28 Nis 2012

Elenenler-2: Real Madrid

"Bu turnuva yüzünden saçlarım beyazladı. Ama mutluyum" demişti Real Madrid teknik direktörü José Mourinho, Bayern Münih ile oynadıkları Şampiyonlar Ligi Yarı Final ikinci maçı öncesinde. Mutlu olmamasının imkanı yok zira, Porto ve Inter ile kazandığı kupaya üçüncü bir takım ile bu kadar yaklaşması bile buna yetecekken, bir gece önce Barcelona'nın elenmiş olması işin ekstrası oldu. Fakat işler yolunda gitmedi, mutluluk yerini saha kenarına çömelmiş üzgün bir adama bıraktı. Penaltılara giden maçta, Ronaldo ve Kaka'dan sonra Sergio Ramos da penaltıyı gole çeviremedi.

La Liga'nın kalite itibariyle Premier Lig'i geride bıraktığı pek kaale alınacak bir mesele değil bana kalırsa. Muhtemelen İspanya Milli Takımı'nın başarıları, Barcelona ve R.Madrid'in yanında bu sene Bilbao, Atletico Madrid gibi Avrupa ölçeğinde flaş yerlere gelen takımların olması bu kanıyı iyice besledi. Üstüne üstlük Manchester'in iki kulübü, Arsenal, Liverpool (yoktu) gibi Ada takımlarının bu seneki yurtdışı performansı berbattı. Yine de ben, her iki ligin kalite değerlendirmesinde ağırlığın takımların sezon içi lig durumlarına verilmesi taraftarıyım. Dolayısıyla La Liga'daki Real Madrid-Barcelona baskınlığı, açıkçası yukarıdaki tezin şişirilmiş olduğunu kanıtlıyor.

Bu tartışmayı konumuza şöyle bağlayalım: Geçtiğimiz sene R.Madrid'in eski teknik direktörü Juande Ramos, Mourinho'nun takımının Barcelona karşısındaki 5-0'lık hezimeti sonrası şöyle demişti: "Barcelona'yı yenmelisiniz çünkü Schuster ve ben diğer takımları zaten yeniyorduk." Bu beyana rağmen benim o zamanlar görüşüm, dert şampiyonluk ise, işi Barcelona maçlarına bırakmadan bitirmekti. Geçen sene başaramadılar fakat bu sene oldu. Juande Ramos'un dediklerinin tersine "diğer takımlar"dan alınan puanlar Real ve Barca arasındaki farkı 10'a kadar taşıdı. Arada inişler ve çıkışlara rağmen, Barcelona'yı kendi sahasında mağlup etmeleri de şampiyonluğu neredeyse garantiledi. Dolayısıyla geçen sene yolları ayırmanın eşiğine geldikleri Mourinho için başkan Florentino Perez, "hayatımda yaptığım en iyi iş onu buraya getirmekmiş." demeye başladı.

Lig'de durum bu iken Real, Şampiyonlar Ligi'nden iki sene üstüste yarı finalde elenmiş oldu. Yarı finale nasıl geldiğine bakacak olursak, grup aşamasında Ajax, D.Zagreb ve O.Lyon'un olduğu görece zayıf takımların arasından Real 6'da 6 ile bir üst aşamaya geçti. Bir sonraki turda CSKA Moskova'yı toplamda 5-2'lik skorla mağlup ederek çeyrek finale çıkmaya hak kazandılar. Çeyrek finalde bu sezonun şaşırtıcı takımı APOEL'i toplamda 8-2 ile eleyerek Bayern Münih'in rakibi oldular. Son aşamaya gelene kadar, eflatun beyazlıları kağıt üzerinde zorlayacak herhangi bir takımın olmaması işi kolaylaştırdı görünen o ki. İlginç, bizim takımlara her sene Dinamo Kiev'in çıkması gibi, Real'e yakın dönemde bir ara 7 maç üstüste yenilmeyen O.Lyon yine grup aşamasında rakipti. Fakat Lyon'un altın dönemini geride bıraktığını kendi liginden de biliyorduk.

Yarı finalde kendi liginde işleri pek iyi götüremeyen Bayern Münih ile karşılaşmalarının ŞL için asıl turnusol olacağı açıktı böylelikle. İlk maçta deplasmanda alınan 2-1'lik mağlubiyet, eve avantajlı gitmek anlamına geldi. Fakat ikinci maçta bu kez Real 2-1 yenince, yarım saatlik bir uzatma sonunda, maç penaltılara kaldı. Benim gibi kaleciliği seven bir insan için aslında hiç sevmediğim iki takımın maçını izlemenin ödülü de açıkçası bu penaltılar oldu. Dünyanın en iyi 2 kalecisinin performansı benim gibileri yanıltmadı. 2'şer penaltıyı çıkaran kalecilerden şanslı olan Neuer idi zira Sergio Ramos, geçen sene Mourinho ile penaltı kullanma tartışması yaşamıştı kendisi, Beckham ve Baggio'yu hatırlatır bir penaltı kaçırmayla Real'in umutlarını söndürdü.

Mazur görün, bu kadar hikaye kısımdan sonra birkaç sözle yazıyı bitireceğim. Önce Mourinho'nun Real'in görünümünü değiştirdiğini teslim etmek gerekir. Sezon ortasında takımın kaptanlarıyla kavga etmesi basına yansısa da, aradaki buzlar bir şekilde eridi. Takım hüviyeti geçen seneye nazaran kazanılmış gözüküyordu. Bu sene Altın Top'u alacağını düşündüğüm Ronaldo'nun insanüstü istatistikleri bir kenarda ama tekrarlıyorum, iki yılda takımın iskeleti yerine oturdu. Los Galacticos'un fiyasko haline geldiği dönemin ardından Khedira, Mesut, Di Maria gibi oyuncular takıma adapte olmayı başarabildiler. Elbette sezon başında bizim merakla beklediğimiz ama aslında oynayacaklarına pek de şans vermediğimiz Nuri ve Hamit hayalkırıklığı yarattı. Bir de Benzema vakası var. Başlarda Mourinho'nun Pedro Leon ve Canales gibi istemediği futbolculardan olan Benzema takımın çıkışında kesinlikle pay sahibi. Düşünsenize Mourinho o dönem Hugo Almeida'yı Benzema'nın yerine istiyordu! Neyse ki bu defter de kapandı. Gelecek sene Mourinho yine Real'in başında olmayı en azından Lig şampiyonluğu ile garantiledi. (Alex Ferguson daha emekli olmadığına göre Premier Lig'e dönmeyi düşüneceğini en azından bir seneliğine daha sanmıyorum.)

Şampiyonlar Ligi'nin Barcelona ile beraber en çok gol atan takımı, 9 golle de Çeyrek Final ve üstüne çıkabilen diğer takımlardan daha az gol yiyen Real Madrid, Şampiyonlar Ligi kupasını alma amacını Neuer'in ellerinde bir sonraki seneye bıraktı. Gelecek sezon için en az 3-4 oyuncuyla yolların ayrılacağı aşikar. Yüksek maliyeti dolayısıyla belki yalnızca Milan'ın almayı isteyeceği Kaka'yı ŞL'de 3 gol 5 asistlik performansına rağmen göndermek isteyebilirler. Hamit Altıntop yine "güzide" gazetelerimizi her gün başka bir takımla süslemeye başladı. Raul Albiol-Barcelona söylentileri de var ancak buna pek ihtimal vermemek mantıklı. Xabi Alonso'nun oynadığı mevkiye Nuri monte edilebilecek mi, onu hep beraber seneye göreceğiz. 

Bir sonraki yazıda ŞL finalisti Chelsea'nin sezonuna göz atacağız.

26 Nis 2012

Elenenler-1: Barcelona


Şampiyonlar Ligi Finali için yeni bir El Clasico geliyor havası estirilmişti; iki gece içerisinde İspanya Ligi'nin olası şampiyonunun ve turnuvanın son finalistinin elenmesiyle durum tamamen değişti. Finale ev sahipliği yapacak şehrin takımı, Real Madrid'i safdışı bırakan Bayern Münih, Barcelona'yı eleyen Chelsea'yi ağırlayacak. Her iki takımın finale kadar nasıl geldiğini anlatmadan evvel, Barcelona ve Real Madrid'i kısaca masaya yatıralım.

Önce Barcelona

Barcelona sezona, kupa avcısı teknik direktörü Josep Guardiola'nın takım başında kalıp kalmayacağı tartışmasıyla başladı diyebiliriz. Takımla birlikte kazanmadığı kupanın kalmaması ve başka heyecanlara yelken açma isteği dolayısıyla Guardiola'ya kızmak yersizdi. Öte yandan, kazanabilen birini elden çıkarmayı dünyada hiçbir kulüp yöneticisi istemez; isminiz Mourinho değilse teknik direktörü ikna etmek de o kadar zor gözükmüyor. Guardiola takımdan ayrılırsa, yerine kimin geleceğini saptamak ise epey zor bana kalırsa. Roma'ya ısınma turlarına gönderilen Luis Enrique'nin bu işi yapıp yapamayacağı konusunda soru işaretleri fazlasıyla mevcut. Bu tartışmanın geçtiğimiz hafta iki büyük kulvarda da takımın havlu atması sebebiyle tekrar harlayacağı açık.

Guardiola'nın kulübe büyük katkılarını yadsımadan, özellikle bu sezon kadroya yerinde müdahalelerde bulunamadığını söylemek isterim. Her zaman tartışılan Victor Valdes ilelebet payidar kalacak, onu anladık ve bu politikayı yanlış da bulmuyoruz. Dolayısıyla kaleyi geçelim. Defans hattında o kadar fazla sorun var ki, bu konuda neden kadroya 1-2 ekleme yapılmadı merak ediyoruz. Sağ bekte Daniel Alves'in yedeği yok, göbekte Pique ve Puyol'un yanına aslen defansif orta saha oyuncusu olan Mascherano 1,5 yıldır monte edilmiş, sol bekten yıllardır verim alınamıyor. Caceres, Milito, Chygrynskiy takımda doğru düzgün forma giymeden yollanan defans oyuncuları... Halihazırda tam anlamıyla sol bek sayılmayacak Adriano, Abidal'in hastalığı sebebiyle o mevkide alternatifsiz kalmış durumda. Bütün bunları masaya yatırınca, Barca'nın Puyol'un yaşlılığını da hesaba katarak defansını neden takviyesiz bıraktığını uzun zamandır çözemiyorduk. Üstüne de, Chelsea maçında Pique'nin sakatlanarak çıkmasıyla, 3'lü defansın Alves, Mascherano ve Puyol'la nasıl bir ucubeye dönüşebileceğini görmek bizi üzdü. (Bütün bunlara rağmen 26 golle ligin en az gol yiyen takımı olmalarını tebrik etmek gerekiyor.)

