Futbol sevdası her boyutuyla meşakkatli bir konu... Ülkede kendisini futbol hakkında konuşabilecek durumda görenlerin sayısı milyonlarla ifade edilebiliyor. Bu kötü mü derseniz, sorgulamak ne haddime deyip geçerim. Açıkçası naçizane futbol sevdamın da, yorumlama isteğimin de, tarihine olan ilgimin de herhangi bir lisansı yok; böyle bir lisans gerekliliği yok! Arkadaş çevrende konuşursun, bir blogta yazarsın, hatta gün gelir bir gazetede yazarsın. Bunu koşullardan bağımsız değerlendirirsen yanılırsın, yazdıklarının alıcısı olur, satıcısı olur, çalıcısı olur; karakterine göre bundan tiksinirsin veya gururlanırsın. Sen çembere dahil olmamaya uğraştıkça önüne vaatlerle sunulu bir sepet konulma ihtimali ne kadar azalabilir ki? Ya da ilkeli davranmayı seçersin, "3-5 kişi kalsa beni okuyan, ben dönmezem yolumdan" diyerek çember kavramını başından reddedersin. Saygı duyulasıdır.
***
İkinci seçeneği bir kenarda bekletelim. Bir de kendini kanıtlama derdin vardır, en azından başında... Hırsların, yenilgiye tahammülsüzlüğün...Birleştirdikçe anlamlı sonuçlar çıkarabileceğin bir üçlü...Hazzetmesem de, şansı ekleyelim. Üç silahşörlerin dördüncüsü... Dartagnan kadar önemli görülen şans.... Futbol sevdana özellikle ailen ve sonrasında yeteneğin/yeteneksizliğin tarafından ket vurulmamış olsun. (Kardeşimden örnek vereyim, oynasa mükemmel bir deep-lying forward olabilecek çocuğu "derslerinden mahrum büyür" diye engelleyebilirsin. O çocuk 21 yaşında futbol izlemekten zerre keyif almayıp, futbol oynamayı taparcasına sevmeye devam edebilir. Dersleri hala kötüdür.) Başka bir durum ise şu, Andre Villas Boas gibi, sahaya çıkmadan, tekme yemeden, izlemeyi ve analiz etmeyi, idare etme arzunu önündeki imkanları zorlayarak gerçekleştirmenin yollarını arayabilirsin. Türkiye'de ne kadar mümkündür denilebilir, kapitalizm başarı hikayelerini sever. Belki yırtarsın! Yırtmak değilse derdin, sendeki cevheri birileri keşfetmese de olur; televizyon karşısında devam ettirirsin yeteneğini.
***
Diyelim burada da şansın yolunda gitti, teknik direktör oldun. Sıra geldi idare etmeye. Buradaki yollar da dikensiz gül bahçesi değil. Takımın tarihindeki en büyük başarılarda ismin yer alsa bile patronun bir gün şunları diyebilir:
"Sana iyi bir tavsiyede bulunacağım, Brian Clough. Ne kadar iyi ya da ne kadar zeki olduğunu düşünürsen düşün. Televizyonda ne kadar afilli arkadaşın olursa olsun. Futbol dünyasının gerçeği şudur: Başkan patrondur, sonra yöneticiler gelir... Sonra kulüp sekreteri, sonra taraftarlar, sonra oyuncular ve nihayet, hepsinden sonra, bu yığının en dibinde, en altının da altında, en sonda, hepimizin onsuz yapabileceği koduğumun teknik direktörü gelir."
Brian Clough gibi kariyerinde 150 küsür gol atmış bir forvet olabilirsin, öyle bir geçmişin yoksa halin daha da beter... Eski hocasını özleyen oyuncular, "ne şekilde olursa olsun kazanmasını bil" düsturuyla hareket edenler ve bu anlayışa müdahale etmenin olanaksızlığı... Dönen paralar, kombine gelirleri, transfer ücretleri arttıkça futbolcunun bu anlayışı maç seçmekle, maçına göre değişen mental hazırlıkla ikamesi... Futbol sevdalısı bir menajer olana reva görülen, galibiyeti sen hariç herkese, mağlubiyeti yalnızca sana fatura etme düşüncesi...Reva görülmese, "sorumluluk aldı desinler" diye senin bunu kabullenmen... Gittiği her kulüpte en büyük kupaları kaldırmış olan Mourinho'nun bile futbolcusundan "Siz hiç futbolcu olmadığınız için bazen saha içinde ne döndüğünü bilmezsiniz." sözünü işittiği bir evrene adım atıyorsun, kolay değil.
***
The Damned United filmini izleyip, ardından Barcelona'ya yenilen Mourinho'nun çektiklerine, Liverpool'daki kötü gidişi durduramayan King Kenny'nin oyuncuların ruhsuzluklarından ve maç seçmelerinden yakınmasına şahit olunca aklıma takılanları ve futbol sevdasını nelerin diri tutmaya yetmediğini yazmaya çalıştım. Belki bir dahaki yazıda Mourinho'nun çocukluğuna iner; yenilgiye tahammülsüzlük, hırs, şans ve kendini kabul ettirmenin karaktere olumlu ve olumsuz neler kattığını inceleriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder