31 Oca 2012

Futbol Savaşları: ABD İran'a karşı


1 Şubat 1979 tarihinde İran halkı yeni bir dünyaya uyanmıştı…
Ruhullah Humeyni Ağustos 1964’te Şah Rıza Pehlevi tarafından sürgün edilip, Türkiye’ye ayak basmıştı. 15 ay kadar Türkiye’de kaldıktan sonra Irak’a giden Humeyni 1979 yılında Paris’teydi. Batı yanlısı politikalar izleyen Şah Rıza Pehlevi İran İslam Devrimi’yle düşerken; Ayetullah Humeyni 1 Şubat 1979’da Fransa’dan İran’a dönüyordu. Tahran Havaalanı’nda Humeyni’yi üç milyon İranlı karşılıyordu. Bu tarihi izleyen süreçte İran İslam Cumhuriyeti kuruldu. İran İslam Devrimi uluslararası aktörlerden en çok Amerika Birleşik Devletleri’ni endişelendirmişti. Artık İran ülkesi Orta Doğu coğrafyasında ABD’nin piyonu değildi. ABD’nin Orta Doğu’da Sovyetler Birliği’ni ve komünizmi çevrelemeyi amaçladığı politikaları sekteye uğramıştı. Bundan sonra İran üzerinden “komünizm” çevrelenemeyecekti. Politik sebepleri bir kenara bırakırsak; Orta Doğu’da yıllardır süregelen savaşların ekonomik sebeplerinin temelinde yatan petrol savaşları ABD ve İran ilişkilerinin hala gergin bir şekilde sürmesinin de nedenlerindendir.

1998 Fransa Dünya Kupası FIFA’nın yaptığı değişikliklerle öncekilerden farklı bir Dünya Kupası organizasyonu olacaktı. Turnuvaya katılacak ülke sayısı 24’ten 32’ye çıkarılmıştı; Avrupa’nın turnuvadaki katılım oranı düşürülmüştü. Avrupa haricindeki kıtalardan turnuvaya katılım oranı da doğal olarak artmıştı. Bu değişikliğin haricinde uzatmaya gidecek maçlarda, uzatma bölümünde ilk golü atan takımın kazandığı “Altın Gol” uygulaması 1998 Fransa Dünya Kupası ile başlayacaktı. Marsilya’da turnuvanın gerçekleşeceği stadlardan biri olan Stade Vélodrome’da bir ilk gerçekleşiyordu; Dünya Kupası kuraları ilk defa bir stadyumda çekiliyordu. Kuralara 2. Torbadan katılan ABD ve 4. Torbadan katılan İran F Grubunda buluşuyordu. Fikstür hazırdı: ABD ve İran yılın en uzun gününde, 21 Haziran 1998 tarihinde Lyon’daki Stade de Gerland’da karşılaşacaklardı. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş’ın galibi kabul edilen ABD’nin Orta Doğu’yla olan soğuk savaşı bu maçla devam edecekti.
Haftalarca tartışılan ABD-İran eşleşmesi öncesi ortam sanıldığı kadar gergin değildi. Hatta doksan dakika da gergin geçmeyecekti. Ancak şu bir gerçekti ki tarihte nadir rastlanan bu eşleşme için milyonlarca insan nefesini tutmuş, tarafını seçmiş bir vaziyette bu maçı bekliyordu. Futbolla ilgisi olan veya olmayan birçok ABD karşıtı bu maçta İran’ı destekliyordu. İki taraf birbirlerine başarı diliyor, İsviçreli hakem Urs Meier 39100 seyircinin önünde ilk düdüğü çalıyor ve maç başlıyordu.
Maçın 41. Dakikasında Hamid Estili, Javad Zarincheh’in sağ kanattan gelen ortasına çok iyi yükseliyor ve ABD kalecisi Kasey Keller’ın uzanamayacağı köşeye topu yolluyordu. İran yarı sahasından rakip yarı alana doğru atılan ara pasıyla buluşan isim Mehdi Mahdavikia idi… 83. Dakikada aldığı topla hareketlenen Mahdavikia kaleci Keller’ı avlıyor ve İran farkı ikiye çıkarıyordu. Bu golden dört dakika sonra Brian McBride’ın İran ağlarına yolladığı top ABD için teselli golünden öteye geçemiyordu. Urs Meier son düdüğü çaldığı anda İran yedek kulübesi başta olmak üzere İran’ı destekleyen herkeste büyük bir sevinç hakimdi. Turnuvanın en anlamlı galibiyetini İran alıyordu. Mehdi Mahdavikia İran adına ABD’ye karşı kaydettiği golün karşılığı olarak dini lider Ayetullah Hamaney tarafından ödüllendirilip askerlikten muaf oluyordu.
Tarihsel süreç göz önüne alındığında bu zafer özellikle İran halkı için derin anlamlar taşıyordu. Oyun olarak çok kaliteli olmayan ABD-İran maçı futbol tarihindeki eşsiz maçlar arasında yerini çoktan alıyordu.

30 Oca 2012

İlkler Unutulmaz


Dünya futbolunda son zamanlarda yaşanmış önemli iki hadise olan El Clasico ve Henry'nin Arsenal'e dönüşüne kıyısından köşesinden değinen bu yazıyı hep yazmak istemiştir fakat kısmet bugüneymiş. Barcelona'nın belki de şu anda dünyada kendisine en yakın rakibi olan Real Madrid'i bir kez daha elemesi 'Barcelona gelmiş geçmiş en iyi futbol takımı mı?' sorusunu bir kez daha insanların zihnine oturttu. Gerçekten de özellikle bizim yaşımızdaki jenerasyon böylesi bir takım görmemiştir belki de. Evet, o yüzden bazılarının dediği gibi Pele'li Santos veya Puskas'lı Di Stefano'lu Real Madrid daha iyi bir takım mıydı sorularının yanıtını doğal olarak cevaplayamayız.

Bazı şeyler çocukluğumuzun, geçmişimizin buğulu dünyasından dolayı net olarak tamamen bilinmese de daha akılda kalıcı izler bırakabilir insanda, öylesi anılar, bilgiler en saf haliyle ömür boyu yanımızda durur hep ve bilinçaltı dediğimiz parçamızı meydana getirir, ne olursa olsun belli başlı dogmalarımız olur o zamanlardan kalma.Bu gibi durumlar, özellikle aşklar için söylediğimiz bir kalıp vardır: 'ilkler unutulmaz' diye. İşte benim için de dünyanın gelmiş geçmiş en iyi takımı sorusunun yanıtı dogmadır, unutulmaz ilkim bellidir; Ntv'de Murat Kosova'nın 'İşte Premier Lig bu!' sloganıyla ve büyük bir zevkle anlattığı Premier Lig maçlarının arasında, özellikle 2003-04 sezonundaki Arsenal. Belki ilk defa bir ligi, bir takımı bu kadar çok takip ettiğim için bilinçaltıma işledi bu konu ancak bazı nesnel veriler de kendimi haklı çıkarmamda yardımcı oluyor bana. Büyük bir ihtimalle uzunca bir süre daha egale edilemeyecek bir başarıyla şampiyon oldu o yıl; 38 maç boyunca hiç bir yenilgi almadılar(1889 Preston North End'den sonra bunu yapan ikinci takım).

Kimler yoktu ki o takımda; stoperde o zamanlar dünyanın en iyi savunmacıları arasında olan Sol Campbell ve Kolo Toure, solda şimdiki nefretin aksine o zamanlar efsane olan Ashley Cole, orta sahanın ortasında o zamanların güçlü ve daha iyi savunma yapan Xavi'si diyebileceğimiz Vieira, sağda renkli saçlı Ljungberg solda Pires ve takıma devre arasında dahil olup yeteneği Henry ile karşılaştırılabilecek kadar iyi olan Reyes (hatta Aragones’in o dönem Reyes’e “Sen o maymundan daha iyisin” dediği rivayet edilmektedir), önlerinde yaşlılığına rağmen Arsenal’e gelmiş en iyi oyunculardan biri olarak atfedilen 10 numara Bergkamp ve en uçta 33 yaşında 2 aylığına dönmesi bile efsane yaratacak kadar efsane olan Thierry Henry... Lehmann, Wiltord, Parlour, Gilberto Silva ve hatta o yıl 3 maç görev alsa da Fabregas da o efsanevi takımın birer parçalarıydılar.

Zamane Barcelona'sına ve bir çok takıma öncülük eden 4-2-3-1 taktiksel dizilişiyle oynamaları, kazandıkları yenilgisiz şampiyonluk ve de İtalya'da Inter'e bile 5 gol atacak kadar iyi bir takım olmalarını; çocukluğun hatırlattığı heyecan ve Murat Kosova'nın coşkusuyla birleştirdiğimiz zaman benim için dünyada bu zamana kadar gelmiş geçmiş en iyi takım kimdir sorusunun yanıtını tektir ve o da o 2003-04 arsenal takımıdır.işte bu yüzden başlığa da adını veren 'ilkler unutulmaz' ilkesinden yola çıkarak bugünün barcelonası ve bundan sonra gelebilecek herhangi bir takımın arsenal'le kıyaslanmasında galip benim için her zaman bellidir.

Efsane sezonun 12 bölümlük belgeselinin ilk bölümü: (Kalan kısmına Youtube'dan devam edebilirsiniz.)

25 Oca 2012

Konya'dan İzmir'e Küme Düşme Hattı



Şike, teşvik primi, Türkiye Futbol Federasyonu, Kulüpler Birliği Vakfı, UEFA, 58. Madde, küme düşme, puan silme, İstinye, marka değeri, yayıncı kuruluş, yayın geliri… 3 Temmuz’dan beri ülke futbolundaki süregelen karmaşa, cümle içerisinde sadece bu kelime öbekleri kullanılarak tartışılıyor. Hukuki boyut, masumiyet karinesi ve iddianame de bunlara eklenebilir. Bunları burada ana akım medyada tartışılageldiği biçimde ele almak ilkin, kendimizi konumladığımız yere aykırı olur; ikincil olarak, mevcut tartışmalara fayda getirmez.

Sürecin zarar verdiği pek çok kurum, şahıs ve yapı var. Benim naçizane değinmek istediklerim sürecin pek konuşulmayan tarafları: Bucaspor, Kasımpaşa ve Konyaspor.

Bucaspor, geçen sene ilk defa yükseldiği Süper Lig’den hazin bir hikâyeyle Birinci Lig’e düştü. Oysa ilk çıktıklarında İzmir’in büyüklerinden uzakta kalmış mütevazı görünüşleriyle birçok sempatizan toplamışlardı. Sonraları Bülent Uygun hamlesiyle bu sempati azalsa da, onun kaçışıyla düştükleri mağduriyet tekrar eski ‘yazık’lıklarına dönmelerine vesile oldu. Geçen seneki transferleri de bu topraklarda olağan karşılanan bir şekilde plansız maliyetle yapılmıştı. Küme düşmelerinin ardından düşen gelirlerinin yarattığı dengesizliğin yol açtığı borçlanmaları dolayısıyla hâlihazırda transfer yasakları var ve ellerindeki oyuncuları kaybetmeye devam ediyorlar. Şu anda Birinci Lig’de sekizinci sıradalar.

Kasımpaşa, yer tuttuğu siyasi yapı dolayısıyla bu süreçlerin mali sorunlarından pek etkilenmeyen bir kulüp. O sebeple bu gruptan bir parça ayrı tutmak gerekir. Hâlihazırda Birinci Lig’de ikinci ve muhtemelen sezon sonunda en üst kümeye olağan yollardan çıkacaktır.

Ve geçen senenin küme mağluplarından en garip durumda olanı: Konyaspor. Kulüp, 2008 yılında küme düşmesinin ardından sözleşmesini tek taraflı feshettiği Milos Mihajlov’a olan 450.000 Euro borcu sebebiyle geçen sezon sonunda iki seneliğine transfer yasağı aldı. Harap haldeki mali yapılarına küme düşmeleri de eklenince bu parayı ödeyip yasağı kaldırma fırsatları olamadı. Sezon başından beri yarım yamalak maaş alarak oynayan geçen sezon artığı birkaç emektar ve kendini gösterme gayretinde genç takım oyuncularıyla Birinci Lig’de bir direniş halindeler. Şu anda Birinci Lig’de yedinci sıradalar.

Bucaspor ve Konyaspor muhtemelen zaruretten Birinci Lig’in en genç kadroya sahip iki kulübü. (Bucaspor’un 21.6, Konyaspor’un 23.7 yaş ortalaması var.) Buna rağmen ligin orta sıralarında, fena bir halde değiller. Mevcut durumları bir başka yazıda güzellenecektir; ancak burada asıl değinmek istediğim nokta, bu kulüplerin süreç dolayısıyla mağduriyetleri: Maliyet ve nam mağduriyetleri, asıl önemlisi taraftarın mağduriyeti.



Son dönemde yoğunlaşan 58. Madde tartışmalarında, kritik TFF-Kulüpler Birliği görüşmelerinde; şaibeli olduğuna karar verilebilecek bir ligden düşen hiçbir kulübün adı geçmiyor. TFF Disiplin Talimatı 58. Madde’nin mevcut yapısıyla verilecek bir küme düşme kararında; muhtemelen Bucaspor, Kasımpaşa ve Konyaspor’un Süper Lig’de oynama hakları iade edilecektir.  Ama bu kulüpler alt kümeye düşmüş oldukları için Kulüpler Birliği üyeliklerini kaybettiler, dolayısıyla söz konusu görüşmelere müdahil olamıyorlar. Şike halinde taraflar küme mi düşürülsün yoksa tarafların puanları mı silinsin tartışmalarında sanık durumundaki kulüplerin dahi söz söyleme hakları varken, olası mağdurlar ses çıkaracak mecralardan yoksunlar. Böyle bir durumdayken, davayla muhtemel ilgili tarafların ya hepsinin Federasyon’un yürüttüğü fikir alma sürecinden ihracı ya da hepsinin bu sürece ithali gerekir.

Eğer beklenen karar çıkar da Bucaspor, Kasımpaşa ve Konyaspor haksız yere küme düşmüş duruma gelirlerse, bu kulüplerin -yukarıda genişçe bahsedilen- küme düşmeden dolayı yaşadıkları mali zararları tazmin, zarar gören itibarları iade edilebilecek mi?



Ne şekilde olursa olsun, sonuçta bu süreç hukuken rayına oturtulacaktır. Lakin işin bir de en acı tarafı olan taraftar mağduriyeti kısmı var. Beklenen karar çıkması halinde; güzellemesi bol olan sanayileşen futbolumuz yayın geliri diye sızlanırken, Beyoğlu Balık Pazarında dükkânının duvarına senelik astığı Konyaspor kadrosu posterlerine utancından bir yenisini ekleyemeyen ve ahaliye madara olan bir esnafın değer verdiği itibarı iade ve tazmin edilebilecek mi?

Neticede, benim naçizane görüşüm: bu süreçlerde futbola dair hukuken verilecek her karar ‘vicdanen’ yok hükmündedir.

Not: Yazıyı yayınladıktan kısa bir süre sonra çıkan haberi de ekleyelim: Konyaspor'dan TFF'ye İhtar

24 Oca 2012

Gool!!!- Yok Yok Ofsaytmış, Server Söyledi...