Transferde geçmiş yıllarda hep kısa vadede işe yarayan, yaşı biraz geçmiş futbolcuları bulup çıkaran Barcelona bu geleneğini de unutmuşa benziyor. Thuram, Davids, Larsson ilk akla gelenler...Bütün dünyanın hayranlık duyduğu takımın altyapı kültürünü yıpratmadan, yalnızca bir tane, verimli kullanılabilecek futbolcu bulmaları mümkün değil miydi? Ayrıca Afellay, Hleb aşıları tutmamış, Pedro ortadan kaybolmuş, Villa uzun bir sakatlık geçirmiş, iyi ki Messi var. Yoksa Krkic'in de gönderilmesiyle iyice boşalan forvet kadrosuna neden takviye yapılmadığını da anlayamayacaktık. Uzun lafın kısası, bu seneki sendelemenin sebebi, kadro sıkıntısı... Puyol, Alves, Xavi, Iniesta yaşlanıyor; yaşlandıkça bu takım bir zamanlar Milan'ın Dida, Maldini, Cafu, Seedorf'lu haline bürünecek, gözüken o.

Gelecek sene büyük bir ihtimalle Guardiola takımın başında olmayacak. Takıma kazandırmak istediği Cuenca, Thiago ve Tello bu şansı yeni teknik direktör geldiğinde kazanmış sayılacak mı göreceğiz. Onun haricinde Valdes, Alves, Pique, Busquets, Fabregas, Iniesta, Xavi, Messi ve Sanchez'in yeri seneye de garanti. Altyapıdan Deulefou ve Dongou da geliyor. Mesele garanti olmayan iki mevki için yeni adayların eklenip eklenmeyeceğinde düğümlenecek gibi gözüküyor.

Bu sezon Barcelona için güzel başlasa da, aksayarak bitiyor.

(Bir sonraki kritik, Real Madrid, devamı gelecek...)

23 Nis 2012

Formayı çıkarın çıplak oynayın!


İtalya Serie A ‘da 33.hafta karşılaşmasında Siena’ya 4-1’lik ağır bir skorla  mağlup olan Genoa’nın fanatik taraftarları yaptıkları eylemle dünyadaki birçok fanatik futbol severin de yüreklerine su serptiler bir bakıma.

Çektiği cefanın karşılığında sevdalı olduğu renklerin sahada ortaya koyduğu ruhu yetersiz gören her taraftarın ilk şikayet ettiği konu,futbolcuların aldığı yüksek ücretlerdir. Renklerine ve armalarına olan tutkularını tarihlerinden aldığı güçle daha da zenginleştiren taraftarların tek görmek istediği, büyük paralar karşılığında,büyük bir sevgi önünde oynayan futbolcuların sahada yüreklerini ortaya koyarak mücadele vermeleridir. Üzerinde taşıdığı formayı terletmeyen  futbolcu dünyanın hiçbir yerinde kabul görmez ve taraftar bunu hissettiği anda tepkisini bir şekilde ortaya koyar.Bunun yaşandığı yerin İtalya olması hiç de şaşırılacak bir durum olmasa gerek.Futbol uğrunda canlar da orada verildi,şike dolayısıyla dünyanın çok büyük kulüpleri de orada bir alt kümeye düşürüldü.

Genoa-Siena karşılaşmasında Genoa 4.golü yiyince ortalık karıştı.Sahaya yabancı maddeler ve sis bombası atmaya başlayan Genoa taraftarları protestolarını ilginç bir istekle devam ettirmek istedi.Futbolcuların formaları hak etmediklerini düşünen ve çıkarmalarını  isteyen taraftarlarla futbolcular arasında yaşanan pazarlık sonucunda Genoalı oyuncular Giuseppe Sculli dışında formalarını çıkardılar ve Genoa kaptanı Marco Rossi arkadaşlarından formalarını toplayarak taraftara teslim etti.

Maçın ardından yapılan açıklamalarda yine herhangi bir söylem değişikliğine rastlanmadı.Eylemi gerçekleştiren taraftarlar yine taraftar tanımı içine sokulmadı…

Türkiye’de çeşitli tribünlerde zaman zaman duymaya alışık olduğumuz bestenin sözleriyle bitirmek istiyorum:

Milyonlar,dolarlar istiyorsunuz
Formanın hakkını vermiyorsunuz
Taraftarla dalga geçiyorsunuz
Formayı çıkarın çıplak oynayın

Seba'nın yeğeni olmak

Mevcut Beşiktaş teknik direktörü Tayfur Havutçu’dan bahsediyorum. Almanya’dan Türkiye’ye gelerek futbolculuk yaşamına Fenerbahçe’yle devam etmiş, sonra sırasıyla Kocaelispor ve Beşiktaş formaları giyerek 2006 yılında kariyerine Beşiktaş’ta nokta koymuştur. Daha sonra yine Beşiktaş’ta menajerlik ve yardımcı antrenörlük birimlerinde görev yapmış ‘’kendi halinde’’ ‘’sessiz, sakin’’ bir adamdan bahsediyorum.

1997 yılında Beşiktaş’a transfer olduğunda 8 yaşındaydım.Kendisinin Beşiktaş’a gelme sürecinde bu transfer haberinin taraftarın tepkisini çektiğini çok iyi hatırlıyorum.Bunun iki sebebi vardı. Birincisi bir Beşiktaş –Kocaelispor maçında Beşiktaş’ın efsane ismi Şifo Mehmet’le ettiği kavga,ikincisi 2 yıllık Fenerbahçe geçmişi. Bunlar Havutçu’ya soğuk bakılması için gayet geçerli iki sebepti.Futbolculuk özellikleri olarak bakıldığında Beşiktaş orta sahasına herhangi bir katkısı olmayacağı düşünülmüş ve görev yaptığı 9 sene boyunca ortaya koyduğu  istikrarlı performansa bakıldığında, bu istikrarın Beşiktaş’a da istikrarlı bir başarısızlık olarak yansıdığı görülmüştür.Akıllara 100. yıl şampiyonluğundan başka adam akıllı bir başarı gelmiyor maalesef.100. yıl şampiyonluğunda da Federico Giunti’nin  payı düşünüldüğünde tablo kendini ele veriyor zaten.

Süleyman Seba’nın yeğeni olmak, onunla somut bir bağ taşımak birçok Beşiktaşlının sahip olmak isteyeceği bir durum olsa gerek.Bu bağı taşıyan insana da Süleyman dedenin isminin ağırlığından ötürü aynı saygıyı gösteresi geliyor insanın.Ancak gerçekleri görmezden gelerek sırf Seba’nın yeğeni olduğu için ‘’Beşiktaş’ın evladı’’ sıfatını, bu sıfata layık olmayı başaramayan insanlara vermekte ısrar etmek  abesle iştigalden başka bir şey değildir.Sayın Süleyman Seba’ya eğer vefa gösterilecekse, bu onun çok sevdiği Beşiktaş’ı her platformda onun bizlere aşıladığı değerlerle temsil etmekle mümkün olabilir;her fırsatta kulübün herhangi bir biriminde Tayfur Havutçu’ya görev vermekle değil.Şike iddianamesi açıklandıktan sonra ortaya çıkan kayıtlara kadar daha farklıydı gözümdeki Tayfur Havutçu imajı.Ama gördüm ki ağzını bir türlü bıçağın bile açmadığı adam aslında bülbül gibi şakıyormuş.Yedek kulübesinden futbolcusuna bağırarak taktik vermeye üşenen bizim sessiz evlat, telefonda 3. sınıf bir menajerle konuşurken kendi futbolcularına hakaret ve küfür etmekten hiç ama hiç çekince duymamış.Seba’nın yeğeniymiş ama huyundan suyundan hiç nasibini almamış anlaşılan. Beşiktaş’ın hocasının herkes bir babacansa bin babacan olması gerektiğini kavrayamamış Havutçu.Beşiktaş’ın hocasının, yanlışlarını oyuncularının yüzüne söyleyerek,destek olarak çözüm yolunda yardımcı olması gerektiği gibi bir misyonu olduğu hiç aklının ucundan geçmemiş olacak ki kendisinin,sms ve telefon konuşmalarında takım sorunlarını yetkisiz bir adamla ortaya meze yapmış.

Sessiz karakterlerin altından her zaman saf bir efendilik çıkmayabileceğini cümle aleme göstermiştir Tayfur Havutçu. Telefonda arkasından konuştuğu futbolcu,kendisini Beşiktaş’ın hocasından büyük görüp oyundan çıkarken hocasının elini sıkmadan doğrudan soyunma odasına gitmişken diğer hafta bu oyuncuyu oyundan almaya yüreği yetmeyen bir adam olduğuna şahit olduk Havurtçu’nun.Yani 7 maç için 585 bin liraya anlaşılan Beşiktaş’ın imitasyon evladı,yıllık 500 bin euro kazanan  Carvalhal ‘ın gösterdiği cesareti gösterememiştir.Kendi vatandaşlarından ikisini kadro dışı bırakan, az önce söz konusu olan Guti’nin takımdan gönderilmesinde baş rol oynayan Carlos Carvalhal’dan bahsediyorum evet.

Teknik direktörlüğü hakkında bir cümleyle yetineceğim.’’Kazanmak istiyorduk ancak bir puanla da mutlu olmamız gerekir’’ cümlesini gözümüzün içine baka baka kuran bir hocanın Beşiktaş’a teknik direktör olacak vizyona ve kapasiteye sahip olduğunu düşünmüyorum.

Olmadı be hocam, Seba’nın yeğeni olmak yetmedi…Bence vize işlemleriyle uğraştığın Yusuf Turanlı yurt dışında bile kapasitene uygun bir kulüp bulmakta zorlanmayacaktır.Emeklerin için teşekkürler...

22 Nis 2012

Where Playoff Happens- Volume 2: Trabzon'un Irkçılıkla İmtihanı

Süper Final'in ilk haftasını puansız geçen iki takım olan Trabzonspor ve Beşiktaş ikinci haftanın ilk gününde Avni Aker Stadı'nda kozlarını paylaşacaktı. Maç öncesi iki takımın da önemli eksiklikleri vardı; buna rağmen kadrolara bakıldığında pek sıralama maçı olacağı düşünülemezdi. Trabzonspor İnönü'de 2-1 kazandığı maçtaki gibi Colman-Adrian ikilisi ile başlıyor Beşiktaş'ta da Hilbert'in yerine Ekrem Dağ oynuyordu. Sene boyunca Burak Yılmaz üzerine oyun kurduğu için eleştirilen ve katıldığı tv programında 'Burak Yılmaz'ı çıkarıp başkasının üzerine mi oynayalım?' diye serzenişte bulunan Şenol Güneş de ileride tek forvet olarak Halil Altıntop'a görev veriyordu; bu karşılaşma, gideceği rivayet edilen Burak Yılmaz olmadan Trabzonspor'un nasıl bir oyun sergileyeceği açısından da kayda değer bir karşılaşma olacaktı.


Colman-Adrian ve takımın gerçek sağ ve sol açıkları olan Olcan ile Volkan'ın yer aldığı kadroyu 2-1 kazandığımız Beşiktaş maçından beri ısrarla 'ideal kadro' ilan etmekteydim. Nitekim bugün de sırıtmadı Trabzonspor; maçta Burak olmayınca hücum insiyatifleri tekelleşmedi ve oyun kanatlara aktı. Beşiktaş da bireysel hataları bireysel yeteneklerle değerlendirmeye çalıştı; biraz şanslı olsalar galip gelmeleri işten bile değildi. Halil bu sene çok nadir görev aldığı forvet mevkisinde maçın tek golünü kaydetti. (ofsayt olup olmadığını gerçekten çözemedim) Değişiklikler konusunda da Alanzinho'nun geciktiği kanısındayım; Beşiktaş ortasahası bu kadar erken oyundan düşmüşken daha erken düşünülmeliydi. Kadın ve çocukların doldurduğu tribünlerin şartlara göre güzel bir ambiyans yarattığını söylemeden geçmeyeyim. Maç hakkında söyleyeceğim son söz maçı izlerken gözlemlediğim hiçbir Beşiktaşlının bu maçın içinde olmadığı, akıllarının hala Galatasaray maçında olduğudur. O kadar tepkisizlerdi ki geçen haftaki gerilimden sonra bu maç onlar için hazırlık maçı kıvamında gibiydi.

Asıl söyleyeceklerim maçın dışında gelişen olaylarla ilgili.

Trabzonspor camiası Şike Davası'nın başından beri tutarlı bir duruş sergileyememiş, 'İmam nikahı' ile Şampiyonlar Ligi'ne dahil olmuş 'hükümet nikahı'nı aylar sonra kupasını isteyerek dile getirmiş ve tüm bu yaptıkları ile camiaların gözündeki 'ağır' imajını kaybederek 'mektupçu' ve 'okeye dördüncü' konumuna gelmiştir.

Tüm bunları geçtim senelerin rekabeti bir yana birkaç senedir gerilimli bir rekabete girdiği Fenerbahçe ile Şükrü Saraçoğlu'nda karşılaştığı esnada Trabzonsporlu siyahi futbolcu Zokora'ya kameralara açıkça yansıdığı üzere ırkçı söylemde bulunan Emre Belözoğlu'na anlamsız bir şekilde yayın yasağı gelmişken bu geceki maçta ufak çaplı birkaç taraftar pankartı dışında hiçbir tepki göstermemiştir Trabzonspor camiası.

Evet, bundan seneler önce M.Ali Yılmaz başkanı olduğu Trabzonspor'un siyahi bir futbolcusuna 'yamyam' dedi. Sonrasında futbolcular bir basın toplantısı düzenleyerek başkandan özür dilemesini istedi. Sonra Campbell ülkesine döndü ve birkaç sene sonra da M.Ali Yılmaz futboldan fiilen elini ayağını çekti. O zamanlar Irkçılık karşısında dünya kamuoyunun bu kadar dik bir duruşu yoktu; ona rağmen vicdan sahibi her birey her Trabzonsporlu başkanını kınadı. Bugün tüm dünyada ırkçılık bir numaralı sportmenliğe aykırı davranış ve insanlık suçu kabul edilirken, 2009 yılında çıkarılan TFF Kanunu'nda 'ırkçılık'la mücadeleden açıkça bahsedilirken bu suçtan daha önce sabıkalı Emre Belözoğlu'nun yaptığı bu hareketin akabindeki süreci Trabzonspor 'rezil' bir şekilde yönetti.

Trabzon'un en önemli dezavantajı kentte futbolun 'sadece futbol' olması. Futbolun sosyolojik, sosyoekonomik, siyasi hiçbir boyutuyla ilgilenilmemekte; sadece sahada oynanan oyun seyredilmektedir. İşte bu yüzdendir ki bir tribün ambiyansı dahi yoktur. Yani saha dışı olaylar pek oyalamaz Trabzon seyircisinin kafasını; 'yahu bu Zokora olayı ne oldu' diye düşünürken bir pozisyon her şeyi unutturuverir Trabzon seyircisine.

Sosyal Medya'da maç içinde futbolcuların diz çöküp Zokora'nın ayakta kalacağı maç içi bir protestonun planlandığını ve sonradan birileri tarafından 'gerek yok' denilerek iptal edildiğini duydum. Bu fotoğrafla cevap veriyorum.


Kazım Koyuncu 'hayali bir kahraman' mı demişti Trabzonspor için?

Trabzonspor'u tutma sebebim Türkiye'deki statükoya karşı duruşundandı; ama artık Trabzonspor o statükonun bir parçası olmak için var gücüyle çalışıyor.

Sonumuz hayrola.

20 Nis 2012

Ligin Kaderi Bu Hafta Belli Oluyor




Dünyada liglerin ve kupaların sona yaklaşmasıyla birlikte heyecan kat sayısı giderek artıyor ve biz futbol severler özellikle son dönemlerde adeta futbola doyuyoruz. Oynanan Süper Final karşılaşmaları ve Şampiyonlar Ligi mücadeleleri senenin başından bu yana belki de ilk kez şike olaylarını değilde futbolu konuşmamıza olanak sağlıyor ve açıkçası bir Fenerbahçeli olarak bunu özlediğimi belirtmek isterim.(Irkçılık tartışması ve hakem suçlamalarına rağmen yine de eskiye nazaran daha çok futbol konuşabiliyoruz) Ve bu hafta sonu oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray, Barcelona-Real Madrid ve Arsenal-Chelsea karşılaşmaları ile biz izleyiciler futbol doyumu açısından zirve noktasına ulaşacağız büyük ihtimalle.

Bu 3 maç içinde beni ve yazdığım yazıyı ilgilendiren maçı değerlendirme altında alacak olursak, Fenerbahçeli olarak bence ligin kaderi ve gidişatı bu hafta belli olacak. Öncelikle bu kanıya varmamın nedeninin en baştan izah edeyim; eğer Fenerbahçe bu maçtan galip ayrılamazsa Galatasaray şampiyonluk ipini göğüsleyecek, aksi takdirde de deplasmanda Galatasaray'ı yenmenin verdiği moral ve ivme ile Fenerbahçe geriden gelip şampiyonluk yarışından avantajı eline geçiren taraf olacak. İki takım da Pazar günü sahaya bunun bilincinde başlayacak ve 90 dakika boyunca kıyasıya bir mücadeleye tutuşacaklar.

Fenerbahçe'nin geçen hafta Trabzonspor maçında 90 dakika boyunca üst düzey baskı ve pres uygulaması bu maç öncesinde takıma olan güvenimi en çok arttıran nedendir. Hatırlanacağı üzere en son 2-2 biten mücadelede ilk 25 dakika müthiş bir baskı ile Galatasarayı şaşırtan Fenerbahçe'nin gücü ancak o dakikaya kadar dayanabilmiş, geçen 65 dakika Galatasaray'ın baskısı ve sürekli rakip kalede gol araması ile sonuçlanmıştı. Fakat geçen hafta izlediğim Fenerbahçe çok daha diri bir görüntü verdi ve bu maçta bu baskının daha uzun süreli olacağına yönelik güven duygusu aşılattı. Tabi kurulan bu baskının en önemli unsuru Emre'nin bu maçta oynamayacak olması bunu elbette etkileyecektir, fakat ne denli etkileyecek işte o kısmı soru işaretleri ile dolu. Sarf ettiği olay sözler(açık açık fucking nigger(negro bile değil) demiştir inkar etse de ve benim için Fenerbahçe'deki kariyeri bitmiştir) ile bir kez daha gündemi değiştiren Emre'yi bu zamana kadar hep desteklememe rağmen sonunda Fenerbahçe'ye yarardan çok zarar verdiğine sonunda ben de ikna oldum. Trabzon maçında yaptığı top kayıpları da ayrıca bir soru işaretiydi, taktiksel anlamda da oynayacak olsa bile Emre ile başlanması taraftarı değildim zaten.

Biz futbol severler genel olarak teknik direktörlerin işlerine karışmayı severiz ve özellikle FM oyunu ile büyüyen bir nesil olarak zaman zaman hocalardan daha iyi bir teknik donanıma sahip oluruz ve takım hakkında ahkam kesmeyi ve kararları yargılamayı kendimize adet ediniriz. Bu nedenle ben de bu maç öncesinde naçizane kendi taktik dizilimimi ve neden bu oyuncuları seçtiğimi izah etmek isterim, ne de olsa FM dünyasında Fenerbahçe'de kazanılmamış kupa bırakmamış deneyimli bir hocayım. Bir kere Galatasaray'ı ortadan geçemezsiniz; en ileride Elmander, orta sahada Melo-Selçuk, geride Ulfalujsi-Semih; bu isimler bu yılın en iyi 11'i düzenlense muhtemelen formayı kapacak isimler ve Galatasaray'ın mevkileri en garanti isimleri olarak göze çarpıyor. İlk maçta denenen uzun top taktiği bir yere kadar işe yaradı çünkü Sow hava toplarından ziyade yerden birebir oyunlarda etkili olan forvet. Ortadan aşılamayacağına göre geriye bir tek kanatlar kalıyor ve herkesin konuştuğu, solda Caner mi Stoch mu oynamalı sorusuna gönlümden Stoch geçse de Caner diyorum çünkü Stoch benim için yabancı kontenjanına takılıyor. Bu derbide, ancak Galatasaray'ın en zayıf noktası olan sol kanadından yapılan akınlarla etkili olunabilir bana göre ve bu maçta benim sürpriz tercihim, Gökhan Gönül'ün önünde Dia ile başlayarak Hakan Balta-Riera kanadını tamamen etkisiz hale getirerek en kolay sonuca ulaşabilir Fenerbahçe. Sol bekte ligin en iyi hücumcusu Eboue'nin akınları bu sayede Caner ile daha kolay durdurulabilir ve topu mümkün olduğunca sağ kanattan oyuna sokma çabasına girecek Fenerbahçe, bir çok kez yaptığının aksine maç içinde bol bol Sow ile topu buluşturarak sonuca ulaşabilir. Gökhan Gönül'ün son maçlarda kıpırdanmaya başlaması ve Dia'nın, Stoch'un aksine daha çok kanat oyuncusu gibi oynayıp, kanat deliciliğinde başarılı olması ve Sow'u en iyi tanıyan isim olması bu tercihimi mantıklı kılan nedenler olarak göze çarpmakta.

