31 Eki 2012

Mahalle Maçı Tadında Maç: 7-5!




       Önce 0-4'ten 5-4, daha sonra 5-5, 6-5, en sonunda da 7-5! Bugünkü Reading-Arsenal Lig Kupası maçının sonucu olan bu karşılaşma son zamanlarda kayıtlara geçen en gollü maçlardan birisi oldu. Uzun yıllardır Premier Lig'den mahrum bırakılan biz seyircilerin bari bu kupa maçlarını takip edebilseydik diye serzenişte bulunabilecekleri bir skor var karşımızda, maçı izlememiş olsak bile. Bir diğer anektot ise, uzun yılların kupa hasreti çeken Wenger ve talebelerinin gösterdikleri hırs olarak kayıtlara geçmelidir. Kim bilir bu 4-0'dan geri dönüş belki de Arsenal'e yıllar sonraki ilk kupasını getirir ve talihsiz oyuncu ayrılıklarının önüne geçip, ekonomik olanakların tam kapasite ile seferberliği ile Wenger yeniden o eski şatafatlı takımını yaratabilir, olamaz mı?

30 Eki 2012

The Damned United

Brian Clough... Avrupa'nın en büyük kupasını -yoktan var ettiği- Nottingham Forest ile iki kez üst üste kazanma başarısını gösteren bir teknik adam. Derby County'yi sıfırdan alıp beş sezonda İngiltere 1. Ligi'nin zirvesine yerleştirebilen bir futbol dehası.


2004 yılının eylül ayında hayata gözlerini yuman Clough'un ardınan 2006 yılında yayımlanan David Peace'in "The Damned United" isimli kitabın ardından 2009 yılında da aynı isimli film vizyona girmişti. Filmde Brian Clough'un Derby County ve Leeds United maceraları anlatılıyor; fakat kronolojik bir sıra izlenmeden. Hikayenin biri nasıl başarılı bir teknik direktör olunur; biri ise nasıl başarısız bir teknik direktör olunur sorularının cevabını veriyor. Clough idealist, cesur, mağrur ve dik başlı bir teknik direktör olarak kurgulanmış. Tabi ki neredeyse her an yanında yer alan ve iyi bir gözlemci(scout) olan Peter Taylor'la beraber.




Film 1974 Dünya Kupası'nda başarısız bir sonuç alarak elenen İngiltere milli takımının başına getirilen Don Revie'nin imzasıyla başlıyor. Leeds United takımında Revie'den boşalan koltuğa getirilen isim Brian Clough'tan başkası değil. Takımın başına gelir gelmez devrim niteliğinde kararlar alan Clough, 44 gün sürecek olan Leeds United macerasına adım atmış oluyor.

Bir anda tarih 1968 yılını gösteriyor... 2. Ligin son sıralarında mücadele eden Derby County kupada 1. Ligin zirvesindeki Leeds United'ı ağırlayacak. Bu ağırlamanın kusursuz olmasını isteyen Clough günler önceden kulüpte hazırlıkların başlaması için uğraş veriyor. Ancak maç günü gelip çattığında şu çok bellidir: Brian'ın yaptığı hazırlıklar boşa gitmiştir. Ayrıca hakemler tarafından kollanan Leeds rahat bir galibiyet almıştır. Aynı sezonun sonunda dipten zirveye yükselen Derby County ikinci ligde şampiyonluk ipini göğüsler ve hikaye başlar...


Tom Hooper'ın yönettiği filmde Brian Clough'u Galli aktör Michael Sheen canlandırıyor. Film 60'ların ve 70'lerin atmosferini başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktarıyor. Ayrıca İngiltere'nin Kuzeyinin kasvetli havası ile Güneyinin nispeten sıcak havası arasındaki farka da filmde zaman zaman vurgu yapılıyor. Film, maç öncesi soyunma odalarında, antrenman sahalarında sigara içerken beyaz perdeye aktarılan futbolcular vasıtasıyla dönemin futbol kültürü hakkında da bize bilgi vermekten geri kalmıyor.

Socrates'ten Aforizmalar


1984 yılında Brezilya'dan ayrılıp İtalya'ya futbol oynamak için gelen Socrates'in önünde birçok seçenek vardı:

Roma ve Juventus Socrates'e 1 milyon Sterlin teklif etmişti.

Her iki kulüp de Socrates'in maçlardan üç gün önce seks yapmaya ara vermesini talep etmişti.

Fiorentina ise daha az bir para teklif etmişti Socrates'e.

Ancak Fiorentina'nın önerdiği sözleşmede Socrates'in "maçın başlama düdüğüne kadar karısıyla" seks yapmasına izin vardı.

Socrates de adını aldığı filozof Sokrates'in şu sözüyle hangi teklifi kabul ettiğini kamuoyuna açıkladı:

"Aşk insan ruhunun ilahi güzelliğe duyduğu açlıktır."

Fiorentina'da geçirdiği bir sezon ona Avrupa futbolu ile İtalya futbolu arasındaki farkı öğretmişti.

Fiorentina ligi düşme hattının yakınlarında bitirmişti.

Sokrates çok sigara içiyordu.

Azaltmayı da düşünmüyordu.

İtalya'daki günlerini BBC mikrofonlarına şu sözleri söyleyerek anlatmıştı: "Bazen canım antrenman yapmak istemezdi, fakat arkadaşlarla dışarı çıkmak, partiye gitmek veya sigara içmek... Hayat futboldan daha fazlasını da içerir."

Akıl Tutulması

   Galatasaray Tekerlekli Basketbol Takımı 4. kez dünya şampiyonu oldu. Bu büyük başarı güzide basınımızda bittabi pek fazla yer almadı. Yer alan programlardan birinde ise Hürriyet Gazetesi Spor Müdürü Mehmet Arslan engelli sporcuları aşağılayarak, Türk sporundaki rezilliklerimize bir yenisini daha ekledi. Sporda yaşanan başarıların engelli ya da engelsiz insanları spora daha çok yaklaştırdığını unutan Arslan tekerli sandalye basketbolunda şampiyon olmanın dünyanın en kolay şeyi olduğunu söyleyerek engellileri aşağılarken bahane olarak da harcanan paraların evinden çıkamayan engellilere spor yaptırılması gerektiğini belirtti. Kendisinin mantığıyla düşünürsek futbol ya da basketbolda oyunculara harcanan milyonlarca lirayla da evinden çıkamayan gençlere spor yaptırılmalı mı? Ya da kendisi spor müdürü olduğu gazetede Ercan Saatçi ya da Meriç Tunca gibilerine yazarlık yaptırmak yerine yazı yazmaya hevesli gençlere yer vererek onları teşvik etmeyi düşündü mü hiç?

29 Eki 2012

Karşıyaka


Erdi Kasapoğlu...5 yaşından beri Karşıyaka'da oynayan, kardeşimin liseden, birçoğunun mahalleden arkadaşı, altyapı mahsulü Erdi... 2-0'lık Göztepe galibiyeti sonrası, gitti bayrağı Atatürk Stadyumu'nun ortasına dikti. Maç boyu işini gayet iyi yapan 20 bine yakın taraftar mest...Derbi olmasına rağmen deplasman takımı muamelesi yapılmasını Karşıyakalıların dahi sindiremediği Göztepeli azınlık sus pus.

28 Eki 2012

' Adana Demir Zirveyi Kemir '

    Adana Demirspor'un geldiği son noktaya baktığımızda geçen yazımda sorduğum sihirli değnek mi sorusuun cevabını yavaş yavaş almaya başladık. Aslında Karşıyaka maçı sonrası teknik direktör Mustafa Uğur 2 haftada sağladığı başarıyı sihirli değnekle sağlamadığını anlatmaya çalışmıştı; fakat 4 haftada alınan 12 puan sonrası bu konu hakkında yorum yapmak daha sağlıklı olacaktı. Geçen hafta Ptt 1.Lig'in en fazla bütçeye sahip takımlarından Manisaspor'u evinde deviren Adana Demirspor geçtiğimiz gün de ligin yukarıyı zorlayan ekiplerinden
Şanlıurfaspor'u tarafsız sahada seyircisiz oynanan maçta 3-2 mağlup etti. Haftaya kendi sahasında ligin çok mücadele eden fakat gücü bu kadarına yeten öksüz takımı Ankaragücü'nü ağırlayacak Adana Demirspor büyük bir sürpriz olmazsa 5'te 5 yapmaya çok yakın bana göre. Aynı zamanda gelecek hafta ligin zirvesinde Ç. Rizespor-Kayseri Erciyesspor karşılaşması var. Demirspor haftaya puanını 17'ye çıkarmayı başarırsa, 11.hafta deplasmanda oynayacağı Bucaspor maçı ligin ilk yarısının en kritik dönemeci olacaktır. Süper lig tecrübesi olan ve bu sene de Ptt 1. lig'de iddialı durumda bulunan Bucaspor'dan 1 puan da olsa alınması Adana Demirspor'un play-off grubuna girmekte ne kadar iddialı olduğunu kanıtlar bana göre. Bu durumda en kritik etkenlerin başında kadro iskeletinin sakatlık veya ceza gibi faktörler nedeniyle bozulmaması geliyor. Kayseri Erciyesspor'un golcüsü Emrah Bozkurt'la birlikte 5 golü buluna Gökhan Kaba, Junior, Erçağ, Hüseyin Cimşir ve takımın ataklarına yön veren  ve Ş.Urfaspor galibiyetinin de mimarlarından Erman Özgür istikrarlı performanslarına devam ederse Adana Demirspor taraftarının yüzü gülmeye devam edecek gibi duruyor, umarım da öyle olur.