En son yaşananlar Antalyaspor-Beşiktaş maçını karıştırdı. "Ali Tandoğan sağdan girdi , içeriye çevirdi Necati vurduuu, goooooollll... hayır hayır yardımcı hakem golü vermedi sevgili seyirciler..." yayıncı kuruluşun spikerinin ağzından dökülen sözlerdi bunlar. Herkes gol diye ayaklanmıştı Antalya tribünlerinde ama yardımcı hakem ,sonraki günkü gazetelerin deyimiyle 'buz gibi', golü göremedi...
Bu son olaydan sonra aklıma hep tartışılan futbolda teknoloji atışmaları geldi; hani vardı ya çipli top, sensörlü direk, uçan kamera tarzı şeyler onları söylüyorum işte...Artık özellikle son dünya kupasında yaşanan (bknz;İNG(Lampard)-ALM, ARJ(Tevez).-MEK. maçları) bazı tartışmalı maçlar sonrası FIFA Başkanı Sepp Blatter'in de köşeye sıkıştığı söylene gelen bir konu haline geldi 'futbolda teknoloji' meselesi.
Ben olaya biraz daha farklı bakmak istiyorum, özellikle Beşiktaşlı olarak her ne kadar son maçlarda istemesek de lehimize gelişen hakem hataları olsa da teknolojinin futbola girdiği her an oyunun ruhunun da biraz daha kaybolduğunu düşünüyorum. Evet çizgiyi geçen topun gol sayılmasını bende tüm taraftarlar gibi istiyorum ama bu kararı bir hakemin vermesi takdirimce bir robotun vermesinden daha iyi olacaktır.
Futbolda teknolojinin güzelleştirdiği kısımlar yok değil, özellikle ayakkabı ve formalardaki gelişim oynayanlara, istatistik konusundaki gelişmelerde (kim ne kadar koştu, kaç şut attı...) izleyenlere keyif verebiliyor.Ayrıca 4 hakeme de takılan kulaklık sayesinde iletişim kurabiliyor hakemler birbirleri arasında bu da güzel birşey futbol için ama hani şu yorum vardır ya "hakemin takdirine kalmış verse de olurdu vermese de" işte ben bu yorumun ölmesini istemiyorum hiçbir zaman.
Farklı bir durum daha var aslında, futbol, dünyanın en ücra köşesinde bile oynanan evrenselliğinden şüphe edilmeycek bir oyun. Bazen iki taş, bir şişe bile seni C.Ronaldo veya Z.Zidane yapabilir. Bunları da düşünerek herkesin teknolojinin getireceği çok yüksek ekonomik yükü taşıyabileceğini kabul etmek aptallık olacaktır.Futbol sadece İngiltere'de veya İspanya'da oynanmıyor ,futbola kısmen teknoloji eklenmesi de mümkün olamayacağı için ben topa Zidane gibi vurmaya devam etmek istiyorum.
Bu şekilde bir uygulama yapıldığı zaman hakemlerin de nasıl sınıflandırılacağını çok merak ediyorum hani var ya Avrupa'da "elite 20" tarzı sıralamalar. O zaman her şeye makinalar karar verecek hakemin iyiliği nasıl belli olacak , çok koşarsa mı iyi olcak yada heralde kurallara uyarsa en iyisi seçilecek, monitöre bakarsa, çipten gelene cevap verirse falan yani...
Gelişmeleri aralıklarla da olsa takip etmeye çalışıyorum ve özellikle son dünya kupasından sonra FIFA teknoloji için iki aşamalı bir deneme sistemi geliştirdi ve katılımcı firmaları davet etti. Ama öyle denemeler oldu ki ilk aşamada, komedi filmlerinden farksız özellikle ismi açıklanmayan bir şirketin ürettiği çipli top üstten auta giderken hakeme 'Gol' olduğu sinyalini gönderiyordu...Neyse onlar deneme yapadursun ben (her ne kadar Beşiktaşlı olarak hakemlerden canımızın cok yandığını düşünsem de, ki diğer takım taraftarı arkdaşlarım da kendi takımları için aynısını düşüneceklerdir...) futbolu 6 değil 4 hakemle makina olmayan toplarla ve çizgiyi geçti mi geçmedi mi tartışmalarıyla izlemeyi seviyorum. Kaldı ki zaten o teknolojiden önce henüz ülkemizde taraftarlar iğrenç bir turnike sistemiyle stada zorlukla girebiliyor maç bittiğinde evine ulaşmak için saatlerini veriyor... Hani bu tartışmalar da modernleşen dünyanın bir kopyasını andırıyor hangi lükse ulaşırsan sonraki isteğin bir sonraki lüks oluyor (bkz:İngiltere).
Ayrıca yazımı bitirmeden önce şunu söylemeliyim ki herkes bu konudaki gelişmeler için Sepp Blatter'in ağzına bakıyor ama iş o kadar kolay değil yani; futboldaki kuralları değiştirme yetkisi FIFA'da değil, International Football Association Board kurulundadır. Bu kurul "Britanya", yani İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda'nın futbol federasyonlarının temsilcileri ile FIFA'nın temsilcilerinden oluşmaktadır. Kurulda Britanya federasyonlarının her birinin birer oy, FIFA'nın ise dört oy hakkı vardır. Kurul üyeleri futbol camiasında muhafazakarlıklarıyla* ünlenmişlerdir. Mesele sırf Blatter'in "ok" demesiyle çözülecek bir durum değil anlayacağınız.
Dakika 90 sevgili seyirciler orta sahadan yükleniyor Beyaz takım sol taraftaki boşluğu gördü , sol taraftan ilerliyor yaptı ortasını , kafaaa ve gooooooolllll ... Yardımcı hakem orta sahaya koşuyor hakem orta noktayı gösteriyor ama o da ne itiraz geliyor ve şimdi bilgisayarımız ofsayt mı değil mi tespit edecek siyah takımın yalnızca 1 itiraz hakkı kalmıştı... Bakıyoruz evet 0.3 cm ile ofsayt gol iptal ve maç bitiyor... Tenis ile futbolu birleştirmeye çalışan zihniyet , neyin kafası bu???
Not 1: Antalyaspor'un golü çok net, biz haketmedik...
Not 2:"En iyi bildiğim şeyler ahlak ve yükümlülüklerdir, bunu da futbola borçluyum."
— Albert Camus



23 Oca 2012

Yazmak ve yapmak-1: Bizi neler bekliyor?

Futbol sevdası her boyutuyla meşakkatli bir konu... Ülkede kendisini futbol hakkında konuşabilecek durumda görenlerin sayısı milyonlarla ifade edilebiliyor. Bu kötü mü derseniz, sorgulamak ne haddime deyip geçerim. Açıkçası naçizane futbol sevdamın da, yorumlama isteğimin de, tarihine olan ilgimin de herhangi bir lisansı yok; böyle bir lisans gerekliliği yok! Arkadaş çevrende konuşursun, bir blogta yazarsın, hatta gün gelir bir gazetede yazarsın. Bunu koşullardan bağımsız değerlendirirsen yanılırsın, yazdıklarının alıcısı olur, satıcısı olur, çalıcısı olur; karakterine göre bundan tiksinirsin veya gururlanırsın. Sen çembere dahil olmamaya uğraştıkça önüne vaatlerle sunulu bir sepet konulma ihtimali ne kadar azalabilir ki? Ya da ilkeli davranmayı seçersin, "3-5 kişi kalsa beni okuyan, ben dönmezem yolumdan" diyerek çember kavramını başından reddedersin. Saygı duyulasıdır.

***

İkinci seçeneği bir kenarda bekletelim. Bir de kendini kanıtlama derdin vardır, en azından başında... Hırsların, yenilgiye tahammülsüzlüğün...Birleştirdikçe anlamlı sonuçlar çıkarabileceğin bir üçlü...Hazzetmesem de, şansı ekleyelim. Üç silahşörlerin dördüncüsü... Dartagnan kadar önemli görülen şans.... Futbol sevdana özellikle ailen ve sonrasında yeteneğin/yeteneksizliğin tarafından ket vurulmamış olsun. (Kardeşimden örnek vereyim, oynasa mükemmel bir deep-lying forward olabilecek çocuğu "derslerinden mahrum büyür" diye engelleyebilirsin. O çocuk 21 yaşında futbol izlemekten zerre keyif almayıp, futbol oynamayı taparcasına sevmeye devam edebilir. Dersleri hala kötüdür.) Başka bir durum ise şu, Andre Villas Boas gibi, sahaya çıkmadan, tekme yemeden, izlemeyi ve analiz etmeyi, idare etme arzunu önündeki imkanları zorlayarak gerçekleştirmenin yollarını arayabilirsin. Türkiye'de ne kadar mümkündür denilebilir, kapitalizm başarı hikayelerini sever. Belki yırtarsın! Yırtmak değilse derdin, sendeki cevheri birileri keşfetmese de olur; televizyon karşısında devam ettirirsin yeteneğini.

***

Diyelim burada da şansın yolunda gitti, teknik direktör oldun. Sıra geldi idare etmeye. Buradaki yollar da dikensiz gül bahçesi değil. Takımın tarihindeki en büyük başarılarda ismin yer alsa bile patronun bir gün şunları diyebilir:

"Sana iyi bir tavsiyede bulunacağım, Brian Clough. Ne kadar iyi ya da ne kadar zeki olduğunu düşünürsen düşün. Televizyonda ne kadar afilli arkadaşın olursa olsun. Futbol dünyasının gerçeği şudur: Başkan patrondur, sonra yöneticiler gelir... Sonra kulüp sekreteri, sonra taraftarlar, sonra oyuncular ve nihayet, hepsinden sonra, bu yığının en dibinde, en altının da altında, en sonda, hepimizin onsuz yapabileceği koduğumun teknik direktörü gelir."

Brian Clough gibi kariyerinde 150 küsür gol atmış bir forvet olabilirsin, öyle bir geçmişin yoksa halin daha da beter... Eski hocasını özleyen oyuncular, "ne şekilde olursa olsun kazanmasını bil" düsturuyla hareket edenler ve bu anlayışa müdahale etmenin olanaksızlığı... Dönen paralar, kombine gelirleri, transfer ücretleri arttıkça futbolcunun bu anlayışı maç seçmekle, maçına göre değişen mental hazırlıkla ikamesi... Futbol sevdalısı bir menajer olana reva görülen, galibiyeti sen hariç herkese, mağlubiyeti yalnızca sana fatura etme düşüncesi...Reva görülmese, "sorumluluk aldı desinler" diye senin bunu kabullenmen... Gittiği her kulüpte en büyük kupaları kaldırmış olan Mourinho'nun bile futbolcusundan "Siz hiç futbolcu olmadığınız için bazen saha içinde ne döndüğünü bilmezsiniz." sözünü işittiği bir evrene adım atıyorsun, kolay değil.

***

The Damned United filmini izleyip, ardından Barcelona'ya yenilen Mourinho'nun çektiklerine, Liverpool'daki kötü gidişi durduramayan King Kenny'nin oyuncuların ruhsuzluklarından ve maç seçmelerinden yakınmasına şahit olunca aklıma takılanları ve futbol sevdasını nelerin diri tutmaya yetmediğini yazmaya çalıştım. Belki bir dahaki yazıda Mourinho'nun çocukluğuna iner; yenilgiye tahammülsüzlük, hırs, şans ve kendini kabul ettirmenin karaktere olumlu ve olumsuz neler kattığını inceleriz.

22 Oca 2012

Kale düşerse, kent de düşer..!




Futbolun bugüne kadar eklemlenemediği sayılı sektörlerden birisi de sinema sektörüdür. Gerek Türkiye sinemasında, gerek dünya sinemasında futbolu beyaz perdeye çok iyi biçimde yansıtan filmler sayılıdır. Türkiye'de Kemal Sunal'ın başrolünü oynadığı "Gol Kralı" filmiyle, İlyas Salman'ın başrolünü oynadığı "Ya Ya Ya Şa Şa Şa" filmi 12 Eylül askeri darbesinden sonra apolitikleşmek zorunda kalan yönetmenlerin vakit geçirmek için çektiği iki filmdir. Bu iki yapıtın ortak özelliği futbolu ve futbolculuğu başarısız bir biçimde beyaz perdeye aktarmalarıydı.