Alex yine ne yapıp edip kendi etkinliğini bir şekilde yaratabilir, yine orta sahada zayıf karnımız olsa da mecburen forma Selçuk Şahin'in olmalıdır, her ne kadar bence Gökay daha iyi bir tercih olsa da Aykut Kocaman'ın bu seneki en büyük yanlışı olarak bu oyuncuyu bir türlü kazanma yoluna gitmemesi ve bu sebeple maç tecrübesinin olmaması ibreyi yine Selçuk'a çeviriyor. Diğer orta saha oyuncuları Topuz ve Cristian ise hiç olmadıkları kadar sert oynamaları ve mücadeleyi bir an olsun bırakmamaları halinde orta sahadaki ezici Galatasaray üstünlüğünü dengeleyecek isimler. Savunmada Yobo'nun yanına istemesem de Bekir'i tercih ederim, Serdar Kesimal'ın bu maçı kaldıramayacak kadar yumuşak bir oyuncu olması nedeniyle. Son olarak 11'i yapacak olursam; Volkan- Gökhan, Yobo, Bekir, Ziegler- M.Topuz, Cristian, Dia, Caner,- Alex, Sow bu maç için sahaya süreceğim isimlerdir.

Bahsettiğim 11 benim şahsi kanaatim ve muhtemelen Aykut Kocaman yine kendi bildiği klasik 11'ini ortaya koyacak, tek yapmamasını dilediğim daha önceki iki maç yaptığı gibi Alex'ten forvet yaratıp Sow'u kanat oynatma fikrine kapılmaması. Yazının ana düşüncesinde de dediğim gibi bu hafta ligin kader haftası ve hoca da bunun bilincinde ve bana göre defansif anlayışı bir kenara bırakıp sahaya kazanmak için çıkacaktır. Bir Fenerbahçeli olarak dileğim sene başından beri çok az izlediğimiz son Galatasaray maçının ilk 25 dakikasını tüm maça yaymış bir Fenerbahçe görmek ve deplasmanda GS karşısından zaferle dönmek, bir futbol sever olarak da dileğim hafta sonu oynanacak diğer Barcelona-Real Madrid ve Arsenal-Chelsea derbileri kalitesinde ve mücadelesinde bir maç izlemek gerçi son dilediğim imkansıza yakın bir şey o yüzden ben sadece Fenerbahçe'nin kazanmasını diliyorum.

18 Nis 2012

Kalecilik üzerine

Belki Türkçe'ye çevrilişlerinin benzerliğidir fakat kale denilen kavram, en az satrançtaki değeri kadar futbolda da değerlidir. Eğer ikisi de takım oyunu ve uyumunu içermek ile başarılı olabiliyorsa, yeri geliyor şaha kol kanat gerebilecek tek hareketi kale yapabiliyorsa, bu benzetmeyi yapmak mümkündür. Bir tanesi yatay veya dikey hareket etmekle, diğerinin koruyucusu ise ellerini yalnızca ceza sahasında kullanabilmekle sınırlandırılmıştır. Fakat futboldakinin farkı, kalenin ve koruyucusunun tek oluşlarıdır.

Bu tek oluş meselesini genellikle "kaledeki yalnızlık" olarak tarif etmek popülerdir. Bizim blogda Sinan kardeşimizin tanıtmış olduğu üzere bu yalnızlık hakkında film dahi çekildiğini öğrendik. Kabul edilmeyecek bir değerlendirme değil elbette, kaleci bana göre de o sahanın en yalnızıdır, eldivenlerini saymazsak...Futbolcu kategorisinde görülmez, genellikle en çok eleştirilmeye müsait olan da odur. Zaten baştan dezavantajı vardır, 1 kişilik pozisyona en az 3 tane talip arasından devşirilir. Yeterince sabırlıysa ve/veya yeterince yetenekli görülmediyse 10 sene oturur yedek kulübesinde, çıtı çıkmaz. Ola ki formayı kaptı, günü gelir bir gecede silinir, kimse sorgulamaz.

Benim için kalecilik, bu şartlar altında zor gözükse de, çocukluğumdan beri futbol sevgimin başat aktörü olmuştur diyebilirim. Sonuçta profesyonel anlamda o strese tabi olmayacağım başından belliydi. O yüzden daha kolay oldu kaleciliği sevmem demek ki. İlk hatırladığım sahne ilkokulda Ahmet isimli komşum ve aynı zamanda sınıf arkadaşımın yaşıtlarına göre yapılı, kalede de yetenekli olduğunu fark etmemdir. Kaleciliği onun sayesinde sevdim dolayısıyla. Beni mahallemizdeki parkın çimlerinde eğitmeye vakit harcamıştır, sağolsun. Sonra kendisi kaleyse sınırlı kalmayı tercih etmedi, farklı mevkilere geçti, o ayrı. Aynı zamanlarda bir gazetenin verdiği ve üzerinde David Seaman'ın fotoğrafının olduğu "Kaleciler" kitapçığını edinmiştim, onu kaç kez okumuşumdur bir ben bilirim. Kardeşim daha dokuz yaşında Junior Messi tavırlarında otuz yaşında adamların belini bükerdi, bense o sıralar o abiler şans verir de kaleye bir ara beni alırlar umuduyla kale yapmak üzere tuğla aramaya giderdim koşarak.

Ortaokula geçince, sınıftan birkaç arkadaşımın oynadığı bir amatör takıma kardeşim ve mahalleden en yakın arkadaşlarımla yazıldım. Bir tek benim mevkim belli değildi. Başarı hikayeleri gibi, bir sabah antremana kaleci gelmeyince hoca beni denedi. Üç kaleciye sahip olduğumuzdan olsa gerek, üçüncü kaleciliğe böylelikle terfi ettim. Fakat benimki, o hikayeler gibi devam etmedi tahmin ettiğiniz üzere, Liselere Giriş Sınavı daha önemli görüldü demek ki birileri tarafından. Wakabayashi'nin babasına pek benzemiyordu benimki. Ben de kaleciliğe küstüm, lise hazırlıktaki sınıf takımımızda bile üçüncü kalecilik reva görülünce bir daha barışacağımı hiç sanmıyordum. En azından futbol icra ederken, ama kesinlikle izlerken değil. (Kendi hikayemi bu kadar uzatmış olmamdan dolayı affınıza sığınıyorum, zannediyorum duygusallaştım zihnime o günlere ilişkin birkaç görüntü düştüğünde.)

Mahalle arasında birinin kaleciliğe uygun görünmesi için yeteneksizliği veya yalnızca uzun boylu olması kritik iken, profesyonelleştikçe gördüğü baskı böyle naif kalmıyor. Bunu yaşayamadım, dışarıdan öğrendim, gözlemledim. Beşiktaş'ın unutulmaz 2-0'lık Chelsea galibiyetinde herkes gollerin ikisini de atan Sergen'i konuşurken, kaleci Oscar Cordoba'nın asistini veya degajlara nasıl vurduğunu önemseyen birkaç kişiden biriydim herhalde. Günü geldi, Cordoba'nın ender hatırladığım hatalı degajlarından biriyle şampiyonluğu kaçırdığımız ve kendisinin hainliği ilan edildi. İçimiz ikincisine yandı. Bu sene bütün takım tıkır tıkır oynuyormuşçasına Cenk Gönen neredeyse her yediği golde suçlandı, içimiz yine yandı. Zamanında Mattias Asper'e şans tanınmadı, üzüldük. Bir ara Fevzi'nin ayağı kaydı, biz de kovulmuş sayıldık.

Böyle karmakarışık yazı anlatabilmiş midir bilemem, Rüştü Reçber'in dövülmesini de bir kenara yazarak, büyük maçlarda oynamama isteksizliğine ve genelde "maç öncesi ısınırken sakatlanmasına" neden pek kızamadığımızı yıllar içerisinde anladık. IFFHS verilerine göre 2001-2011 yılları arasında dünyanın en iyi kalecilerinde, Türkiye'den yalnızca Rüştü'nün yer alması (23.sırada) başkalarına göre değerli midir, bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki, ola ki bu Süper Final'de şampiyonluk son maçlara kalırsa, Fenerbahçe-Beşiktaş maçında Rüştü ya oynamaz, ya da yediği goller sonrası Fenerbahçeli ve hain olarak emekli olur futboldan. Yalnız kaleci, satrançta şahı savunmak üzere tek kalan kale kadar stratejik davranmak zorundadır artık.

Zoraki Muhalif: Antalyaspor


*Baştan uyaralım: bu bir inceleme yazısı değildir, doğrudan bir taraftar hezeyanıdır.

“Siz hiç boş bir stadyuma girdiniz mi? Deneyin bir kez. Sahanın ortasında durun ve dinleyin. Boş bir stattan daha hüzünlü, kimsesiz tribünlerden daha dilsiz bir şey yoktur.”[1]

29 Mart 2009. 2009 Türkiye Yerel Seçimleri. Bu seçimin sonucunun Antalya’ya; siyasi, ekonomik ve toplumsal etkilerinin yanında ve belki de bir parça içerisinde, Antalya sporuna ve özellikle futboluna etkisi önemli ölçüde tahripkâr oldu. Seçimin yapıldığı o güne kadar, dönemin büyükşehir belediye başkanı ve aynı zamanda eski Antalyaspor başkanlarından olan Menderes Türel’in de şehir sevdasından(!) mütevellit desteğiyle; Antalya’ya yapılacak otuz bin kişilik stadyum ve on bin kişilik spor salonu projeleri kabul edilmişti. (O dönemde Antalyaspor futbolda Süper Lig’de, Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Kepez Belediyesi spor kulüpleri de Basketbol Birinci Ligindeydi.) 2010 yılındaki Dünya Basketbol Şampiyonasının da bir ayağının Antalya’ya yapılacak olan spor salonunda oynanacağı kesinleşmişti. O günün sabahında durum kabaca bu şekildeydi.