25 Eki 2012

Fuck the modern football !

Dün oynanan Ajax-Manchester City maçında Ajax taraftarları günümüzde futbolun geldiği noktayı açtıkları pankartla eleştirmişler. Ajax'ı dünya futbolunda en çok öne çıkaran olgu, kupaya odaklı başarılarından çok altyapısında oturttuğu sistem olsa gerek. Türkiye basınında da zaman zaman  karşılaştığımız ''Beşiktaş'a Ajax Modeli '' gibi başlıklar bunun hakkında yeterli fikri veriyor bizlere. Gelinen dönemde Arap Şeyhleri'nin futboldaki bu denli etkinliği, geleneğini sağlam temeller üzerine oturtmuş Ajax taraftarını fazlasıyla kızdırmış görünüyor.

Afrika Devrimi

George Weah 1995 yılında FIFA Dünya'da Yılın Futbolcusu Ödülü, Avrupa'da Yılın Futbolcusu Ödülü ve Yılın Afrikalı Futbolcusu ödüllerini aldı. Özellikle FIFA'dan aldığı ödül(Roger Milla ve Abedi Pele'nin Avrupa'da elde ettikleri başarıların yanında) Afrikalı futbolcuların bireysel anlamda kazandığı en büyük ödül olmuştur. Bu ödüllerin ardından Afrikalı futbolcular Avrupa kulüplerinin gözdesi durumuna gelmiş ve kendilerine büyük bir çalışma alanı bulmuşlardır.

Şampiyonlar Ligi'nde Üçüncü Haftanın Notları

A Grubu
Dinamo Zagreb-Paris Saint Germain(0-2) maçı Zagreb temsilcisinin sıfır çekmeye bir adım daha yaklaştığı başka bir maç oldu. Sanırım yanlış geldiler. Gol atabilecekleri bile meçhul. Bu arada parayla saadet oluyormuş.

Porto-Dinamo Kiev(3-2) maçında Jackson Martinez attığı iki golle gelecek sezon Chelsea'ye transferini garanti altına aldı. 


B Grubu
Arsenal-Schalke(0-2) maçının ardından Schalke her kulvarda varım dedi. Gunners cephesi ise Norwich maçının etkisinden çıkamamış gibiydi.

Montpellier-Olympiakos(1-2) maçı Yunan ekibi gecenin güzel geri dönüşlerinden birine imzasını attı.


C Grubu
Zenit-Anderlecht(1-0) maçında Zenit tek attı(hep bu kalıbı kullanmak istemişimdir Fotomaç misali).

Malaga-Milan(1-0) maçında son saniyede oyuna giren Onyewu eski takımı karşısında galibiyette büyük pay sahibi oldu. Joaquin hafta sonu Valladolid maçının ardından bu maçta da "penaltı kaçırmak benim işim" dedi.


D Grubu
Ajax-Manchester City(3-1) maçı sonrası Roberto Mancini "Bu benim hatam. Takımı iyi hazırlayamadım." Yani parayla saadet olmaz dedi.

Borussia Dortmund-Real Madrid(2-1) maçında C. Ronaldo'nun gol sonrası tribünlere yaptığı sakin olun hareketi maçın son düdüğüyle anlamını yitirdi.


E Grubu
Nordsjaelland-Juventus(1-1) maçının ardından grupta üç beraberliğe ulaşan Juventus 82 Dünya Kupası şampiyonu İtalya'ya nazire yapmaya çalışıyor gibi. Nordsjaelland ise grupta ben de varım dedi.

Shakhtar Donetsk-Chelsea(2-1) maçında son şampiyon sahadan silindi. Shakhtar ise grupta liderliği söke söke almayı başardı. Anlaşılan bu sefer Lucescu zamanında Galatasaray'ın başındayken yaptığı gibi altı beraberlikle gruptan çıkmaya çalışmayacak.

F Grubu
BATE Borisov-Valencia(0-3) maçında BATE'yi rüyadan "karabasan Soldado" uyandırdı.

Lille-Bayern Münih(0-1) maçında görüldüğü üzere Fatih Terim çok haklı: "Avrupa'da her gün yağmur var." Bayern Münih de bu yağmurda oynamaya alışkın. Zira Lille'i geçerken yağmura rağmen(!) hiç zorlanmadılar.

G Grubu
Spartak Moskova-Benfica(2-1) maçı bir kez daha gösterdi ki Spartak gol atmayı da yemeyi de çok seviyor. Maçın sonunda çıkan ufak çaplı gerginlik ise insanın aklına ister istemez yıllar önce Roma-Galatasaray maçında çıkan arbedeyi ve Gaziantepsporlu Lima'yı getiriyor.

Barcelona-Celtic(2-1) maçında -İsa figürünü andıran tipiyle- Samaras yine golünü attı ancak son sözü Barcelona söyledi.


H Grubu
Galatasaray-Cluj(1-1) maçında Dany kaçırdı Semih tuttu. Rumen takımının hocası Ioan Andone'nin maçtan sonra işine son verildi. Ancak bu durumun maçla bir ilgisi yoktu. Ligde alınan kötü sonuçlar yüzünden hocanın ipi çekildi. Galatasaray bu sezon ilk puanıyla tanıştı tanışmasına da uzun yıllardır hasret kaldığı galibiyete henüz ulaşamadı.

Manchester United-Braga(3-2) maçı Salı gecesinin en iyi geri dönüşüne sahne oldu.









Şampiyonlar Ligi'nde İlk Haftanın Notları

Şampiyonlar Ligi'nde İkinci Haftanın Notları

24 Eki 2012

Mircea Lucescu

   Önce Galatasaray'dan, sonra Beşiktaş'tan ve ülkeden kovarcasına gönderdik. Etmediğimiz hakaret kalmadı arkasından. Gittiğinden beri çıtasını çok yükseltti. Bu sezon ligde 12'de 12 yaptı, lig ikincisinin 12 puan ve 20 gol önünde. Şampiyonlar Liginde Chelsea'yi yenerek 3 maç sonunda 7 puanla zirveye oturdu. Bizse teneke bağlayarak gönderdiğimiz bu adamın kapısında yatıyoruz bilmem kaçıncı sefer. Bu kez milli takım için. Siz olsanız gelir miydiniz?

23 Eki 2012

Ara pas için üçgene...


Liseye giderken halı saha takımımızda Ajlan Bey isimli bir kodaman vardı. Babamla ikisi şirket pozisyonları dolayısıyla fasulyeden oynatılırdı. Onlara sert girmek, kalede iseler onları sert şutlarla yoklamak örtük bir biçimde yasaktı. Kaleciydi babam (Bizimkisi baba mesleği). Gençliğin hırsıyla, biraz da babamız olduğu üzere hesap sorma yetkisini yalnızca kardeşim ve ben taşıyorduk. Lakin Ajlan Bey'e karşı biz de sus pustuk. Lavuk bütün o beceriksiz hallerine rağmen kendisini bir şey sanırdı, "Düşündüklerimi sahada uygulayabilsem Real Madrid'de oynardım" klişesini her maç başında savururdu. Maç boyu kıkırdardık. Çokça belini incitir, bazen baldırı çeker, ya da nefesi kesilirdi. Bir Barcelonalı ne isteyebilir, keşke Real Madrid'de oynasaydı.


Aradan neredeyse 10 yıl geçmiştir, artık iyiden iyiye sakatlık meselesi, vücudun daha değişik organlarına yayılmaya başladı. Genellikle de parmaklara... Büyük oranda Play Station vasıtasıyla, futbolseverin düşündüklerini sahaya yansıtmasının virtüel düzlemde önü iyiden iyiye açıldı. Messi'yi yeşil sahada alt edemezsiniz, lakin Messi ile PS oynasanız, 10 maçın 10'unu da yenebilecek düzeye gelebilmeniz mümkün. Bazen de bel ağrısı yapıyor, o da benim gibi menajerlik oyunlarının hastası iseniz. Onda da klasik tavır, İngiltere 5. Ligi'nden bir takım alıp Brian Cloughvari takılmak/ takılmaya çalışmak. Oyun öyle ki, futbolcuların kölelik statüsünü aşabilmesini sağlayan Bosman isimli zata gıcık olabilmek dahi mümkün, o kadar gerçeğe yakın. Bir de herifler öyle ironik ki, "REAL football managers don't need food." diyorlar, hayatınızın yaklaşık 5 gününü (120 saat!) ilgili oyuna ayırdığınızda.


Havsalam yeter de, şu simülasyon meselesine uzun uzadıya girmek istemiyorum. Birkaç "beyin" jimnastiği... Bir 10 yıl sonra, insanların "düşündüğünü vasıtasız/ direkt yansıtmanın" tadına varma ihtimalini de düşünüyorum. Sert bir omuz darbesi alma hissi, azınlığın tattığı bir hal mi alır? Sokak aralarında top oynardık yerine, bizim zamanımızda joystick vardı nostaljisi konur, "Bluebrain çıktı, mertlik daha bir bozuldu" mu denir? Bilimkurgusal olmaktan çoktan çıkan onlarca teknolojik tezahürün, topa dokunma hissini yalnızca beyin ve ekrana havale edeceğimiz günleri yaklaştırdığı söylenebilir mi? Bu kez ağrılar başımıza mı çıkar? Son olarak, Ajlan Bey Real Madrid'te kadroya girer mi?