Bu topraklarda çekilmiş benim izlediğim futbol temalı en iyi film Serdar Akar'ın "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" filmidir. Hem oyuncularının hem de senarist ve yönetmenin kaliteli olması ve futbolu seviyor olması bu filmin başarısındaki en önemli etkenlerdendi. "Hayat futbola fena halde benzer" sloganıyla da birçok futbolseverin kalbinde ve hafızasında yer eden filmin üzerinden 11 yıl geçtikten sonra, yönetmen koltuğuna oturan Volga Sorgu 2011 yılında "Kaledeki Yalnızlık" isimli filmini biz futbolseverler için çekti. Bugüne kadar oyuncu olarak tanınan Volga Sorgu ilk filminde 'amatör' bir kaleci olan Nurettin'in hayat hikayesini konu aldı. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filminde "kaleci Suat" rolüne hayat veren "Erkan Can", bu sefer de amatör bir futbol kulübünün başkanı olarak beyaz perdede kendisine yer bulmuş. Kalecilerin dramını başarılı bir şekilde anlatan filmde "Ümit Karan" isminin ve "şike" kelimesinin beraber görüldüğü sahneler de bir hayli manidar olmuş. Filmin yapımcılığını da üstlenen "Mazlum Çimen", filmdeki müzikleri oğlu "Saki Çimen"le birlikte hazırlamış. Sinema eleştirmenlerinin başarısız bulabileceği bu film futbolseverlerin 90 dakika boyunca sıkılmadan izleyeceği güzel bir yapıt olmuş.


' VEFA ' Sadece Bir Semt Adı Değil Evlat


Esenler'de dünyaya gözlerini açtı,bebekler zaten dünyaya
geldiklerinde uzun bir süre dünyayı siyah-beyaz görürlerdi;ancak Nihat bu süreyi insiyatif alarak süresiz uzattı.Esenler'de işçi bir babanın 6 çocuğundan biriydi anlayacağınız imkanlar kısıtlıydı,sonrası bildiğimiz bir futbol hikayesi gibi başlıyor ama ezberleri bozarak devam ediyordu.
Esenlerspor'da kulak şeklinin avantajıını kullanan bu çocuğu rüzgarı arkasına aldığında,sağ kanatta kimse yakalayamıyordu. Derken sağ kanattan hızla kaptığı topla ceza sahasına sokulurken,rakip sol beki geride bırakarak kendisini bir anda Fulya'da buluyor, lise bittiğinde Beşiktaş altyapısında birgün Robert Pires adlı vatandaşın en yakın arkadaşlarından biri olacağını bilmeden başlıyor ter akıtmaya.

Emekçi babasının örnek çalışkanlığı galiba onun fikriyatında belli bir yer etmiş ki çalışmaktan başka birşey bilmiyor Kahveci bu yıllarda.Yetenek tek başına yetmez diyerek sabrediyor ve Fuat Çapa'nın tavsiyesiyle John Benjamin Toshack tarafından A takıma alınıyor. 9 Kasım 1997 tarihinde Beşiktaş formasıyla ilk resmi maçına Bursaspor karşısında çıkacak olan Nihat, babasına :''Gelme istersen bu maça,annemle ilgili çok kötü şeyler duyabilirsin,sinirin bozulur, kaldıramayabilirsin'' diyor ve o maça giden 'baba Kahveci' sonrasında bu konu hakkında tövbe ediyor.

2002 Ocak ayına gelindiğinde 5 milyon euro karşılığında Real Sociedad'ın yolunu tutmuş Nihat. Dönemin Beşiktaş teknik direktörü ''Nihat'ı satarsanız şampiyonluğu satarsınız'' diyor ama dinletemiyor nitekim ne kadar haklı çıktığı sezon sonunda anlaşılıyor. Artık kapalı tribünün önünde gol attıktan sonra şezlonga uzanır edasında uzanan bir Nihat'ı göremeyecek olmanın hüznü var Beşiktaş taraftarında. Serdar Bilgili ısrarla çok karlı bir iş yaptıklarını ifade ederek endüstriyel futbolun ''şeref'' tribününden el sallıyor purosuyla o dönem.Yıl 2002 Milli takımla dünya üçüncülüğü,yıl 2003 Roy Makaay'ın ardından -bana göre golcülerin Allah'ı olan- Ronaldo'yla birlikte gol krallığında 2 .oluyor.Bu sıralarda Türkiye'deki sosyete pazarlarında 15 numaralı Nihat formaları kapış kapış gidiyor,Beşiktaşlıların aidiyet duygusunun yanında anlam veremesem de miili gururumuz gözüyle izleniyor Nihat Türkiye'de.
Ben de Trt başında Nihat'ın maçlarında attığı gollerden sonra kanepenin üzerinde zıplayan taraftayım. 'Bak baba bizim çocuk yine salladı birtane, ayaklarına kurban bunun' diyerek geçti haftalar.

2009-2010 sezonu öncesi yaz ayları, keyifliyim ama yeni sebepler arıyorum. Gözlerim son dakika transfer haberlerinde ister istemez. Bilinen bir gerçek var ki futbol hastaları olarak yaz aylarındaki misyonumuz çıkan en asparagas haberlere bile heyecanlanmaktır. Neyse bir akşam baktım ki Nihat yuvasına dönmüş. Aldığı para biraz çokmuş ama ona helal olsunmuş,kimler neler almıyormuş ki sonuçta...

Oynadığı iki sezonda Beşiktaşlılığına yakışır şekilde sahada mücadelesini vermiştir Nihat Kahveci.Evet birşeyler ters gitmiştir,olmayan olamayan birşeyler vardır ama formayı giydiği her maçta onun ağırlığına uygun hareket etmiştir. İzleyenler oynadığı futbolu, onu tanıyamaz hale gelmiştir artık ve sonunda Beşiktaş'la yolları ayrılır 2 senelik bir başarısızlık öyküsünden sonra. Bu süreçte olanlar bilindik nankör taraftar hikayeleri...Kadın futbolunda bile göremeyeceğimiz ürkeklikte futbol oynayan kıymetli ayaklarını sakatlanırım korkusuyla araya sokmaya lütfetmeyen tangocular,sambacılar baş tacı edilmiş ama Nihat'ın bahtsız annesi Dolmabahçe'de ne yazık ki yine iyi anılmamıştır. Manevi erozyonun ayyuka çıktığı Beşiktaş camiasında aslında şaşırılmayacak şeylerdir bunlar.

Yurtdışında oynadığı zamanlarda formda olsun formsuz olsun başta Fenerbahçe'den olmak üzere birçok teklifler almıştır Nihat; fakat o yorulmadan hep aynı cevabı vermiştir: ''Ben Beşiktaşlı Nihat'ım,döneceğim yer Beşiktaş'tır,başka bir Türk takımında asla oynamam.''

Tarih 17 Ocak 2012. Nihat Kahveci profesyonel futbolculuk kariyerini noktaladığını açıkladı.Teşekkürler Beşiktaş'ın evladı Nihat Kahveci, sözünün eri olduğun için, başkaları gibi olmadığın için...Ve henüz 33 yaşında başarısız oyunun yüzünden sana küfürü layık görenlerin başını öne eğdirdiğin için. Bir kesim her zaman konuşacaktır elbet ama unutma ki ''Vefa'' senin için olmadığı gibi bizler için de sadece bir semt adı değildir.

Not:2 senedir beni tek heyecanlandıran gol Porto'ya attığın goldü Nihat abi. Ama maçı izlediğim kafede yere yakın ve içi boş tavana attığım yumruktan sonraki göçük senden bir hatıra olarak duruyor benimle. Sağ ayağına sağlık...

10 Oca 2012

Thierry Henry: Bir Londra Efsanesi



“Sene 2004… Sıcak bir Haziran öğleden sonrası.
Arkadaşlarla forma almaya karar veriyoruz ve pazarın yolunu tutuyoruz. Yaklaşık on beş yirmi forma çeşidinin arasından o yılın İngiltere Premier Ligi Şampiyonu Arsenal’in forması gözüme ilişiyor: 14 sırt numaralı Thierry Henry forması. Hemen alıyorum. Ne de olsa daha birkaç gün önce Okay Karacan Arsenal’in şampiyonluğunu biz seyirciye aktarırken konuk olarak Murat Kosova maçın son anlarında bir Premier Lig uzmanı unvanıyla kulaklarımızın pasını siliyordu. Ben de Arsenal’in Manchester United hegemonyasını sona erdirişini büyük bir keyifle izliyordum.”
“Sene 2012… Soğuk bir Ocak gecesi.
FA Cup(İngiltere Federasyon Kupası) üçüncü turu, Emirates’teki rakip: Leeds United. Dakikalar 68’i gösterdiğinde Thierry Henry yıllar sonra iki aylığına kiralık olarak döndüğü yuvasında oyuna dahil oluyor... Oyuna girdikten on dakika sonra Henry bilindik plase gollerinden birisine daha imza atıyor ve uzayan sakalları eşliğinde Arsenal taraftarını gol sevinciyle selamlıyor.”
Seksenlerin ortaları ve hemen sonrasında doğan neslin en önemli futbol simgelerinden birisi de Thierry Henry’ydi. Tıpkı Ronaldo, Zidane, Batistuta, Maldini, Bergkamp ve adlarını saymaya bu satırların izin vermediği diğer efsaneler gibi. Futbol seyircisinin kalbi geniştir ve bu kalpte futbolda sembolleşmiş çok sayıda yeteneğe yer vardır. Ancak bazı yetenekler var ki bunlar hiçbir zaman unutulmaz. Thierry Henry de Arsenal’de forma giydiği yıllarda futbolu seven ve takip eden hemen herkesin kalbinde ve zihninde unutulmaz bir sembol olarak yer etti.
Benim hikayeme dönersek; Henry’yle olan manevi bağlarımın sona erip yerini sadece attığı gollerle hatırlanacak bir futbolcu figürüne bırakması, tabi ki Arsenal’den ayrılıp Barcelona’ya transfer olduğu ana denk gelir. Benim gibi futbol aşığı birçok insan da Henry’yle aralarına mesafeyi bu transfer hikayesinden sonra koydu (hem Barça’yı hem de Arsenal’i destekleyenleri tenzih ederim). Sonraları ABD’ye gidince hepten unuttuk Henry’yi. 2011 Temmuz’unda Emirates Cup’ta göründü kendisi, bu da çoğu futbolseverin ilgisini çekmedi. Ancak 2012’deki muhteşem geri dönüşüyle tekrardan Arsenal taraftarının kalbini kazandı Henry. Bu geri dönüşe çoğu futbolsever de kayıtsız kalamayacaktır diye tahmin ediyorum.
İki ay vaktimiz var; şimdiden iyi seyirler!