7 Nisan 2012. Seçimden üç sene sonrası. Antalyaspor kümede kalmak için kader maçına Fenerbahçe deplasmanında çıktı.  O gün 2500 kişilik deplasman tribününü tamamen doldurduk, bir çok arkadaşımız da dışarıda kaldı. Takım haftalardır olduğu gibi ruhsuzdu, net mağlubiyeti hak etti. İkinci yarı boyunca tribünü sürekli tahrik eden polis güruhu sağ olsun, biber gazına doyurdu taraftarı. İyi ki orada sadece yirmili yaşlarda genç adamlar vardı, değilse gaz bombalarından kaçanların oluşturduğu izdihamdan büyük bir facia çıkabilirdi. Bu Spor Şube’nin sıradan bir davranışıdır belki de, ancak Antalyaspor taraftarına yapılınca başka bir anlam yükleniyor. Çünkü bu takım taraftarının son üç senedir çektikleri, hiç de muhalif olmayan bu güruha yeni bir mücadele alanı yarattı.

Seçimden sonraki üç senelik süreçte Antalya’ya yeni stat yapılmamış, projesi de tamamen iptal edilmiş. Yetmez ama evet; Antalya’nın hâlihazırdaki stadı da yıkılma riski olduğu gerekçesiyle kapatılmış; ortada kalan takım, maçlarını iki senedir şehre yaklaşık kırk kilometre uzaklıktaki, tek şerit stabilize yolla ulaşılan bir otelin tesislerinde oynuyor. İki sene boyunca ligin maliyeti en düşük takımı olmasına rağmen nispeten başarılı olan bu kulübün maçlarındaki ortalama seyirci sayısı bini geçmemiş. Bunlara ek olarak; şehre yapılacak spor salonu projesi iptal edilmiş, basketbol takımlarından biri alt kümeye düşmüş, diğeri de başarısız sezonlar geçirmiş. Her nedense 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasının Antalya’da oynanacak maçlar son anda Kayseri’de oynanmış.

Antalya’nın, ülkenin Orta ve Doğu Avrupa’da en çok tanınan şehri olmasının üzerinde çok durmadan, her yıl yüzlerce futbol takımına kış kampları için ev sahipliği yaptığını belirtelim. Sırf bu yüzden bile bu şehir bir stadyumu on defa hak eder; hatta bünyesinde barındığı özellikleriyle Barcelona’nın 20 sene önce ev sahipliği yaptığı olimpiyatları da hak eder. Bu noktada; hükümeti, muhalefet partilerini, şehrin eski belediye başkanını, mevcut belediye başkanını, valisini, meclisteki on dört milletvekilini, şehirdeki sivil toplum kuruluşlarını, kulüp yönetimini, futbol federasyonunu, gençlik ve spor il müdürünü vs. tek tek eleştirmek yersiz. O malum seçim gününün ardından Antalya şehri, yukarıda saydıklarımın hepsinin yoğun gayretleriyle spordan hükmen men edildi. Hülasa, artık bu şehir bahsi geçenlerin hepsine zoraki muhaliftir.

#TertemizAntalyaspor #AntalyaStadınıİstiyor

Son olarak, 7 Nisan 2012'den Akdeniz Akşamları:



[1] Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol. Can Yayınları, İstanbul, 1997.

Oradaydım: Panathinakos-Olympiakos





Erasmus sebebiyle Atina'da bulunmamın futbol açısından en hayırlı sonucu, çok merak ettiğim Panathinaikos-Olympiakos maçını staddan canlı gözlerle izlemek olacaktı. Maçın oynanacağı tarihi maç günü hatırlasam da stada koşturup rahatça bilet bulabilmem Türkiye'deki duruma göre beni oldukça şaşırttı; fakat özellikle yaşanan ekonomik kriz ve Panathinaikos'un kötü durumu, derbi de olsa maça ilginin çok yüksek olmadığının göstergesiydi (stadın 66 bin kişilik olması ve taraftarların eski 16 bin kişilik stadlarını daha çok benimsemiş olmaları bir diğer etken).


Maça 2 saat kala gittiğim olimpiyat stadında karşılaştığım manzara korkunçtu. Daha maç başlamamasına ve maçta Olympiakos seyircisinin yer almayacak olmasına rağmen bir çok Panathinaikos taraftarı maç öncesinden polisle çatışmaya başlamıştı bile. Birazcık biber gazı yemiş ve atılan bir kaç meşaleden ufak farklarla kurtulmuş halde bulunduğum tribüne(aile tribünü olarak adlandırılan bölüme) girdim. Vardığım ilk düşünce; büyük stad her zaman daha iyi stad demek değildir; eski 16 bin kişilik, sahanın içindeymişçesine tribüne sahip olan Panathinaikos'un sahasında maça çıkmak tüm dünya üzerindeki takımlarda bir gerginlik yaratacak atmosferi içinde barındırsa da şimdiki 66 bin kişilik klasik sahadan uzak olimpiyat stadı rakip takım futbolcularda olimpiyat oyunları misali amatör ruhta bir seyirci karşısında oynama etkisi yaratıyor. Bu noktada değinmek istediğim, beni etkileyen asıl noktaya gelmek istiyorum; Panathinaikos'un dünyaca meşhur taraftar grubu 'Gate 13'. Karşı kale arkasının alt tribününde müthiş bir atmosfer oluşturan, yaptıkları tribün şovları ve tezahüratları ile Panathinaikos'un bu maçta en büyük kozu kesinlikle Gate 13 idi ve onlar maç boyunca bu görevlerini eksiksiz yerine getirdiler, biraz sonra değineceğim olay da dahil olmak üzere.


İki takım da sahaya çıkıp mücadele başladığında dünya derbisi izlemenin verdiği heyecanla unuttuğum bir gerçeği hatırlamış oldum; sıkıcı ve gerçekten kalitesiz Yunan ligi futbolu. Maç, nerdeyse tamamen orta sahada karşılıklı top kayıpları ile oynandı ve atak bile sayılmayacak fakat bu maç için en heyecan verici pozisyon sonucu Olympiakos golü buldu ve maç bu şekilde 1-0 bitti. O sırada maçtan çok Gate 13'ün şovlarını veya meydana gelen olayları izlemek gerçekten daha heyecan vericiydi. Ekonomik krizden sonra kadrosunu iyice daraltan ve sıradan takım haline bürünen Panathinaikos karşısında bariz kalite üstünlüğü bulunan Olympiakos o gün sahaya aradaki 4 puanı korumak için çıktı fakat maç sonunda daha fazlasını, şampiyonluğu alarak staddan ayrıldı. Maç için bizleri ilgilendiren bir diğer önemli nokta da sahada tanıdık bir simanın olmasıydı; devre arasında Galatasaray'dan Olympiakos'a kiralanan Kazım Kazım maça ilk 11'de çıktı ve oyundan çıktığı 60'lı dakikalara kadar kendisinden görmeye alıştığımız klasik, kafası(sarı saçlı) futbolda olmayan, dağınık bir görüntü çizdi.


Sahada oynanan futbol ancak bunları yazabilecek kadardı, fakat maçın daha sonra gündemden düşmemesinin, haberlere konu olmasının nedeni devre arasında ve maçın 80. dakikasında çıkan olaylar ve sonucunda maçın tatil olmasıydı. Stada girerken çıkan olaylarda yaşadığım, Olympiakos seyircisi yokken neden bu kadar çok olay çıkıyor sorusunun yanıtını da bu olaylar sırasında görmüş oldum. Aslında dünya genelinde yaşanan olaylara bakan insanlar, olayın 1 puan önde olmasına rağmen art arda alınan PAOK VE AEK yenilgileri ile zirvenin 4 puan gerisine düşmenin verdiği kızgınlık olarak görüyorlar. Bu yaklaşım futbol mantığı ile bakılırsa muhtemel bir yaklaşım fakat stadyumda ve o insanların arasında olan birisi olarak bu olayların futbol ile hiçbir alakası olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer bahsi geçen olaylar Panathinaikos'un aldığı kötü futbola bağlı olsaydı, çıkan olaylardan ya da verilen tepkilerden bir nebze de olsa Panathinaikoslu futbolcular da etkilenirdi fakat taraftar tüm maç boyunca sevgi gösterisinden başka bir tepki göstermedi oyunculara, şayet böyle olsa durum 0-0 iken ve devre arasında oyuncular soyunma odasındayken olaylar neden başladı ki?


Buraya geldim geleli ilk kez şahit olduğum bir nedendi olay; polise karşı olan nefret! 2008 yılında polis tarafından öldürülen 15 yaşındaki Alexandros Grigoropoulos'tan sonra başlayan halk-polis nefreti özellikle ekonomik kriz döneminde yaşanan ayaklanmalar ve gösterilerle etkisini giderek arttırıyor ve nerdeyse tüm halk polislerden nefret ediyor. Tüm halk kısmını rahatlıkla söylüyorum çünkü bu olayları izleyen veya yazıyı okuyan futbol severler olayları başlatanların holigan Gate 13 taraftar grubu olduğunu düşünebilir fakat olayları başlatan ve polisle çatışan insanlar bizdeki kapalı tribün bölgesinde oturan ve verdikleri bilete 40 Euro(en pahalı) ödeyen insanlardı. Sorunun nedeni polislerdi diyorum; çünkü ilk yarı boyunca saha kenarında özel güvenlik güçleri bulunmaktaydı ve devre arasında durumu kontrol etmek isteyen polisler saha kenarında göründükleri anda tüm stadyum maç boyunca yapmadığı atmosferde baskı ve küfüre başladılar ve sonunda kapalı tribünden bir grup polislerin bulunduğu bölgeye molotof kokteyli attı. Ve işte kıyametin ilk perdesi de bu zaman açıldı, bütün polisler bir anda o tribüne doğru yönelmeye ve insanları tartaklamaya başladılar; o sırada bulunduğum tribünden bir adam vücut dili ve yaptıkları hareketlerle onları bırakın buraya gelin gibisinden şeyler diyor ve bolca da küfür ediyordu, tüm tribünlerin özeti buydu aslında. Yaşanan bu büyük olaylar sırasında sadece sözlü protestoda bulunan ve maçın iptal edilmesi ya da hükmen mağlup olunmaması için büyük çaba gösteren Gate 13 taraftar grubunun takıma olan sadakatleri en çok yaşanan bu olaylarda ortaya çıkmıştı.


