‘Termespor’ der. Yalan yok, belki başka çıkış yollarım olsaydı deneyebilirdim; ama olmayınca burada aldığım ücrete yaşam şartlarıma bakmaksızın ‘kaderimdir’ dedim ve kendimi Termespor’a adadım.
Soru: Termespor’a minik takımla ayak basan bir çocuk ilk sizinle tanışıyor ve sonrasında sizin elinizde büyüyor. Termespor’da oynamış birçok arkadaşımın size ‘Osman Baba’ diye hitap ettiğini bizzat biliyorum. Bu bağ nasıl kuruluyor?
O.Canikli: Samimi bir aile ortamıyla. Bazı çocuklar kendi evinde bulamadığı aile ortamını burada buluyor; doğru olan da bu zaten. Burası da bir okul. Çocuklara bu anlayışla yaklaştığınızda karşılığında sevgi saygı görürsünüz. Sadece ben ve birkaç kişi bu çocuklarla ilgilenebiliyor. Daha fazla ilgi olsa daha güzel şeyler olur; şu an iki yüz lisanslı futbolcumuz var bu potansiyele sahibiz. Dediğin gibi miniklerden itibaren yanında beni gören futbolcu sevgi ve saygının yanında ilerleyen yaşımıza da hürmet gösteriyor. Bu da beni çok mutlu ediyor.
Soru: Terme’yi özel Türkiye’yi genel olarak düşünürsek altyapıdan A takıma geçişte bazı problemler olduğunu, bazen çok sağlam mayaların bile tutmayabildiğini görüyoruz. Sence filmin koptuğu yer neresi?
O.Canikli: Futbolcu yetenekle bir noktaya kadar gelebilir. Futbolcuya elinde tüfek olan bir asker gazıyla ‘Allah Allah’ nidası okuyarak bir yere varamazsınız. Futbol sadece ayakla oynanmıyor, ülke olarak bir oyun aklı geliştirmemiz lazım. Onun dışında futbolumuzu yakan şeylerden biri de o erken ‘oldum’ havası. Bir futbolcu bedensel olarak zihinsel olarak profesyonel olsa da ruhu ‘amatör’ kalmalı. Malzeme zaten mevcut iken düzgün bir eğitimle bu iş olur.
Soru: Senelerdir bu amatör kulübün içerisindesin. Amatör futbolun zorlukları neler?
O.Canikli: (Gülerek) Amatör hep zorluk. Sevmezsen hayatta o işi yapamazsın; ne futbolcu futbolunu oynayabilir ne de çalışanlar verimli çalışabilir. Bu seneye kadar biz oyuncuların cebine harçlık bile koyamazdık; sağolsun Terme’de geçici olarak görev yapan bir kaymakam kulübe bir miktar para yardımında bulundu da oyunculara az da olsa emeklerinin karşılığını verebildik.
Soru: Kişisel olarak geçmişten bugüne hedeflerin, varsa ‘keşke’lerin neler?
O.Canikli: Aslında pek yok. Ama lisanslı bir hoca olmak isterdim. Bu kulüpte bulunduğum süre içerisinde 31 tane hoca ile çalıştım, hepsinden bir şeyler almış olsam tecrübe olarak hiç de fena değilim. (Gülüyor)
Soru: Termespor’la ilgili zihninizdeki en unutulmaz olay hangisidir?
O.Canikli: 3.lige çıktıktan sonra Terme’ye dönüşümüz. Meydanda o otobüsün içinde ben de vardım, otobüs neredeyse devrilecekti. Terme’de futbolu seven sevmeyen herkes kenetlenmiş tek yürek olmuştu.
Soru: 3.lige çıkan Termespor, o havayla neden devamını getiremedi? En azından 3. ligde kalıcı olabilir miydi?
O.Canikli: Termespor’a yazık ettiler desem yanlış olmaz. Çünkü gerekli gereksiz onca harcamadan sonra kulüp bazı kurumların sırtına kambur olduğu için göz göre göre düşürüldü. 3.Lig’den düştükten sonra kulüp kapanma noktasına geldi. Dayanamadım yanıma gençleri topladım Cumhuriyet Meydanı’na gittim; gazetecinin birini çağırıp ‘Termespor malzemeciye kaldı’ diye haber yaptırdım. Sonrasında ilgilenenler oldu da takımı ancak toparlayabildik.
Soru: Artık 3.lig hayal mi peki?
O.Canikli: Neden hayal olsun? Bizim futbolcu potansiyeli anlamında hiçbir sorunumuz yok; ama sahipsiz kaldı Termespor. Çevre ilçe takımlarının bütçelerine baktığımızda Ünye olsun Çarşamba olsun bizim senelik bütçemizi ona katlar; bizim belediyeden aldığımız 3 Milyarlık bir mebla var o kadar. Terme fındık ve pirinç fabrikalarıyla, güçlü esnafı ile aslında şanslı bir ilçe. Tek sorun kulübün doğru yönetilmesi. Kulüp yöneticileri futbolun içinden gelen futbolu seven kişiler olmalı. Burası küçük bir yer; yöneticiler sevilen sayılan ilçenin ileri gelenlerinden seçilmeli. Seçilmeli ki insanlar güvenip gözü kapalı bir şekilde bu kulübe hem maddi hem manevi yardım edebilsin.
Ali Osman Canikli için söylenebilecek çok şey var aslında. O, vesikalık fotoğrafını bile eşofmanlarıyla çektiren tam bir futbol emekçisi. Belki gerekli ilgiyi görmemiştir; ama bu dünyada yaptıklarımız sonsuzlukta yankılanacaksa eğer, boşver be Ali Osman Abi senin yüreğin yeter.
Termespor sarı-siyah formasıyla, Mahir'in fileleri yırtan penaltısıyla çocukluğumuzun efsanelerindendi. Kim bilir belki o günler tekrar gelir; eminim ki en ufak bir kıvılcımda yanacak bir Termespor ateşi halen var. Bazen çok ufak şeyler devasa sonuçlara vesile olabilir; belki bu yazıyı okuyan birileri bir sigara yakarak Mustafa Sinecek'li Levent'li Mahir'li Termespor dönemlerini hatırlayabilir. Terme'nin Termespor'a Termespor'un ise ilgiye ihtiyacı var. Aslında her şey senin, benim, bu yazıyı okuyanların elinde. Termespor yalnız, hem de çok.