Mülkiye'de Bir Romantizm Biçimi Olarak Futbol

'Mülkiyelilik' nedir ya da 'Mülkiyeli duruşu' neyi ifade eder? Beş senedir bu okuldayım ve bu sorularla ilgili en ufak bir fikrim yok. 'Mülkiyelilik' ikizler burcuna yakındır onu rahatça söyleyebilirim. Devleti sonuna kadar yermek fakat onun bekasına sonuna kadar sahip çıkmak, elitizmi lanetlemek fakat her konuda elitist olmak, Arka Bahçe'de alkol aldırmayıp Sütunlu Salon'da şarabını yudumlamak...


Mülkiye'nin futbolla ilişkisi ülkedeki muhalif kesmin futbola bakışının yansıması gibidir. Zaten muhalif kesim kendisi dışında kitleleri tutan kitlelere yön veren her şeye ve herkese kuşkuyla ve çoğu zaman antipati ile bakar. Popüler kültürün bir ögesi olarak görülen, bir burjuvazi eğlencesi olarak algılanan futbol da geniş bir kitleye sahip olan bir olgu olarak bu antipatiden nasibini almıştır. Türkiye'de solun ve futbolun birbirinden uzaklaşması futbolu sağ siyasete ve mafyaya yakınlaştırmış, bu devran da böyle sürüp gitmiştir. 

Futbol 'romantizm' işidir; arkadaşına heyecanla anlattığın bir Falcao golünün izlenmediğini fark ettiğinde yaşadığın hayalkırıklığı bahsi geçen ve okunmayan bir makalenin yaşattığı travma ile kıyaslandığında çok farklıdır. Adeta bir 'hard disk' gibi sürekli bilgi yükledikleri, kameralarla öğrencilerin her şeyini gözetledikleri, Türkiye'de en çok sistem eleştirisi yapılan Mülkiye'de Mülkiyeliyi sistemin tam ortasına oturtma çabaları gözetildiğinde Mülkiyelinin aslında benliğini kaybetme noktasına geldiğini görürüz. Sarhoş insan aşkını haykırdığında 'konuş be kardeşim, içini dök' diyebiliyorsanız, sarhoş taraftarın İsyan Marşı ile Nevizade Tezahüratı ile yaşadığı aidiyetine biraz kafa yorun. Sene boyu bu dört duvar içerisinde makalelerle boğuşan, binbir türlü baskıyı 'öğrenciyiz' diyerek sineye çeken Tüllab İnek Bayramı'nda iki yudum içkiyle tezahüratlara sarılıyorsa siz düşünün hangisi 'kitlelerin afyonu', futbol mu sistem mi?

Hastalıklı Zihinler, Futbol ve Kadın

Hope Amelia Solo 30 Temmuz 1981 tarihinde Washington’da dünyaya geldi. Futbola gönül verdi ve kariyer basamaklarını hızlıca tırmandı. 2007’den itibaren ABD Kadın Milli Futbol Takımının birinci kalecisi olarak oynamaya başladı ve son iki olimpiyat oyununda altın madalya olmak üzere birçok başarı kazandı. Dünyanın en iyi kadın kalecisi olarak gösterilen Solo’nun yeteneği yeşil sahalardaki erkek meslektaşlarının çoğundan daha fazla durumda. Ancak Solo ülkemizde bu yeteneğiyle değil olimpiyatlar öncesi yaptığı açıklamalarıyla tanınıyor: “Olimpiyatlarda sevişen sporcu.” Sorunumuz da tam bu noktada başlıyor.

Binlerce yıldır ataerkil bir toplum düzeninde yaşıyoruz. (Anahanlığın Tunç Devrinde etkisini kaybetmeye başladığı düşünülmektedir. İronik olarak, Tunç Devri aynı zamanda özel mülkiyet anlayışının ilkel biçimlerinin ortaya çıktığı dönemdir.) Yaşadığımız düzen hem fiziksel hem düşünsel olarak kadının ikinci planda kaldığı bir düzen. Bunun nedenlerinin ya da sonuçlarının tamamı üzerinde durmak ise boyumu aşar. Ben bu algının yarattığı iki spesifik örnek üzerinden açıklamalar yapmaya çalışacağım; birincisi yukarıda bahsettiğim Hope Amelia Solo algısı, ikincisi ise Ümit Özat - Simge Fıstıkoğlu arasında yaşananlar.
Hope Amelia Solo meselesini yukarıda anlatmıştım. Ancak anlattıklarım biraz eksik gibi. Solo’ya bizim bakış açımızdan bahsettim, ama bu ifade bizim dışımızda kalanların onu başarılı bir kadın sporcu olarak gördüğü anlamına gelmiyor. Aksine, istisnai azınlığın dışında ataerkil topluma yakışır şekilde Solo tam bir “seks objesi” olarak görülüyor. Sosyal paylaşım sitelerinde yazılanlar bunun en bariz ispatı niteliğinde.

Ümit Özat – Simge Fıstıkoğlu arasında yaşananlar ise kısaca Ümit Özat’ın kadınlar futboldan anlamaz diyerek cinsiyetçi bir yaklaşımla Simge Fıstıkoğlu’yla tartışmaya girmesi ve stüdyoyu terk etmesi olayıdır. İşin aslına bakarsanız Ümit’in zihniyeti de sadece bu coğrafyada olmayan, dünyanın birçok yerinde var olan bir düşünce yapısı. Peki gerçek sorun ne?

İki olayda da var olan zihniyet aslında ataerkil düşünce yapısının bir ürünü, yani dünyanın herhangi bir yerinde var olabilecek bir düşünce yapısı. Bu düşünce yapısı zaten başlı başına bütün sistemin bir hastalığı. Lakin bizim başka bir hastalığımız daha var. Öncelikli olarak tedavi etmemiz gereken: Verdiğimiz tepkiler en hafif tabiriyle insanlık dışı. Yani bu coğrafya “insan gibi” tepki vermekte zorlanan insanlarla dolu. Anlattığım olaylar da binlerce örnekten sadece iki tanesi.
Baskın Oran toplumsal dönüşümler yaşandıktan sonra önceki dönemlere ait bazı davranışların sürdürüldüğünü söylerdi. Modern toplum içerisinde de feodal toplum düzeninden ya da önceki toplum düzenlerinden herhangi birinin davranış kalıplarını görmek mümkün. Dinin mi, yukarıdan devrimin mi ya da başka bir şeyin mi etkisi bilinmez ama bizim toplumumuzda da bu eski kalıplar fazlasıyla görülmekte. Bu noktada akla Jeremy Rifkin’in "bireyin yaratılışı" sürecinde öne sürdüğü etmenler geliyor. Rifkin “modern insan”ın oluşumunda çatal-bıçak kullanılmaya başlanmasının önemine dikkat çekmiş, çatal ve bıçağın insanı hayvandan ayırdığını ve onunla arasına mesafe koyduğunu belirtmiştir. Rifkin'in belirttiği gelişim süreci dünya üzerinde pek tamamlanamamış anlaşılan...

Anadolu'nun Demir Kanatları

Raylar üzerinde sallanarak seyreden vagonların camına başınızı yasladığınızda İç Anadolu’nun bozkırını , Akdeniz’in alabildiğine yeşilini, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun dağlarını seyrederken demir ve buharla harmanlanmış bir romantizmin içinde bulursunuz kendinizi. Kendine özgü bir tutkudur demiryolları ve trenler. Bir de demir kanatlı demiryolcu futbol takımları vardır; işte orada mavi-lacivert romantizm başlar…
 
  • Demirspor ve Demirsporluluk Kavramları Nasıl Ortaya Çıktı?

Kurtuluş Savaşı’nın ardından Kemalist devrimin hedefi ülkeyi kalkındırmaktı. Ülke kalkınmasının sağlanabilmesi için kuşkusuz demiryollarının yapımına ağırlık verilmeliydi. Demiryolları bundan sonraki süreçte ulaşım dışında bambaşka bir misyon edinecekti: Topluma hareket getirmek. Bu kalkınma hareketi içinde toplumun alt yapısını değiştirerek sportif alanda taşın altına elini koyma görevi yeni doğan Demirsporluların olmuştu. Yeni toplumu yaratmanın iki boyutu vardı: Birlik ve beraberliği sağlayarak rekabetçi olmayan bir dayanışma sergilemek ve savaş korkusunu üzerinde hisseden halkı zinde ve kuvvetli hale getirmek.
  • Demirsporlar Anadolu’da Kurulmaya Başlıyor

1930’lu yılların başında Eskişehir Demirspor kırmızı-lacivert renklerle kuruldu ve Demirspor adını taşıyan ilk futbol kulübü oldu. 1932 yılında Ankara Demirspor'un kırmızı-yeşil renklerle kurulmasıyla Demirspor ağına bir takım daha eklenmiş oldu. Yasal çerçeve tamamlandıktan sonra renkler mavi-lacivert olarak belirlendi. İzmir Demirspor 1931’de ortaya çıkmıştı fakat 1936 yılında liglere girdi. 1939’da Kayseri’nin ilk spor kulübü Kayseri Demirspor’du. Adana Demirspor’un kuruluşuysa 1940 yılının sonlarına denk gelmişti. 1942’de Malatya Demirspor belirmişti futbol dünyasında; temeli 1929’lu Şimendifer Spor’a dayanan Samsun Demirspor 1945 yılında bu isimle faaliyetlerine başladı. 1950’li yıllarda memleket sınırlarında yaşanan değişim ve gelişme çalışmaları Demirsporlar ağına da sirayet etmişti ve takip eden yıllarda yeni kulüplerin doğmasına ortam hazırlamıştı. Örneğin Konya Demirspor 1953, Gaziantep Demirspor 1969, Nusaybin Demirspor ise 1983’te kurulmuştu.



  • Demirsporların Başarı Dolu Dönemleri ve Günümüzde Gelinen Durum 

1940-1960 yılları arası dönem, Demirsporların altın çağını yaşadıkları dönem olarak nitelenebilir. 1939-40 sezonunda Türkiye şampiyonu olan Eskişehir Demirspor; 1947’de yine Türkiye şampiyonu olan Ankara Demirspor, bu başarıları her ne kadar TFF nezdinde kabul görmese de tarihe adlarını yazdırmayı bilmişlerdir. Çukurova Ligi’nde 10 yıl boyunca şampiyon olarak, 1953-54’te de Türkiye şampiyonu olan Adana Demirspor’a da başarısından dolayı ayrı bir parantez açmak gerekir. Adana Demirspor aynı zamanda elde ettiği bu başarısıyla 1960 yılında İstanbul, Ankara, İzmir takımları dışında Milli Lig’e katılan ilk takım unvanını da kazanmayı başarmıştır. 


Güreş, halter, tenis, su topu gibi spor alanlarında da kendisini başarıyla gösteren Demirspor camiaları kültürel hayatın alt yapısında da etkin rol oynuyorlar. Örneğin Ankara Demirspor aynı zamanda caz topluluğu ve musiki topluluğunu da bünyesinde barındırıyor.



1970’li yıllardan sonra Demirsporlara dair kelam etmek oldukça zorlaşıyor çünkü birçoğu amatör branşlarda kalırken, bazıları da kapanıyor. Günümüzde Nusaybin Demirspor’un da devreden çıkması ile Ankara Cebeci İnönü Stadı’nın yalnızlığında Ankara Demirspor ve yıllarca vefakar bir şekilde takımını destekleyen kalabalık bir taraftar kitlesine sahip Adana Demirspor takımları Demirsporlardan profesyonel olarak yaşayan iki takım. 


Hızlı tren ağları ile demiryolları son yıllarda önemli oranda gelişim gösterirken aynı şeyi Demirsporlar için söylemek imkansız. Sanırım profesyonel kulüplerin yasal olarak kurumlardan aldıkları desteğin de kalkmasıyla madden dışa bağımlılıkları her geçen gün artan kulüplerin bundan sonraki akıbeti en çok demiryolu ve demiryolu futboluna öyle ya da böyle emek verenler için merak konusu olacak. Son olarak bu yazının oluşmasında yazdıklarından çokça faydalandığım Yavuz Yıldırım Demirsporların dünyasını şöyle anlatıyor: ‘’ Demirsporlar sadece başarı endeksli ve yarışmacı takımlar olsaydı, bir rakipten öteye gidemezlerdi. Onların yarattığı dünya, biraz da gerçek dünyanın dışında bir yerde, naif bir spor kültürüne dayanması ile farklıydı. ''[1]

1 Yavuz Yıldırım, Tren Bir Hayattır, Tanıl Bora(ed.), İstanbul, İletişim Yayınları, 2012

21 Eki 2012

İnanç meselesi

    3 Temmuz 2011 tarihinden itibaren Türkiye'de futbola ve tutulduğu takıma iman eden; inandığı değerlerin maçlarına giderek, takip ederek ona ibadet eden insanların sayısı azaldı. Bir nevi Deizm'e yönelen insanlar
belirdi artık Türkiye stadyumlarında. Herşeye rağmen kirli pazarlıkların, adaletsizliklerin olduğu bu yaşam alanında kimileri de cehennemden kombine almıştı belki de. Dün akşam Bursaspor - Fenerbahçe maçında,  Türkiye'de yaşanan şike davası sürecine bir mesaj vardı Bursaspor tribünlerinde. Derdimiz kimseyi zan altında bırakmak değil. İnanç özgürlüğü var diyorsak eğer hala bu ülkede buyrun bakalım:

20 Eki 2012

Adana Demir Aşkı


Biz Adana Demirlileri böyle bilmezdik. Soldaki Daenerys Targaryen...

Seninle Mutsuzluğa da Varım


Transfer yanlışları, taht oyunları, medya baskıları, truva atları, Demirören ve TFF'si; hepsi bir yana. Şu dünyada bana ihanet ettikçe daha çok sevdiğim tek bir şey var: Galatasaray! Ben seninle mutsuzluğa da varım..

17 Eki 2012

Bizden Biri: Andre Francisco Moritz



      2007 yılının ağustos ayında yolu düştü Türkiye'ye bu güzel adamın. Andre Francisco Moritz, 6 Ağustos 1986 Florianopolis'te doğdu. Doktor anne-babanın doktor evladı olmak yerine her Brezilyalı çocuk gibi top peşinde koşmaya başladı. 6-7 yaşlarında futsala başlaması dar alanda tekniğini kullanabilmesi açısından muazzam bir fırsat oldu.



     Profesyonelliğe geç adım atması kariyer planlamasındaki en büyük hataydı. 2005-2006 arası Internacional, 2006-2007 arası Fluminense formasını terletti. Ağustos 2007'de Kasımpaşa ile Türkiye macerasına başladı.





     Kasımpaşa formasıyla 3 sezonda - bir sezon 1.Lig - çıktığı 66 maçta 19 gol attı. Tipik Brezilyalı özelliği olan sol ayağıyla uzak köşedeki örümcek ağını almak Moritz'de de doğuştan vardı. Süleyman Hurma elbette gözünün önündeki bu fırsatı geri çeviremezdi. Moritz'in bir sonraki durağı Kayserispor oldu.



       Kayserispor forması altında beklenen etkiyi bir türlü gösteremedi. 21 maçta 2 gol 5 asistlik performansı ona Avrupa kapılarını kapattı ve Mersin İdman Yurdu defterini açtı. Mersin forması altında 33 maçla en fazla forma giydiği sezonu yaşadı. 4 gol 4 asistlik performansı 2.sene kontratı için yeterli olmadı ve Mersin'le yolları severek ayırdı.



       Bu sezon başında Crystal Palace ile sözleşme imzalayarak yeni bir maceraya atıldı Moritz. Ancak bu kadar sevilmesinin en büyük sebebi oynadığı futbol değil. Kasımpaşa döneminde Türkçe öğrenen Moritz Kayseri ve Mersin'de röportajlarını tamamen Türkçe yaparak taraftarın sevgilisi oldu. Koluna yaptırdığı ay-yıldız dövmesi, Türkiye'deki toplumsal olaylara twitter üzerinden verdiği tepkiler ve yine twitter'da yazılanlara büyük mütevazilikle cevap vermesi kendisini bambaşka bir yere koyuyor. Kendisiyle 2 hafta önce twitterda yazıştık. Türkçe'yi yavaştan unutmaya başladığını kendi kendine pratik yaparak engellemeye çalıştığını söyledi. Ben de Mersin'e davet ettim. Ailesiyle bir gün Mersin'e yerleşebileceklerini söyledi. Kapımız sana daima açık güzel adam...
   

Lionel Messi sen nelere kadirsin!


Şili-Arjantin maçının devre arasında Paraguaylı yan hakem Nicolas Yegros Arjantinli yıldız futbolcu Lionel Messi ile çektirdiği bu fotoğrafla futbol tarihinin en anlamlı karelerinden birinde kendine yer buldu.
Daha önce futbolcuların birbirleriyle fotoğraf çektirmelerine; karşılıklı forma değişimlerine çok kez şahit olduk. Ancak böylesi yüz yılda bir olur. O da tabi ki Lionel Messi'ye denk gelir.

Nein Zlatan Nein!



     Dün gece 2014 Dünya Kupası Elemeleri maçları, sayın Abdullah Avcı yüzünden ilgimizi pek çekmedi çünkü kendi derdimizle meşguldük. Ancak Berlin Olimpiyat Stadı'nda öyle bir geri dönüş oldu ki Macaristan 10 tane atsaydı bile kayıtsız kalamazdım. Futbol geri dönüşlerle ayrı güzel.

Hocalarla futbol: Bir rövanş


Arka bahçede oturmaktan yorulduğunuz bir günün ardından ne yapacağınızı bilmez bir vaziyette misiniz? Ya da bütün gün derslere girdiniz, bir ilk ve son olarak gözüken ders zili sistemi hocanızın umurunda olmadığı üzere ders saati birkaç "blok" öteye mi taşındı? İlgili yorgunluğun ardından okulun muhtelif mekanlarında dinlenmeyi mi tercih ediyorsunuz? Derste yaşananlar, zorlu bir vize/final sonrası vb. durumlar için gerginliğinizi nasıl atacaksınız?

Sorular art arda geliyor, peki ilgili hocanızın futbola düşkünlüğü söz konusu mu, hiç düşündünüz mü? Bu çok kritik... Finalinden 40 almışsınız, ilgili dersin hocasının belini yeşil ve suni sahalarda kırabilirsiniz. Kaleye geçip, yalnızca mevzubahis hocanın imkansıza yakınsayan şutlarını çıkarmayı deneyebilir, pis pis kendisine sırıtabilirsiniz. En güzeli de bu olsa gerek, lakayıt bir tutumdan söz etmiyorum ama naif sayılabilecek bir rövanş gününüzün geri kalanını keyiflendirmek için ideal değil mi?

Aslında ucuz ve mizahi bir giriş olduğunun farkındayım. Böyle zamanlarda blog yazarlığı kisvesine çok güveniyorum. Zaten herkesin bildiği şeyleri iki artistik cümle altında yedirmek ilgili zaman ve ruh tartıldığında, her nasılsa ve bazen ne iyi ki, garipsenmiyor.


Hocalarla 3 yıla yakın devam eden bir haftalık maç organizasyonunun göbeğindeydim. Göbeğindeydim zira "halı saha bedeli" adı altında az para cukkalamadım. "Kordon'da mı yedin çakal?" cümlesini uzun bir müddet duyduk ve ilgili meselenin sönümlenmesini bir müddet bekledik. Bu bir tarafa, çok eğlendim, o zamanları arar oldum. Birkaç püf noktası ve yaşanan sıralamak istiyorum:

-Asla ve asla lakayıt olmamak, akademik boyutu haricinde hoca-öğrenci ilişkilerini sevimli bir hale getirebiliyor. Maça kabul almanın en rahat yolu araştırma görevlisi hoca-ağabeylerinizden geçiyor.

-Titr skalasında- araştırma görevlisinden profesöre- yaş arttıkça kapasite düştüğü efsanesi elinizi kolunuzu bağlamamalı. Nice Valderramaların akademiyi seçerek, "Ha,hobi olarak yine yap" cümlesinde kaybolduğu rahatlıkla gözlenebilir. Zaman zaman Baki Mercimek'ten Jaap Stam'a fazla bir yol olmadığına, sıkı bir çalışma ve sistemle nasıl harikalar yaratıldığına da şaşılabilir.

-Bir önceki madde üzerinden, soğukkanlılık ve hırsı harmanlayan, Puyol öncesi dönemden Metin Özuğurlu'nun dirseğini belinize yemek sizi kendinize getirecektir. Kendisiyle aynı takımda olsanız bile, karamboller kritik o konuda. Affetmez.

-Futbol-afyon ilişkisini kitlelere malolmadıkça öne sürmüyor; hatta "komünizme en yakın spor, zira takım sporu" klişesinden yola çıkıyor olsanız bile, rakip kale önünde dahi pası düşünmek, paylaşımın güzelliklerini biraz abartmak haline dönüşebiliyor. Böyle hocalarınızın fazla üzerinde durmayın, kavga çıkabilir.

-Erel Tellal hocamız en kolay sinir edilebilecek örneklerdendir. Devamındaki günlere yayılan karşılıklı gülümsemenin içindeki hıncı veya galibiyet dolayısıyla "nasıl yendik ama" keyfi damıtmanın kendisi bile hınç ve keyif veriyor.

-Maç öncesi kuru soğukta beklenilen müddetçe enteresan muhabbetler işin bir başka yönü. Zira içimizden dekan yardımcısı mı çıkarmadık, dekan seçimlerini mi konuşmadık, öğrenci bilgi sistemini mi eleştirmedik, hocalarımızın anılarına mı vakıf olmadık... Ailevi sorunlarımızı mı paylaşmadık, çıkışta Çınar'a mı uğramadık...

-Maddi açıdan sıkıntılı dönemlerinizin en büyük kurtarıcıları "öğrencinin halinden anlayan" hocalarınız olabilir. Sağolsunlar. Gönlümde özellikle bir tanesinin yeri var, isim vermeyeyim de reklam için hayır işlemiş zengin modunda gözükmesin. Zengin de değil zaten.

-Hocalardan evinize servis beklemeyin, avucunuzu yalarsınız. Teklif dahi edilemez maddelerden...

-Ertesi gün ilgili hocadan finaliniz var ve ona rağmen maça geliyorsunuz. Taltif beklemeyin.

Geyiği burada bitiriyorum. "Yine Sezgi yüzünden yenildik" cümlesini fazlaca duydum, bu da o naif rövanşlardan sayılsın. Tebessüm ettirmeyebilir, yeter ki feyz alınsın. Sonunda gerçekten mutlu olunuyor. Gerçekten çok basit gözükse dahi, keyifle hatırlanıyor.

Irkçılık Yeniden

İngiltere ve Sırbistan 21 yaş altı futbol takımları 2013 yılında İsrail'de düzenlenecek olan 21 yaş altı Avrupa Şampiyonasına katılım hakkı kazanabilmek için play-off turunda kozlarını paylaştılar. İlk maç İngiltere'nin Norwich şehrinde oynandı ve ev sahibinin 1-0'lık üstünlüğü ile sona erdi. İkinci maç ise Sırbistan'ın Krusevac şehrinde yapıldı ve maçın uzatma bölümleri oynanırken İngiltere 0-0'lık eşitliği bozdu ve mücadeleyi 1-0 galip tamamladı. Ancak konumuz ne yazık ki önümüzdeki yıl düzenlenecek turnuvayla alakalı değil. Turnuvanın analizi muhtemelen bir başka yazının konusu olacak. Sırbistan'da yaşananlar futboldan çok daha öte bir konuyla alakalı: Avrupa futbolunun bir türlü çözemediği "ırkçılık" ile.

İngiltere milli takımında bulunan siyah oyunculara -özellikle de Danny Rose'a- maç boyunca Sırbistanlı birkaç seyirci tarafından çirkin ve ırkçı söylemlerde bulunuldu. Tahmin edebileceğiniz üzere "maymun sesi" çıkarılarak siyah futbolcular tahrik edildi. Zaten sabıka kaydı bir hayli kabarık olan Sırbistanlıların böyle bir ırkçı tutuma izin vermeleri de çeşitli iyi niyet sorgulamalarına yol açtı. Maçın bitiminden birkaç saniye önce galibiyet golünü bulan İngiltere'nin sevincine bu ırkçı tutumdan kaynaklanan olaylar damgasını vurdu. İki takım futbolcuları birbirine girdi; maç boyu sinirleri gerilen Danny Rose rakip takım oyuncularına patladı ve kırmızı kart ile cezalandırıldı. Fakat Danny Rose'un gördüğü kırmızı kartı umursadığını söyleyebilmek mümkün değildi.
Maçın ardından İngiltere'nin hocası Stuart Pearce sahada yaşananlardan ötürü üzgün olduğunu, Sırbistan taraftarı olan birkaç ırkçının çıkardığı maymun seslerinin karşısında UEFA'nın kayıtsız kalmayacağına inandığını söyledi. Kendi ülkelerinde de bu gibi olayların yaşanabildiğini belirten Pearce futbolcularının doksan dakika boyunca sergiledikleri sağduyulu yaklaşımdan çok memnun kaldığını belirtti. Rakip takımın hocası Savo Milosevic'in maçın ardından soyunma odalarına gelerek özür dilediğini belirten Pearce bu gibi utanç verici şeylerin tekrardan yaşanmamasını temenni etti.
UEFA son yıllarda ırkçı eylemlere ve söylemlere karşı cezalar kesmeye başladı. Bana göre yetersiz kalan bu cezalar daha da ağırlaştırılarak verilmelidir. Tabi ki verilecek cezaların yanında ırkçılığı önlemek için gerekli tedbirler de hem UEFA hem de ülke takımlarının federasyonları tarafından mutlaka alınmalıdır. Son olarak Sırbistan'ın cezası şimdiden futbol kamuoyunda kesinlikle büyük bir merakla beklenmelidir.

Biz bir günde mi 'İçinizdeki İrlandalılar' olduk?

Türk Milli Takımı Türkiye'nin çalkantılı dönemlerinden, yaşanan darbelerinden, sağ-sol çatışmasından pek nasibini almamış bir kurumdu. Sanat müziği gibiydi, başına 'Türk' koyduğunuzda kimse gocunmazdı ondan. Bu ülkenin sağcısı, solcusu her sınıftan insanı desteklerdi bu takımı hiç çekinmeden. Nasıl desteklemesin ki? Tarihi mağlubiyetleriyle dalga geçen, turnuvalara katılırken ecel terleri döken ama katıldığı turnuvalarda dengeleri alt üst eden bir takımdı. 

90 doğumlu biri olarak milli takım konusunda şanslıyım. Gözlerimi futbola açtığımda zımba gibi bir milli takımımız vardı. 2000 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Almanya'ya karşı deplasmanda mükemmel oynadığımız 0-0'lık beraberlikle döndüğümüz maç benim için milattır. Bu ülkenin futboldaki makus talihi Sergen'in Matthaus'un sağından atıp solundan geçtiği pozisyonda kırılmıştır. Ne mutlu bana ki o günlerle açtım gözümü futbola! Geçenlerde Suat Kaya'nın ve Okan Buruk'un katıldığı bir Ligtv programında milli takımın en  unutulmaz yirmi maçı vardı, en az on beşini canlı izlediğimi farkettim. Bundan ala mutluluk var mı? 



Bu akşam milli takım o kadar yalnızdı ki çok sevdiğim bir abim 'ülkü ocakları bile şu galibiyete sevinmiştir' dedi, haklıydı da. Herkes o kadar küstürüldü, her şey o kadar anlamsızlaştırıldı ki artık milli takım denen şeyin altı bomboş insanlar için. İstedikleri kadar süslü reklam yapsınlar, istedikleri kadar bu işi bize pazarlamaya çalışsınlar; yemiyoruz yemeyiz artık.

Bu gece kendi kendime dedim ki:' Ulan madem gidemiyoruz bu turnuvalara, gereken neyse yapalım evsahibi olalım.' Bunu dedikten sonra ise 2016'ya aday olduğumuz o harita aklıma geldi, tam bir fiyaskoydu! Keyifleri gelince iki senede Süper Lig'de oynattıkları hevesleri kaçınca sürüm sürüm süründürdükleri Diyarbakır'ın, Akyazı ile HES'le darmadağın ettikleri Trabzon'un olmadığı, Ankara'nın ise ayıp olmasın diye konulduğu o harita...Haritada yer alan Konya ile Kayseri'nin ideolojik olduğu malumunuz, neyse o konulara girmeyeyim.