Yaklaşık 50 dakika gecikmeden sonra başlayan ikinci yarı ile itibaren polis tüm taraftarlarla sahanın arasında iki katlı duvar örerek adeta gözdağı vermek istedi fakat beslenen nefret o kadar büyüktü ki karşılaşmanın 81. dakikasında sahaya tekrar ses bombaları ve molotof kokteylleri atılmaya başladı. Zaten oynanan sıkıcı futbol ile bunalmış olan ben ve arkadaşlarım yaşanan olayların bizim tribüne de sıçrayabileceğini ve maçın bittiğinin belli olduğunu anladıktan sonra stadyumdan hızlı adımlarla ayrıldık. Benim için izlemiş olduğum ilk dünya derbisi futboldan çok olaylarla anılan bir deneyim oldu ve halkın polise, sisteme karşı olan tepkisini ilk kez bu kadar açık bir şekilde anlamama yardım etti. Bir futbolsever olarak tekrar futbol konuşmak gerekirse; maç sonu acil toplanan federasyonun kararıyla 3-0 hükmen mağlup ve 2 puanı silinme cezası alan Panathinaikos, şampiyonluğu matematiksel olarak aynı şehrin (Olympiacoslular kendilerini atinalı değil Pire'li olarak belirtirler ve aksi durumdan büyük bir kızgınlık duyarlar) diğer büyük takımı Olympiacos'a kaptırdı ve bu sonuçla Pire temsilcisi son 16 yılda 14. şampiyonluklarını ilan etmiş oldu. Son yıllarda farkın bu kadar açılmış olmasının bir getirisi olarak gün geçtikçe taraftar ve genç nüfusun ilgisini kaybeden Panathinaikoslu taraftarların genel tepkisi ise bizim ülkemizi aratmayacak cinsten : 'Bizim de başkanımız mafya olsa o kadar şampiyonluğu biz de elde ederdik.'



Not: Videoda iki takımın sahaya çıktığı andaki görüntülerini, her maç çalan eğlenceli Panathinaikos müziğini, meşale şovu yapan Gate 13 tribünlerini izleyebilirsiniz. İzlenen videodan sonraki görüntüleri takip ederseniz de 81. dakikada başlayan olaylarıda görebilirsiniz, futbol ne olursa olsun güzel bir oyun olduğu için bu maçın en güzel anlarını koymayı seçtim ben sadece.



17 Nis 2012

Pozisyon kırmızı...Allah belanı versin!


Taraftarlar özellikle Türkiye'de ikiye ayrılırlar: Televizyon ve tribün taraftarları. Onlar da kendi içinde küçük gruplara ayrılabilirler; örneğin sadece derbi maçları izleyip diğer maçları televizyonun sağ üst köşesindeki skor tabelasından takip eden güruh. Her iki gruptan birine ait bir taraftarın diğerini küçümsemeye hakkı yoktur kanaatimce.Ne televizyon seyircisinin benim tribün emekçisi olarak tanımladığım insanlara ''lümpen''gözüyle bakılması hoş karşılanabilir bir durum, ne de televizyon başında viskisiyle maçını takip eden insana züppe yakıştırması yapmak.Bunlar hayatı tercih ediş biçimleridir ve kimsenin kimseye müdahale etme hakkı yoktur.Ancak futbola Beşiktaş Kapalısından bakan bir insan olarak bana göre ortada eleştirilmesi gereken bazı hususlar var.
Derbiler doğası gereği dünyada gergin ve tatlı heyecanları içinde barındıran maçlardır. Mezhep çatışmalarının, ideoloji mücadelelerinin futbol sahalarına dökülerek yılda birkaç kez futbol tutkunu apolitiklere ve politiklere haz verdiği karşılaşmalardır derbiler. Kimin dünyanın en iyi takımı olduğu, kimin en çok taraftarı olduğu, dünyanın bir numaralı derbisinin hangi karşılaşma olduğu vs. konularını bu konulardan konuşmakta büyük keyif alan taraftarlara bırakıyorum ''en iyisini'' onlar bilecektir.Benim ilgi ve sevgi alanım dışında kalıyorlar.

Gel gelelim dün Dolmabahçe'de bir İstanbul derbisi oynandı Beşiktaş ile Galatasaray arasında. Şahsen tüm sene olduğu gibi takımımı beğenmedim ve maçı kazanmayı hakedecek olumlu hareketleri Fabian Ernst ve Mustafa Pektemek dışında kimsede göremedim.Manisaspor maçından sonra ''Trafik ışığı ol önünde bekleyelim Fernandes'', ''Sen kal biz gidelim Fernandes'' diyen taraftarlarımız vardı.Twitter hesabımdan da söylemiştim ''yürüyün'' gidin! Manuel Fernandes sanırım Balmumcu ışıklarda kalmış, dün akşam kendisini sahada göremediğime göre; ''suç işlemiş''olma ihtimali de var. Gerçi üstlenmek isteyen taraftarımız çoktu ama haberleri yoksa demek ki... Neyse maçın taktiksel analizine gerek duymuyorum Beşiktaş'ın genel sıkıntıları ise ayrı bi yazı konusu.

Asıl söylemek istediğim şeylerle ilgili bir iki kelam etmek istiyorum. Gergin derbi maçlarından yıllardır az sayıda galibiyet çıkaran bir takımın aşığıyım. Kaybettikçe sevgim artıyor ona, hiçbir zaman umutsuz bakmadık çünkü biz Beşiktaşımız'a. Dün maçın başından itibaren karşılıklı yaptığı hatalarla maçın tam anlamıyla içine eden bir hakem vardı sahada. Maç sonuna doğru gidelim, zamanı ileri alalım. Beşiktaş'ın hakettiği bir mağlubiyet aldığı kesinleştiği dakikalarda kapalı tribünden önce hakem Hüseyin Göçek'e saldırmak için sahaya atlayan bir taraftar gördük. Sonra Eboue'nin oyunculuğuna Oscar ödülünü elden teslim etmek için sabırsızlanan benim yaşlarımda bir arkadaşım fırladı gitti kendisinin yanına. İlk maçta bana ırkçılık yaptılar yalanını söyleyerek Beşiktaş tribünlerine edilecek en büyük hakareti eden Eboue ikinci perdeyi oynamaya gelmiş belli ki. Yazık, söylenebilecek çok fazla birşey yok kendisine umarım bir daha tekrarlamaz. Çünkü zaten tribünde o an sağlıklı düşünemeyen ve patlamaya hazır bomba gibi bekleyen taraftarı, hangi taraftar olursa olsun kışkırtmak çok kolaydır. Hele ki bunu yıllardır birtakım meselelere dolmuş Beşiktaş taraftarına yapıyorsan sonuç dünkü gibi çok farklı yerlere
gider. Tavsiyem 3.perdeye gelme maazallah sinema salonu başına yıkılır...

İlk başta değindiğim eleştirilmesi gereken konulara dönelim. Hangi takımı tuttuğunun bir anlamı yok, eğer dün sahaya giren insanlara eşkıya, serseri, Beşiktaşlı köpekler yine ısırdı, yine onu bunu dövmeye kalktılar şeklinde ithamlarda bulunuyorsan sen çok belli ki televizyon seyircisisin, tribünün kokusunu almamışsın. Çok sevmek nedir kavrayamamışsın. Tutkuyu psikolojik olarak nitelendirip, insanlara hemen holigan yaftasını vuruvermişsin. Bunları söylerken benim şiddet yanlısı olduğum anlaşılmasın kesinlikle, ben bir ruh halinden bahsediyorum ve bu ruh halini herkesin anlayamayacağına dikkat çekiyorum. Dün sınavım olmasaydı da ben o tribünde olsaydım şu an yüksek ihtimalle göz altındaydım. Ama bu yaptığım hareketin doğru olduğu anlamına gelmeyecekti. Peki pişman olacak mıydım? Tabi ki de hayır; çünkü ben yaptığım yanlışlarımla mutluyum. Temel eleştiri noktam şu; sosyal medya üzerinden derbi maçlar öncesi ve sonrası birbirine nefret kusan insan toplulukları, başına gelen makarayla yaralanmış Fenerbahçeli bir kardeşimizin durumuyla ilgili en iyi Fenerli ölü Fenerli diyebilecek kadar insanlıktan çıkanlar, kazanan taraf kendileri olduklarında empatiyi kenara bu kadar kolay bırakabiliyorlar, şaşırtıcı bir durum değil aslında. Herkes mantık abidesi kesiliyor derbi maçların ertesi günleri. Hele ki kazandıysa, yaptığı mutlu açıklamalarıyla görenin fair-play ödülü bile veresi gelir böyle arkadaşlara.Kendilerine sorulduğunda 500 su şişesi koleksiyonlarından övgüyle bahsederler ve ''onlar hak etti'' açıklamasını yeterli bulurlar. Evet sizin gibi zihniyetlerden söz ediyordum ben de son birkaç gündür. Tamam tamam... Emre'nin de siyahi arkadaşları var sevgili dostlarım...
Latife niyetine...
Şöyle söylenir bizde hep:
Mahalle maçında auta giden topa gol diyen çocuk Galatasaraylı'dır.
O golse bizimki de gol diyen de Fenerbahçeli'dir.
Tamam gol olsun ulan diyen de Beşiktaşlı'dır.
Bu arada;
Quaresma'nın pozisyonu kırmızı...Allah belanı versin!

16 Nis 2012

Bahanemiz vardı...