Milli takım kadrosu belli. Mehmet Ekici bu sene Bremen'de ne kadar oynamış belli. Anadolu futbolcusuna, futbolcusunu o formayla görüp gururlanacak Anadolu taraftarına ayıp.

Hakan Şükür'ü gram sevmezdim; ama bu gözlerin gördüğü en büyük forvetti. Onsuz milli takım izlemek bir garip. Set hücumunda bocalıyoruz, hiçbir forvetimiz sırtı dönük oyunu bilmiyor. Bu ligde bu oyunu oynayabilecek Muhammet Demir, Nobre gibi isimler yetersiz görülüp alınmıyor.



Ankaragüçlüler'in durumu malum, Trabzon'un 3 Temmuz direnişi hala sürüyor, Diyarbakırspor'da sıkıntı bitmiyor, maç saatlerindeki Ferrari haberini gördük Beşiktaş'ın ne olacağı hiç belli değil. Galatasaray ve Fenerbahçe yeni dengelerin önemli parçaları zaten onlara bir şey demiyorum. Benim altını çizmek istediğim şey onun yerine bu oynasaydı mevzusu değil; TFF-Milli Takım-Demirören üçlüsünün halktan nasıl uzaklaştıkları, nasıl bu ülkede futbol namına her şeyin içini boşalttıkları görülmeli artık. Sorun milli takıma Anadolu'dan iki topçu alarak çözülecek küçüklükte değil, bir yabancılaşmanın bir ötekileştirmenin biriktirdiği bir hesap var. Ecevit 70'lerde CHP'yi tekrar canlandırmak için 'CHP halka gitmelidir; ama halka giderken uzatacak elinin yanında söyleyecek sözü olmalıdır' demişti, Demirören TFF'sinin ne uzattığı eli tutacak ne de söylediği sözü dinleyecek biri yok bu ülkede!

Kulüpler ve Milli Takım bazında ne kadar havalarda olduğumuz malumunuz; öyle ki Almanya'ya karşı alınan 3-0'lık mağlubiyetten sonra maçın canlı anlatımında ülkenin en gözde spor yorumcularından R.Dilmen utanç duyarak  kulaklığı bırakmıştı. Kendi evimizde kalecisini iki üç kere gördüğümüz Romanya'ya da 'vasat' diyen R.Dilmen keşke Macaristan maçında da yorumcu olsaydı da üçüncü golden sonraki tepkisini görseydik.

Feyyaz Uçar TRT'de bir keresinde 'Yugoslavya dağıldı da biz turnuva gördük, bu dağılmadan sonra hepsi ekol sahibi olan bu ülkeler kendilerini toparladıkça  tekrar dominant olacaktır' demişti. Yükselişimizin üstüne bir şey koymadığımız sadece gereksiz ego sahibi olduğumuz, jenerasyonlar arası bayrak değişimini gerçekleştiremediğimiz çok rahatça görülüyor. Keza bizi güle oynaya turnuvalara yollayan Bosna Hersek şu an Türkiye'ye kök söktürür. Şu an Balkanlar'da 'rahat yeneriz' diyebileceğiniz bir ülke var mı?

Sorun hocada mı? 
Yazıyı okuduysanız bunu sormamalısınız.

Virüs

Muslera da kimmiş, Volkan dünyanın en iyi birkaç kalecisinden biri. Gökhan Gönül desen Alves'le, Ramos'dan sonra o geliyor. Emre istese Xavi-İniesta'ya nal toplatır, Topal'ı Chelsea istiyordu o Fenerbahçe'yi seçti. Umut yerli Falcao, Burak da yerli C. Ronaldo zaten. Avcı'nın Guardiola'dan ne eksiği var hem.


Genel itibari ile yukarıdaki cümlelerin kurulduğu ve en iyi yorumcusu olarak gösterilen kişinin bunların birçoğunu telaffuz ettiği ütopik bir futbol dünyası var bu ülkenin. Kendimizi olduğumuzdan fazla görmeye ve göstermeye çalışıyoruz sürekli. Dolayısıyla hayal kırıklıklarımız da daha büyük oluyor her mağlubiyet sonrası.
Tek sorunumuz bu değil haliyle. İlk başta; takımımızın her halükarda banko oynayan ırkçı bir kaptanı var. Belki de tek alternatifli yerimizde, alternatifler küstürülür milli takımdan. İnsanın aklına siyasi yapılanma iddialarının içinin boş olmadığı geliyor. Sonra bir kalecimiz var; ülkecek dünyanın en iyi kalecisi sanıyoruz. Adam mafya gibi; milli takım antrenörüne gider yapıyor, gazeteci tehdit ediyor. Maçta onun hatasından gol yiyoruz, kimse ona kızamıyor. Bir sonraki maç antrenör suçu onda değil 20 yaşındaki bir stoperde bulup onu kesiyor takımdan. Gurbetçi futbolcuysan banko 11’desin. Milli takımın kaleci antrenörü ligin kaleci konusunda en sorunlu takımından seçiliyor, kimse neden diye soramıyor.
Ezcümle; Türk futbolundaki siyasi yapılanmalar, mafyatik ilişkiler bir virüs gibi milli takımı vurmuş durumda ve hasta gerçek hastalığını kabul etmiyor henüz, tedaviyi başka yerde arıyor.

16 Eki 2012

Hedef 2016...

   
20 Kasım 2010 tarihinde oynanan ve 2-2 sonuçlanan Beşiktaş-Konyaspor maçından sonra basın açıklaması yapan Bernd Schuster şunları söylemişti: ''Rakiplerimiz hiç birşey yapmadan hep sizin yapacağınız hataları bekliyor. Türkiye'de oynanan futbol beni şaşırtıyor. 2010 senesi içindeyiz ama maalesef burada 1960'lı yılların futbolu oynanıyor."

    Fazla söze gerek yok, hedef 2016...

Absürt Futbol: Pep vs. Tito

Bir tarafta Tito Vilanova, bir tarafta Pep Guardiola...
Barcelona futbol takımı oyuncuları kendi aralarında salon futbolu oynuyorlar. Tribünler dolu. Ancak bir sorun var. Sahada oynanan futbol biraz garip geliyor ilk başlarda. Sonra taşlar oturmaya başlıyor. "Artistik" hareketler, paslaşmalar haricinde sahada olan hemen her şey -oyun dizilimi de dahil olmak üzere- absürt bir futbol anlayışını çağrıştırıyor.

Barcelona kalecisi Victor Valdes alışık olmadığımız bir mevkide, ileri uçta oynuyor. Ancak gelişen atak yönüne göre istediği takımda...
Tito'nun kalecisi Pinto kalesinden topla birlikte ayrılıyor, üst üste çalımlarını atıyor, ardından bir verkaç yapıyor ve top ağlarda. Pinto da tıpkı Valdes gibi golünü yazıyor rakip kaleye.

Victor Valdes'in formasının isim kısmında Messi yazıyor, sırt numarası ise tabi ki 10. Yalnız Valdes'in sırtında kendi forması var. Amatör yollarla Valdes forması olmuş sana Messi forması.
Pep'in takımında forma giyen Sergio Busquets formasının üzerine Tito'nun takımının formasını da geçiriyor. Rakip takımın savunmasında son adam görevine soyunuyor. Asıl takım arkadaşı Adriano topla birlikte rakip kaleye yönelirken Busquets bir anda Adriano'yla verkaça giriyor, asistini yapıyor ve üzerindeki ikinci formayı çıkarıyor.
Piqué'ye gelince; saha içerisinde telefonu çalar, konuşur... Maçın son anlarında ceza alanında kendisini yere bırakır, hakem tereddütsüz penaltı noktasını gösterir... Penaltıyı verkaç yaparak kullanır ve boşalan kaleye golünü atamaz.
Maç bitiminde ise skor tabelasında "Pep 8-8 Tito" yazar...
Futbolun eğlenceli yanlarını fazlasıyla içeren bu maçın özet görüntüleri kesinlikle izlenmeye değer.

Açılış Var Dediler



   Serhat Akın'ın 2004 yılındaki işyeri açılışından... Felsefe yapmaya pek gerek yok aslında: Zevk meselesi..

Arkası Gelmeyen Dertlerin Takımı: Ankaragücü

Şimdi bu yazıya fotoğraf koymadım ben, üşenen okumasın rica ediyorum. Ankaragücü yazılarımızın altına ezilmişliği, sindirilmişliği resmeden şeyler koymaktan bıktık, bilen biliyor bilmeyen de yormasın kendini.

Sol Kapalı'daydım Buca maçında. Maçın sonunda ölüm sessizliğinde bir abi öyle bir girdi ki 'Arkası gelmez dertlerimin' diye...Dertli taraftar şarkısıdır bu, 'ulan ilk defa mı duydun' diyebilirsiniz; fakat hiçbir zaman o anki kadar anlamlı değildi. Yanda 'şeref' tribünü, önümüzde polisler, akıllarda o pozisyon ve hayallerde Deniz Çoban.. 

Geçen seneki 'Diren Ankaragücü' muhabbetini hatırlıyoruz, bu pankartın asıldığı bu tezahüratın yapıldığı her deplasmandan boynu bükük ayrıldı Ankaragücü. O duygu yoğunluğu, o öfke, o birikmişlik.. 'Derdi çeken bilir' tabii ki; e o zaman bir Trabzonsporlu olarak beni bu kadar yaralayan şey ne? Benim Ankara'daki beş yılım ve daha beşer yıllarımdır Ankaragücü. Şu an Galatasaray'da oynayan Burak Yılmaz'ın geçen seneki maçta Alanzinho'nun ara pası ile kaleciyle karşı karşıya kaldığı ve golü attığı üç saniyelik pozisyon benim için bir asır gibi geçti. Topu ayağına aldı 'oğlum bak atma' dedim, 'sikerim gol krallığını cimbom bile üç attı dördüncü olmaz' dedim. Dinlemedi attı, yerin dibine girdim utancımdan.