Şimdi eğri oturup doğru konuşmalı. Bir Beşiktaşlı olarak yürekten galibiyet istesem de bunun bu seneki formda Galatasaray'a karşı, ne yazık ki, olabileceğine pek de ihtimal veremedim.
Olsun yine de inanıyordum; hani İnönü'de o muhteşem taraftarımız önünde herşey bambaşka olabilirdi. Kadroları daha önce, yağmur muhalefeti sebebiyle iptal olan maç öncesi öğrenmiştik. O zaman da anlayamamıştık ilk 11 çıkan Holosko'yu, maç esnasında da anlayamadık. Holosko bir kez daha gösterdi ki bu takım bu tarz oyunculara kalmamalı. Tabi ki yerine giren Simao'nun da ondan pek bir farkı olduğunu ve olabileceğini düşünmüyorum.
Maç başladı, Galatasaray sahaya çok iyi yayılıyordu. İyi oynuyor gibi görünsek de etkili olmamız biraz geç oldu. İlk yarı bitmeden 3 net pozisyon bulup cömertçe harcayarak maçın durmunu az çok ortaya çıkarmaya başladık aslında. Galatasaray da ilk yarı bitmeden golünü atarak bu ikramımızı geri çevirmedi, çeviremezdi de... Gol pozisyonundaki ofsayta ise yazının sonunda değinmek istiyorum.
İkinci yarı yine çabaladık uğraştık ama olmadı, Galatasaray ikinci golü atıp rahatladı ve aslında o dakikada bitirmişti maçı.
Şimdi gelelim asıl mevzuya, bana göre asıl mevzuya desem daha doğru olacak;
1)Hüseyin Göçek,
2)Beşiktaş taraftarı.
Sevgili Hüseyin Göçek hakem olarak iyi niyetli olabilir ama ben Quaresma'ya kırmızı kart göstermeyen, ofsaytı çalmayan, Eboue'ye ve Engin'e maç sonuna kadar kart göstermeyen (itirazlarından ve sürekli konuşmalarından dolayı), taca çıkmayan topu taç olarak veren, maça hiçbir şekilde hakim olamayan birine nasıl güveneyim? Yani yine bir önceki GS-BJK maçında çok kötü yönetim gösteren bir hakem nasıl olur da aynı maça ikinci kez verilir? Bu kadar futbolcunun, bu kadar teknik adamın ve çalışanın emeğini o kadar taraftarın çilesini hiçe sayan, gasp eden bir hakemin vicdanı var mıdır merak ediyorum? Sorum aptalca oldu fark ediyorum. Emek hırsızlığına her zaman herkes için hep karşı olduk ve olacağız. Ama zor geliyor yahu haksızlığa katlanmak, çünkü bahanemiz vardı bizim...
Son olarak bahsetmek istediğim, cefakar Beşiktaş taraftarıdır. Şimdi insanlar içten içe düşünüyor ve söylüyor böyle taraftar mı olur diye. Ama inanın sabrımız taştı artık, sanıyor musunuz ki orada bağıran kendini yırtan, sahaya inmeye çalışan taraftarlar bunu sadece bir yenilgi uğruna yapıyor?? İnanın bana alakası bile yok! O çırpınışlar başta Hüseyin Göçek ve yandaşlarına, bir türlü top oynamak istemeyen ve tahriğin her türlüsünü yapan bazı GS'li futbolculara, hiçbir şekilde futbolunu oynamayan Beşiktaşlı sevgili yıldızlarımıza ve sürekli özlenen şampiyonluğun yine "kursağımızda kalması"na olan tepkimizdendir. Bunlar içimden geldi yazdım, hatam olduysa affola ama son sözü yine cefakar taraftarıma bırakıyorum;
Bahanemiz Vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Her bebeğe doğumdan sonra rengarenk giysiler giydirirlerdi... Bize ise Siyah-Beyaz..
Ama bahanemiz vardı.. BEŞİKTAŞLIYDIK.

Annemiz , Babamız ilk onların adını söylememizi beklerken.. Biz Siyahhh diye haykırdık.
Ama bahanemiz vardı... BEŞİKTAŞLIYDIK.

Okuldaki resimlerimiz hep renksiz olmuştu.. Öğretmenlerimiz bize kızmıştı…
Ama bahanemiz vardı… BEŞİKTAŞLIYDIK..

Defterin kenarına köşesinde BEŞİKTAŞ yazardı… Azar işitirdik..
Ama bahanemiz vardı.. BEŞİKTAŞLIYDIK..

Üniforma üzerine forma giymek yasaktı.. Aşk işte ne yaparsın.. Biz giyerdik formamızı..
Ama bahanemiz vardı.. BEŞİKTAŞLIYDIK..

Devamsızlığımız çoktu.. Belki maça gitmiştik.. belki bir taraftar toplantısına..
Şehirimiz neresi olursa olsun ..
Bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Maçtan bir sonraki gün.. Arkadaşlarımızla konuşamıyor , tahtaya kalkamıyorduk.. Sesimiz kısılmıştı…
Ama bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Sevgilimizle buluşmamızı iptal etmiştik..Belkide bu ayrılma sebebi olmuştu bizim için
Dedik ya bir kere biz BEŞİKTAŞLIYDIK !

Hastaneye düşmüştük belki hastaydık.. Bağırmak yasaktı hastanede ama ziyaretimize gelen arkadaşlarımız tezahuratlarla gelmişti hastaneye.. Affedin bizi..
Ama bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Paramız yoktu belki.. Ama bir taraftar grubundaydık.. Bizi bekliyordu Beşiktaş orada..
Olsun varsın paramızı feda ettik… Bekli de bir gün yemek yemedik.. Açtık..
Ama bahanemiz vardı BEŞİKTAŞLIYDIK !

Ölmüştük söz verdiğimiz gibi Beşiktaş uğruna.. Belki mezarlıkta bağırmak günahtı,ayıptı.. Ama kardeşlerimiz tezahuratlarla gömmüştü bizi kara toprağa..
Affet bizi imam amca.. Bahanemiz var..

BİZ BEŞİKTAŞLIYIZ …..


DOĞARKEN DE..
YAŞARKEN DE..
ÖLÜRKEN DE...

BİZ BEŞİKTAŞLIYDIK..
BİZ BEŞİKTAŞLIYIZ !!!!

Where Playoff Happens- Volume 1


Cumartesi akşamı Beşiktaş-Galatasaray maçıyla başlaması beklenen anlı şanlı 'Süper Final' hava muhalefetiyle ertelenen maçın ardından Pazar akşamı başladı.

Maç öncesi kadrolara bakıldığında Fenerbahçe'de Stoch'un yokluğu Trabzonspor'da da Halil Altıntop'un varlığı göze çarpıyordu. Bana göre Beşiktaş maçında çıkan (Colman-Zokora-Adrian üçlüsünün beraber oynadığı) kadro Trabzonspor'un en ideal kadrosuydu. Rakibin baskı ile başlayacağı bir maça Halil ile başlamak 'yaslanma' içgüdüsü içinde Halil'in defansif özelliklerinden yararlanma amacıyla olabilir; fakat Almanya'dan gelen her oyuncu gibi Halil'in de sezon içinde fizik gücünün ne kadar düştüğünü bir de Trabzonspor'un en büyük silahı olan kontra ataklarda takımı ne kadar yavaşlatacağını hesaba katmak gerekirdi.

Geçtiğimiz günlerde Trabzon'da oynanan maçtaki olaylar nedeniyle bu maça Fenerbahçe'nin hırsla ve yüksek konsantrasyonla çıkacağı çok açıktı. Trabzonspor ise 6 maçlık periyotta bu zor deplasmandan alacağı puanlarla figüran olarak girdiği Süper Final'den rol kapma peşindeydi.


Derken maç başladı. Bir Trabzonsporlu olarak ''kötü Trabzonspor'umu'' şıp diye tanıdım. Bu sene birçok maçta beliren ve belirtileri defanstan çıkarken sürekli top kaybı, ilerde top tutamama, ikili mücadelelerde ezilmişlik ve bol bol bireysel hata şeklinde gelişen bu 'sersemlik' halinin Fenerbahçe deplasmanından geçtim Menemenspor karşısında dahi hezimete uğraması olasıydı. Takım olarak kötü olan Trabzonspor'un karşısında takım olarak iyi olan Fenerbahçe ve bireysel olarak sivrilen bir iki oyuncu performansı vardı; nitekim rahat bir galibiyet aldılar. İki takımın normal sezonda yaptığı iki maçtan bağımsız olarak konuşuyorum, iki takım mevcut kadrolarıyla mücadele ettiği sürece Trabzonspor'un Fenerbahçe'yi yenme olasılığı çok çok zayıf. Ancak Trabzonspor kadrosundaki oyuncuların teker teker özellikleri şişirilerek ya da maçın seviyesi 'easy' şeklinde ayarlanarak bu galibiyet elde edilebilir. Şahsen ben PES'te öyle yapıyorum.

Gelelim diğer mevzulara..


Galatasaray'ın tribün anlamında parlak olduğu bir sezonda Fenerbahçe tribünleri riskli bir kareografiye imza atmak isterken Onur Karaduman adlı kardeşimiz yaralanmış, bir Trabzonsporlu olarak tüm samimiyetimle geçmiş olsun dileklerimi ve acil şifalarımı iletiyorum. Kareografi olaylarının bir çiş yarıştırma şeklinde değil de tribünlerimizde ayrı bir tat olarak algılanmasını diliyorum. Canlar yanmasın..


Emre'nin maç içinde Zokora ile yaptığı tartışmada sarf ettiği sözleri esefle kınıyorum, cezasını 'TFF talimatlarında' değil 'vicdanlarda' almasını umuyorum. Bir yabancı futbolcunun nasıl 'ana avrat' küfredebildiğini bilmiyorum, Volkan-Lincoln meselesinde de bu şekilde bir izahat vardı; ama Emre keşke Zokora'yı kovalasaydı da öyle bir söz sarf etmeseydi.


15 Nis 2012

Transferin bir numaralı yıldızı: Burak Yılmaz



Bilirsiniz Türkiye futbol liglerinden Avrupa futbol liglerine transfer olan futbolcu sayısı çok kısıtlıdır. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmaması başta olmak üzere altyapısal eksiklikler, eğitim, yabancı dil ve bu tip sıkıntılar futbolcularımızın Avrupa arenasında kendilerine yer bulamamalarının temel sebeplerini oluşturuyor. Özellikle 90'ların sonu 00'ların başında Türkiye'den Avrupa'ya yerli ve yabancı transferi hız kazanmıştı. Bunda Galatasaray'ın Avrupa'da geçirdiği başarılı sezonların ve ülke futbol takımımızın uluslararası turnuvalarda ortaya koyduğu kaliteli futbolun payı çok büyüktü.


O döneme baktığımızda Hakan Şükür, Tugay Kerimoğlu, Rüştü Reçber, Hakan Ünsal, Nihat Kahveci, Elvir Baljic, Geremi, Oktay Derelioğlu, Arif Erdem, Thomas Zdebel, Josip Skoko, Emre Belözoğlu, Okan Buruk Türkiye Ligi'nden Avrupa'nın üst sınıf liglerine transfer olan yerli ve yabancı futbolcuların bir kısmıydı. Daha sonradan ülke takımımız 2004, 2006, 2010, 2012 yıllarındaki uluslararası turnuvalara katılmaya hak kazanamayınca Avrupa arenasına Türkiye futbol liglerinden giden futbolcu sayısı da doğal olarak azaldı. Bu başarısızlıkların yanına futbol kulüplerimizin de Avrupa'da aldığı olumsuz sonuçlar da eklendi ve ortaya dış transferde çok durgun bir tablo çıktı. Son yıllarda Umut Bulut, Arda Turan ve Mehmet Topal gibi futbolcular Avrupa'nın üst sınıf liglerine transfer olabildiler. Bunun yanında Avrupa'ya gidenler ya Türkiye'ye döndü ya da futbolu bıraktı. Son on beş yıla şöyle bir dönüp baktığımızda Tugay Kerimoğlu ve Nihat Kahveci haricinde oynadığı takımlarda efsaneleşen futbolcu göremiyoruz. Belki bir de Sociedad taraftarının çok sevdiği Tayfun Korkut'u efsaneler arasına dahil edebiliriz.