Bu seneyi konuşmaya gerek yok zaten. Her hafta ayrı bir fiyasko, haklı isyanlar ve sonrasında gelen biber gazıyla cop. Ne yapsınlar artık, kime gitsinler, kimden aman dilesinler? Sahadaki o tertemiz çocuklardan başka neyi var kimi var Ankaragücü'nün? Ben halısahada rakip takımdan birine kızıp topu fırlatabiliyorsam benden üç beş yaş küçük adam türlü zorluğun içinde bir kendinibilmezin bir çuval inciri berbat etmesine nasıl duyarsız kalabilir? Profesyonellik hacizlerin açlıkların belirsizliklerin içinde bir adamın kaderini belirlemesine 'eyvallah' demekse Ankaragüçlüler profesyonel değildir kardeşim, olmasın da! 

'Hükümet düşer, enflasyon düşer' Ankaragücü düşmez dedik; düşmez kalkmaz bir Allah be dostlar! Siz her şeye rağmen ne olursa olsun dik durun! Tarih bu direnişi yazacaktır, bir gün Ankaragücü denen varlık ölecekse 'ayakta' ölecektir. Benim Ankaragüçlü arkadaşım Sinan geçen sene en sıkıntılı dönemlerde bana şöyle demişti:'Mutluyum be Salih, Gökçek döneminden bin kat daha mutluyum. Bu takım benim sonuçta, öyle veya böyle benim.'

BaşkenTrabzon.

14 Eki 2012

Çok bir şey istemedik ki...


Son yaptığım halı saha maçı öncesi, açtım dolabımı, çantamı hazırlayacağım.

İbrahim Üzülmez ve Pascal Nouma imzalı Beşiktaş formamı elime aldım giymek için.Yapamadım, herkes kendi takımının formasını giyecekti ama ben gerçekten yapamadım, giyemedim çok sevdiğim Beşiktaş formasını ve başka bir tişörtle gittim.



 



Neden mi? Hiç sormayın daha iyi... Sadece istiyorum ki; Çocukluğumun Beşiktaş'ını geri verin bana...







Not:İlhan-Pascal-İbo el ele Jübileye.(unutmadık)

Adana Demirspor'da 'Sihirli Değnek' Sesleri

    Adana Demirspor sevdalıları ve PTT 1. Lig'i az çok takip edenler, Adana Demirspor'un 2 haftadır üst üste aldığı 4 gollü galibiyetlerle büyük şaşkınlık yaşıyorlar. Geçtiğimiz hafta Adana derbisinde rakibi Adanaspor'u 4-2 mağlup eden demir kanatlılar bu hafta da deplasmanda 13 puanlı Karşıyaka'yı 4-1 mağlup etti, hem de Karşıyaka'nın ateşli taraftarının önünde. Peki Adana Demirspor'da değişen ne?

    Taraftar ve yönetimin bir türlü uzlaşamadığı mavi-lacivertli camiada tek sorun bu da değil. Yıllar sonra 1.lige çıkarak taraftarını sevindiren Demirspor'da herkesin merak ettiği tek konu bu kaos ortamında takım ligde kalmayı başarabilecek mi? Kendi evinde oynadığı ilk maçta benim de beğenerek takip ettiğim taraftar gurubu Şimşekler; bana göre oldukça yersiz bir tepkide bulunurak sahada edilen mücadeleye tepkisiz kaldılar. Maç boyunca alışıldık desteklerini sahadaki futbolculardan esirgeyen taraftarların, bunun yerine daha mantıklı yöntemlerle yönetimi protesto etmeleri beklenirdi.

    Sahadaki futbola gelince, alınan farklı galibiyetler kimseyi aldatmasın derim. Jose Carlos Junior, Gökhan Kaba ve Erçağ skorun yanında oyun anlamında da öne çıkan isimler oldular son haftalarda; ancak defansif anlamda ciddi şekilde çözülmesi gereken sıkıntıları olduğunu düşünüyorum Adana Demirspor'un. Hücumda son iki haftada yan toplardaki etkinlik ne kadar fazlaysa defansta da bir o kadar zaaf içindeler. Beşiktaş'ın Sakaryaspor' dan alıp Demirspor'a kiraladığı Berat Çetinkaya bekleneni veremiyor. Takım maç içinde savunma yapıp atak savuştururken amatör takım izlenimi veriyor. İki haftada yediği 3 golün nasıl geliştiğini izlemek bile insana yeterli fikri veriyor. Diyeceğim o ki; iki haftadır bulduğu fırsatları ve bilhassa derbide rakip kaleci ve savunmanın ikramlarını iyi değerlendiren Demirspor'un en iyi hedefi yine ligde kalmak olabilir sanırım. Önümüzdeki hafta Adana'da altı haftada 4 gol atıp 3 gol yiyen Manisaspor'u ağırlayacak olan mavi-lacivertliler, yarın akşamki Manisaspor-Gaziantepspor B.Ş.B maçı henüz oynanmadı ama rakibin henüz mağlubiyeti olmadığını hesaba katarak sahaya çıkmalı ve kontrollü bir futbolla önce yenilmemeyi düşünmeli bence istikrar açısından. Çünkü gerçekler bunu gösteriyor, yenilmeme alışkanlığını kazanıp ligde belli bir yer edinirse o zaman sihirli değnekten söz edebiliriz belki.

13 Eki 2012

Yorumsuz




      Ülke futbolu neden bu halde sorusunun cevabını uzakta aramaya gerek yok. Direkt yukarıdaki fotoğrafa bakmak yeterli.

12 Eki 2012

Kırmızı Lacivert Baklava ve Capello Nurullah



       Geçen sezonun -şike konusu hariç- en fazla dikkat çeken 3 takımı şampiyon Galatasaray, oldukça zor günler geçirerek küme düşen Ankaragücü ve ligin yeni takımı Mersin İdman Yurdu'ydu. Mersin şampiyonluğa da oynamadı küme düşme tehlikesi de yaşamadı. Dikkat çekici noktası lig performansıydı. İç sahada Ankaragücü ve Manisaspor'dan sonra en kötü 3.takım, dış sahada Galatasaray ve Trabzonspor'dan sonra en iyi 3.takımlardı. Dış saha performansı iç sahadan daha iyi tek takımdı Mersin. Çok ilginç bir durum olarak görünse de Nurullah Sağlam'ın oynatmaya çalıştığı pas futbolu bu durumun yegane sebebiydi. Mersin'İn maçlarını oynadığı Tevfik Sırrı Gür Stadı'nın sahası diğer stadlara göre oldukça küçük. Rakip takım yayılımı iyi yaptığı zaman Mersin sürekli kabus gördü. Bunun en büyük örneği de iç sahada yenilen 5 golün 4'ü kontratak golü olan Sivasspor mağlubiyetiydi. Bu sezona da aynı futbol anlayışıyla çıkılmasına rağmen 7 haftada 4 beraberlikle sadece 4 puan toplanılabildi. Bunun da başlıca sebebi yüksekten atmayı çokça seven yüzde 95'i güneydoğulu, yüzde 70'i Antepli olan yönetim. Başkan Ali Kahramanlı başta olmak üzere Nurullah Sağlam ve ekibi dahil Antep kökenli. Yönetim içerisinde hükümette görev almaya istekli şov peşinde birçok yönetici mevcut durumda. Futbol kökenli isim zaten yok. Nakliyatçı, petrolcü kişiler yönetimde söz sahibi ve bu durum Türk futbolunun son dönemlerde aşinası olduğu bir durum.


   
     Nurullah Sağlam'In Mersin taraftarı tarafından eleştirilmesinin en büyük sebebi takım içindeki Antepspor orijinli oyuncular. Açıkçası ilk başlarda ben de tepki göstermiştim ancak yönetimin sezon başında '50 trilyonluk bütçemiz var' çıkışından sonra, imza aşamasına gelen başta Bobo ve Cleyton olmak üzere oyunculara imza attırılamaması Nurullah hocayı tanıdığı ve ucuz maliyetli oyunculara yöneltti. Hakan Bayraktar ve Murat Erdoğan gibi 36 yaşında, 50-60 dakikalık kondisyonu olan oyuncularla oynamayı elbette Nurullah hoca da istemezdi. Kendisinden bir mucize yaratması bekleniyor. Bu mucizeyi 2010-2011 sezonunda takımı Bank Asya'da şampiyon yaparak ve geçen sezon kümede tutarak zaten başardı hoca. 3 kez istifa etmesine rağmen kendisinin arkasında durulması bu yönetimin belki de en büyük başarısı.
   

10 Eki 2012

Yılmaz 'Seyyah' Vural


     





        Elazığspor, Bülent Uygun'dan boşalan teknik direktörlük koltuğuna o koltuğun en aşina olduğu isim olan Yılmaz Vural'ı getirdi. Yılmaz Vural 22 farklı takımda toplamda 27. teknik adamlık serüvenine çıkıyor. Türk futbolunun en renkli simalarından olan Yılmaz Vural'a, Buca'dan sonra aynı 'Bülent Uygun enkazı' sendromunu yaşayan Elazığspor'da başarılar dilerim.




8 Eki 2012

Savaşa Karşı Futbol, Üstünidman ve Sine-i Mektep

Work and Travel programı aracılığıyla ABD'ye gittiğim o yaz Siyasal'dan bir futbol sevdalısının blogger aradığını öğrendim Ülken vasıtasıyla.
O güne kadar hiç tanışıklığımız olmayan bir arkadaştı kendisi.
"Savaşa Karşı Futbol" isimli blogunu biliyordum sadece. 
Ben bu arkadaşa "çalışırken kimi zaman boş vaktim oluyor, istiyorsan sana bir Ronaldo(dişlek olanından) yazısı yollayayım" dedim.

Ronaldo'yla ilgili uzun bir çocukluk anısını dökmüştüm kağıda; 1998 Dünya Kupası boyunca ağabeyimle girdiğim Fransa-Brezilya rekabetini içeren. 
O Zidane hayranıydı bense Ronaldo. Bilmiyorum tabi o zamanlar Zidane'ın da Ronaldo hayranı olduğunu. Bilsem ağabeyimi de çok rahat "Ronaldocu" yapardım. Gerçi o tarihte Zidane böyle bir beyanatta bulunmamış da olabilir. Neyse işte...

Kendi paramı biriktirip alamamıştım dişleğin formasını. Maddi durumu benden daha iyi olan bir arkadaşımın Ronaldo formasını bir şekilde almıştım. Bir yaz boyunca o formayı sırtımdan hiç çıkarmadım desem yeridir. Neyle takas ettiğimi hatırlamıyorum. Muhtemelen ya mahalle arasında arkadaşlardan "üttüğüm" taso koleksiyonu ya da futbolcu kartlarıyladır. Bilemedim...

Ben tabi ki bunların hiçbirisinden o yazımda bahsetmek istemedim. Nedense bir garip geldi benim hayatımdan kesitleri bir futbol blogunda paylaşmak(hele de hiç tanımadığın bir insanın blogunda).

Ronaldo'nun devri geçmişti artık. Brezilya milli takımının 2010 Dünya Kupası kadrosuna da alınmamıştı. Hem de attığı onca güzel gole rağmen.
Çalışmaktan geriye kalan vakitlerde bol bol ESPN üzerinden Dünya Kupası izlemeye çalışıyorduk ev arkadaşlarımla. Türkiye'de insanlar için bir eziyet ve kara komedi halini alan "Ömer Üründül'ün 'bloklar arası bağlantı' ve Levent Özçelik'in 'Köyt' muhabbetlerinden uzakta.
Ben de yazdım Ronaldo'nun vedasını ve Dünya Kupası analizlerini içeren bir yazı ve yolladım Salih'e.

İşte o gün kuruldu Üstünidman. Resmi olarak değil tabi ki. 
Sadece ilk adım olarak. 
Daha sonra Salih geldi ve bir ekip oluşturuyoruz Siyasal'da Ali'yle birlikte dedi. Futbol blogu yazacağız. 
Ülken, Hüseyin Ali, Sezgi, Funda, Alpay, Tarık, Salih ve ben toplandık. Blogun adını koyduk, okulumuzun ilk beden eğitimi hocası Ali Faik Üstünidman'ın soyadını kullanarak. Daha sonra Emre, Burak ve son olarak Kürşat katıldı aramıza.

Bugüne kadar blogun içeriğine, tasarımına vs. katkıda bulunan yazar arkadaşlarımızla birlikte şimdi de yeni bir serüvene daha çıkıyoruz. 
Artık Üstünidman'daki içeriği yazılı olarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin gayri resmi yayın organı olan 'Sine-i Mektep adlı gazetede on beş günde bir bulabileceksiniz. 
Bizi okumaya devam edin futbol sevdalıları.

6 Eki 2012

El Clasico'da Basın Manipülasyonu


7 Ekim 2012 Pazar günü oynanacak olan Barcelona-Real Madrid maçı öncesinde El Mundo Deportivo gazetesi Real Madrid cephesini germeye yönelik hareketlere başladı bile. Barcelona'ya yakınlığıyla bilinen El Mundo Deportivo'nun 2008 yılında çektiği bir fotoğrafı tekrardan El Clasico öncesi yayımlaması İspanya'daki basın ahlakını tekrardan gözler önüne serdi.

Çok sıkı bir Johan Cruyff hayranı olan Luka Modric futbol kariyerinde de "14" numaralı formayı giymeye özen gösteren bir yapıya sahip(Real Madrid'de ise 14 numaralı forma Xabi Alonso'da olduğu için 19 numaralı formayı seçmiştir). Kendisi için yaptırılan 14 numaralı Barcelona formasıyla verdiği poz ise 2008 yılına ait bir karedir. El Mundo Deportivo'nun haber içeriğindeyse formda olan Kaka ve Mesut Özil'in gerisinde yedek kalma riski olan Modric'in El Clasico'ya katkı yapıp yapamayacağı yönünde laf kalabalıklarından bahsediliyor. Haberin satır arasındaysa Modric'in Cruyff hayranlığından dem vuruluyor. Bu da -muhtemelen biz fotoğrafı sebepsiz yere yayımlamadık demek için yazılan- bir paragraftan ibaret.

El Mundo Deportivo'nun Barcelona'nın; Marca'nın ise Real Madrid'in gayri resmi yayın organları olduğu gerçeği El Clasico öncesi bir kez daha ayyuka çıkmış durumda. Bu kadar anlamsız işler peşinde koşan İspanyol spor basınını da Türkiye'deki ana akım medyadan ayırabilene aşk olsun. Bana çok tanıdık gelen bu sahneler dünyanın -ister istemez- gözünün üzerinde olduğu bir maç öncesi yayımlanan haberlerin seviyesizliğine işaret etmektedir.

Haberin Linki

5 Eki 2012

Üç korner bir penaltı mı?

    Modern stadyumların, üstü kapalı arenaların, ithal,  doğal ya da suni çimlerin futbola ev sahipliği yaptığı bir çağdayız artık. Futbol aşıkları bu durumdan ne derece memnun peki? Çocukluk dönemlerinde mahalleler arası yapılan maçların tadını veriyor mu, saat ücreti yüz liradan başlayan spor kompleksleri?
    
    Bu yazımda biraz çocukluğuma dönerek; sonucunda dünyanın en önemli ödülü olarak soğuk bir kolanın kazanıldığı mahalle maçlarını, özellikle akranlarıma hatırlatmak istedim. Mahallelerdeki boş toprak arsalarda ya da asfalt ara sokaklarda plastik topların peşinde koşarak geçti birçoğumuzun çocukluğu. Üç kattan başlayan bu toplar dokuz kata kadar çıkardı. Topun sahibi kaleye geçmemek hakkına en baştan sahipti. Gönüllük esasına göre kimse kaleye geçmeyi kabul etmediği için genelde yaşı en küçük olanlar bu durumu zorunlu olarak kabul etmek durumunda kalırlardı. İki kale arasındaki mesafenin çok uzak olmadığı maçlarda kaleler iki taşın adımlanarak paralel şekilde konmasıyla oluşturulurdu. Baştan ''5' te devre 10' da biter'' gibi anlaşmalarla maçın süresine karar verilirdi. Yeri gelmişken yönetmen Varol Uzlu'nun 2008 yılında Trabzonspor' la ilgili çektiği kısa belgeselin adı da ''5'te Haftayım,10'da Biter'' adını taşıyor. Haftayım sözü devreyi ifade ederken; ingilizcedeki ''halftime'' sözüyle sıkça karıştırıldığı için bu sözü kullanmayı tercih ettiğini söylemiş Uzlu.
    
    Gelelim maçların nasıl geçtiğine: Kurulan kalelerin üst kısmında direk olmadığı için kaleci zıpladığında top elinin bir karış daha üstünden giderse gol sayılmazdı. Yani düşünülenin aksine mahalle maçlarında uzun boylu kaleci bir dezavantaj oluşturuyordu zaman zaman. Penaltı kullanılacak nokta adım hesabı ile hesaplanır, penaltıyı kullanacak takımın attığı adımları beğenmeyen kaleci büyük adımlarla yürüyerek yeni bir nokta saptardı; ancak sonuç olarak bir orta yol bulunurdu. Penaltıyı kullanacak oyuncu topun başına geçtiğinde kalecinin iki isteğiyle karşılaşırdı: ''Pis burun vurmak yok haa, abanma sakın! '' Kaleden kaleye gol yok ve üç korner bir penaltı kuralları ise kendine özgü kurallardı. Korner bir anda futbolun en önemli olaylarından biri haline gelerek maçın belli kısımlarında amaç haline gelirdi. Kaleden kaleye degajla atlan gollerin sayılmaması ise kimsenin anlamlandıramayıp genel bir kural olarak kabul ettiği bir yapılagelişti. Mahalle maçlarının en emsalsiz kurallarından birisi de kaleci-oyuncu uygulamasıydı. Buna göre görece güçsüz olan takımın veya sayıca eksik olan takımın kalecisi, top kendi takım arkadaşlarındayken eline almamak kaydıyla oyuna katılabilirdi.

    Eskiden  her şey gerçekten daha masumdu. Hakemlerin yokluğuna rağmen, ufak tefek çıkan tatsızlıkların dışında hiçbir sorun yaşanmazdı mahalle maçlarında. Şimdi ise iki yan, iki çizgi , bir orta ve bir dördüncü hakem olmak üzere tam altı hakemin görev yaptığı maçlarda verilen kararlar bile beğenilmiyor, takımların memnuniyetsizlikleri giderilemiyor. Üç korner bir penaltı mı?  Yok hocam kendini yere bırakırsan eğer,penaltı...