Gelelim asıl meseleye; yani Burak Yılmaz'ın Avrupa'ya transfer olma ihtimaline...

Antalyaspor altyapısından yetişen golcü futbolcu sırasıyla Beşiktaş, Manisaspor, Fenerbahçe ve Eskişehirspor'da oynadıktan sonra 2010 yılında kendisini Trabzon'da buldu. Aynı zamanda mecazi anlamda da kendisini Trabzonspor'da bulan golcü(!) futbolcu bu sıfata da Trabzonspor forması altında ulaşabildi. Bu sezon ligde 31 maçta attığı 32 golle normal sezonu gol kralı olarak tamamlayan Burak için sezon sonunda Avrupa'nın üst sınıf liglerinden birisine transfer olma ihtimali çok da uzak görünmüyor. Ancak Burak'ın tercihi Oktay Derelioğlu gibi küme düşmemeye oynayan Las Palmas gibi bir takımdan yana mı; ya da Hakan Şükür gibi sürekli şampiyonluğa oynayan Internazionale gibi bir takımdan yana mı; ya da Nihat Kahveci gibi orta sıraları hedefleyen Real Sociedad gibi bir takımdan yana mı olacak henüz belli değil. Bu üç hücum oyuncusu örneği üzerinden gidersek Burak'ın tercihi kesinlikle Oktay'ın tercihine benzer olmayacaktır. En başarılı örnek olan Nihat modeli ise bana göre en yakın görülen ihtimal. Ancak olur da AC Milan, Internazionale, Arsenal, Liverpool, Borussia Dortmund gibi Avrupa'nın büyük kulüplerinin herhangi birinden transfer teklifi alırsa Burak bu fırsatı kaçırmayacaktır. Çünkü kariyeri boyunca yükselişe geçen ve santrafor mevkisinde kendisini bulan bir futbolcu olan Burak öz güvenini artık %100'e yakın olarak elde etmiş durumda. Nihat'ın Beşiktaş'tan ayrıldığında 22 yaşında olduğunu göz önünde bulundurursak; kariyerinde yeterli tecrübeye sahip olan Burak Yılmaz'ın yetenekleri elverdiği ve bu formunu üzerine koyarak arttırdığı sürece Avrupa'da başarılı olmaması için önünde hiçbir engel yok.

Umarım talihsiz bir sakatlıkla futbol hayatı sekteye uğramaz ve bir şekilde olmak istediği yerde başarılı olur. Attığı golden sonra taraftarına koşan kaç tane futbolcu kaldı ki zaten; bari Burak gibi takımına ve taraftarına gönülden bağlı, oynadığı oyuna saygısı olan futbolcular başarılı olsun!

14 Nis 2012

Mikail de mi Şike Davası'na 'müdahil' oluyor ?

Heyecanla beklenen her yeri reklamlarının süslediği Türkiye'de 'dört büyük takım' diye ifade edilen takımların katılacağı Süper Final'in bugün itibariyle başlaması bekleniyordu. Ama yoğun yağış nedeniyle maç sonraki bir tarihe ertelendi.

Şike Davası boyunca federasyonun 'laf olsun torba dolsun' misali buyruk şeklinde gelişen faşizan uygulamalarına bugün Mikail müdahale etti.

Eskiden bu dört takımın birbiriyle olan mücadelelerini iple çekerdik. Şimdi ise altı hafta içinde ikişer kez birbirleriyle oynayacaklar; derbi sözcüğünün de içi boşalmış oldu bu senelik.

Allah'ın sopası yok. Tüm şeref tribününü şu şarkı eşliğinde yürümeye davet ediyorum.

13 Nis 2012

Bir Profesyonelin Amatör Şampiyonluğu: Ayancık Spor

Gazeteleri ve blogları profesyonel futbol şampiyonları süslemeden önce bir Amatör şampiyonu yazı konusu yapmaya karar verdim.
Ayancık Sinop’a bağlı merkez nüfusu yaklaşık 13000 olan çok şirin bir ilçe; 1931 yılında kurulan Ayancık Spor adında güzide bir futbol kulübü var. Şu an bir futbol kulübü olsa da kurulduğu yıllardaki branşlaşma kalitesi ayrı bir inceleme konusu olacak kadar değerli.
- İnebolu'ya maça giden kadın-erkek voleybol takımları birlikte.


1937-1940 yılları arasında Ayancık Spor’un antrenörlüğünü yapan Mehmetçik adlı fabrika işçisi o dönem Selim Sırrı Tarcan ile federasyon başkanlığı için yarışa girmiş fakat başarılı olamamış. Ama Ayancık Spor’un potansiyelini anlamak açısından önemli bir nokta olduğu kanısındayım. Yine Mehmetçik antrenörlüğü döneminde girişilen altyapı faaliyetleri ilçede ne denli ciddi bir yapılanmaya gidildiğinin göstergesi.
O yılların futbol takımı fotoğraflarına bakıldığında -futbolcuların arka tarafında- ilçedeki Zingal Kereste Fabrikası'nda yaptırılan kale filesi denemeleri göze çarpıyor. İlk kale filesinin Dünya Kupalarında aynı tarihlerde kullanıldığını hesaba katarsak Ayancık Spor’un daha o senelerde muasır medeniyet seviyesine ulaştığını söyleyebiliriz.

Ayancık Spor süper ligde köklü diye bahsedilen birçok kulüpten daha erken kurulmasına rağmen A Takım düzeyinde tarihindeki en büyük başarısını bu sene Bölge Amatör Ligi’ne çıkarak kazanmış. İlçede öğretmen olarak görev yapan ağabeyimin tavsiyesiyle daha önce tanışmış olduğum Mehmet Macit Yılmaz hocamla Ayancık Spor’un dününü, bugününü, yarınını konuşma fırsatı buldum.

Soru: Hocam Ayancık Spor’un kuruluşundan ve ilçenin sporla tanışmasından kısaca bahsedebilir misiniz?
- Ayancıkspor kurulmadan önce ilçede Zingal adında bir kereste fabrikası kuruluyor. Fabrika işçileri kendi aralarında birçok spor dalında müsabaka yaparken sporun ruhundaki rekabet arzusu ile kendilerine rakip olmaları için yöre halkına da oynadıkları oyunları öğretmeye başlamışlar. Genelde Türkiye’nin çeşitli yerlerine mektepler vasıtasıyla giren spor, ilçemize bir fabrika sayesinde gelmiş. 1980 yılına kadar Ayancık Gençlikspor adıyla faaliyet gösteren kulübün ismi 12 Eylül Darbesi’nden sonra ‘ isminde gençlik kelimesi bulundurması’ nedeniyle Ayancıkspor olarak değiştirildi ve günümüze kadar geldi.
Soru: Bu seneki şampiyonluğa uzanan süreçten bahsedebilir misiniz?
- Statüye göre Bölge Amatör Lig’de mücadele eden Sinop takımı ile Sinop Süper Amatör Grubu’nu birinci bitiren takım eşleşiyor ve galip takım BAL’de yer alıyordu. Ancak bu sene başında BAL’de yer alan Boyabat Çeltikspor ligden çekilince Sinop Grubu’nu birinci bitirecek olan takımın direkt olarak BAL’de yer alması durumu ortaya çıktı. Bunun üzerine Ayancık Spor ciddi bir yatırım ile bu sene grubunda büyük farkla birinci olmayı başardı. İkinci olan takım da bir diğer Ayancık kulübü Ayancık Belediyespor idi.
-Ayancık Spor ve Ayancık Belediyespor futbolcuları bir arada


Soru: Ayancıkspor’da altyapı ne durumda?
- Altyapı hocası bu sezon Ayancık Belediyespor'a geçince ve gündem BAL'de yer almak olunca bu sene altyapıya pek önem verilmedi. Ama genel olarak iyi bir altyapısı var Ayancık Spor'un; Galatasaray'da yıllarca top koşturan Hakan Ünsal Ayancık'tan yetişmiş bir futbolcudur. Yine üst seviyede futbol oynayan Ramazan Aksoy(Hacettepespor), Serdar(Gaziantep Belediyespor), Mehmet Gürkan Öztürk(İstanbulspor,Darıca Gençlerbirliği) ilk aklıma gelenler. 2004 yılında genç takımlar bazında Almanya'da yapılan bir turnuvayı turnuva tarihinde bir ilki gerçekleştirerek gol yemeden birinci bitirdik.
Soru: Ayancık Spor bu seneki şampiyonluğun üzerine haliyle yenilerini ekleyerek yükselmek isteyecektir. Nasıl bir yol izlenmelidir?
- En önemli etken bütçe. Ayancık küçük bir ilçe, buna rağmen iyi bir altyapıya ve yoğun bir spor ilgisine sahip. Bunun üzerine iyi bütçe ve akıllı yönetim politikaları gelirse bu yükseliş gerçekleşebilir. Mevcut bütçe tabiî ki yeterli değil. Bu konuda da Ayancık dışındaki Ayancıklı sporsever iş adamlarının desteği çok önemli; eğer bu koordinasyon sağlanırsa çok daha güzel günler yakındadır.
Ayancık, futbol takımını bağrına basmış ve iyice havaya girmiş durumda. Tabii ki BAL’de işleri zor. Başkan Taylan Övet ile yaptığımız görüşmede kendisi ‘ Bu başarı daha başlangıç, Ayancık Spor’umuzu hep daha ileriye taşımak için var gücümüzle çalışacağız; taraftarlarımıza yeni şampiyonluklar hediye etmek istiyoruz’ şeklinde konuştu.

Ayancık Spor, spor tarihi ve kültürü bakımından bu yazıya sığdıramadığım birçok zenginliğe sahip; bu kısacık incelememde vardığım kanı Ayancık ilçesinin Türkiye’nin kenarda köşede kalmış en önemli spor değerlerinden biri olduğudur. Bir ilçe takımı olarak yeni yükseldikleri ligde ne kadar kalıcı olacakları ve yeni başarılar için bu başarının üzerine nelerin konulacağı bilinmez; ama sahip oldukları spor kültürü ve sporculuk ruhu ile hak ettikleri yeri er ya da geç alacaklarına eminim. Başkanın da dediği gibi bunun bir başlangıç olmasını Ayancık Spor’un isminden daha sıkça söz ettirmesini diliyorum.


Ayancık Spor soyunma odasında şampiyonluk sevinci