8 Oca 2012

Manchester derbisinde bir David Beckham


İzmir'de sağnak yağışlı bir akşamüstü... Bizim Süper Lig'in tadı tuzu kalmamış iken ve La Liga'da- birkaç sürpriz takımın güzel oyununa rağmen- Barca ve Real'in baskınlığı devam ederken, İngiltere'nin en köklü turnuvası FA Cup'ta bir Manchester derbisi...Gözlerimiz o maçta... Malum geçtiğimiz ekim ayında United, City'e 6-1 yenilmişti; futbolda tabiri caiz olmasa bile "intikam" alınacak mı diye bekliyoruz. City'li hırçın Kompany'nin kırmızı kart yemesiyle açılıyor perde, Fatih Terim gibi biz de kızgınlığın "biraz üzerinde" tepkiyle zevkimize limon sıkıldığını düşünüyoruz. Tabi, gözümüzün önüne Tony Adams gibi "boyunkıran" defanslardan çok çekmiş bir Alan Shearer geldikçe Company'nin, Real Madrid'li Pepe'nin vd. bazen bu kartları fazlasıyla hak ettiğini düşünmüyor değiliz. Sonuçta bu, maçın yarısında Shearer gibi kafada kanlı bir bant, orta parmaklarda ve bilekte sargılar taşıyan yıldızlar görmekten iyidir. Maç heyecanlı devam ediyor, ilk yarıyı 3-0 önde kapatan United ağlarına, özellikle Agüero ve Milner'in etkili oyunuyla 2 gollük bir cevap geliyor. Son dakikada Kolarov'un frikiği, kaleci Pantilimon'un kafası, gol gelmiyor; City'nin ümitleri sönüyor. Her ne kadar Manu taraftarı olsak da, maçın bitiminde şu olmasa, bu olsa vs. diyerek City'nin mağlubiyetine kılıflar bulmaya çalışıyoruz.
İzmir'de sağnak yağışlı bir akşamüstü, Guy Ritchie filmlerinden fırlamış bir İngiltere havası, maçtan aklımızda başka ne kaldı diye sormadan edemiyoruz kendimize. Paul Scholes girmişti oyuna, ilahi Ferguson, sen nelere kadirsin? Televizyonun başında, jübilesinden sonra sahaya geri dönmeyi tekrar kafasına koyan turuncu saçlı çocuğu alkışlıyoruz. Stadyumdaki United'lılar da alkışlıyor, David Beckham'ın Manu kaşkollu çocukları da alkışlıyor.
Burada gözümüz 37-38'inde, yaşıtları ve arkadaşları Ryan Giggs ve Paul Scholes'ü locadan izleyen Beckham'ın bakışlarına kayıyor. İzlediği futbolcular, Gary Neville ile birlikte bu takımın efsanesi olmayı seçmişler. Fakat 1996'da Wimbledon'a orta sahadan attığı golden sonra parlaması bir türlü durmayan yakışıklı arkadaşları düşünceli bir şekilde onları izliyor. Alkış yok, tatlı bir kıskançlık sanki... Sitem ediyoruz: "Gittin, traş bıçağı reklamlarında (yoksa markanın adı da "Derby" miydi?) sakalını nasıl kestiğini anlatmayı tercih ettin be Becks!", "Dakikada bilmem kaç bin dolar alıyordun bir aralar, mutlu musun peki?"
***
Ağaca benzeyen göğüs kılları bir türlü futbol paparazzisinin dilinden düşmeyen Giggs iyi ki başka birine dönüşmeye çalışarak karşılık vermedi bu duruma diyoruz. Scholes'un eşinin, sevgilisinin kim olduğunu, tatillerini nerede geçirdiğini vs. iyi ki duymadık. Endüstriyel futbola koşulsuz teslimiyetin gerçekleştiği fikrinin yanında, küçük sürtünme odakları aramaya romantik bir biçimde devam ediyoruz. "Taraftarları heyecanlandıran bir futbolcu olarak hatırlanacağım sanırım." demişti Giggs, Beckham da öyle hatırlanacak; yalnız hep "ama..." bağlacıyla devam eden cümlelerde...
Biliyorsunuz, kimileri için ama kelimesinden önceki cümleler gereksizdir.
---
*Bu arada sinirimiz geçmiyor, bazı sahneler hep aklımızda: Beckham'ın United'ı terk edişi bile buram buram magazin kokmuştu; Ferguson'un attığı krampon kaşını yarmıştı nitekim.

İbooo.. Nolur geri dön.. Sensiz yapamıyomm..

Mahalle aralarında top ayağındayken etrafındaki her şeyi unutan, kendisini dünyadan soyutlayıp sadece kendisine ve topa rol biçen tipler vardır; oyunda olmayanın izlemeye doyamadığı, takım arkadaşlarının haset ve gıpta ile izlediği, rakibin ise hiç ama hiç hazzetmediği tipler... Yattara'yı ilk gördüğümde ÖSS'de çıkan soruyu dershanedeki deneme sınavında çözmüş olan bir çocuk gibi yüzümde aptal bir tebessüm oluşmuştu.

Yüzü gülen insan değerlidir; değeri bilinmelidir. Yüzü gülüyordu Yattara'nın, yüzleri güldürebiliyordu; onun yanındayken Hasan Üçüncü bile sempatik gözükebiliyordu insanlara. Senelerce Trabzonspor taraftarı için tek heyecandı Yattara; o oyunda değilken oyuna girmesini beklemek, o oyundayken topun onun ayağına gelmesini beklemek, ölümle kıyamet arasındaki metafizik zamana benziyordu.

Senin hakkında sayfalarca yazabilirdim; ama neye yarar ki? Her aşk gibi bizimkisi de bazen sıkıntılıydı; sen bizi üzdün biz de seni. Ama deliler gibi sevdiğin kadın, kavganın en hararetli yerinde 'beni sevmediğini söyle' der ve öylece kalırsın ya işte sen de ne zaman gereksiz kırmızı kart görsen, ne zaman en gereksiz top kayıplarını yapsan işte biz de öyle apışıp kaldık. Kızamadık sana; kızamazdık da zaten. Sen hiçbir zaman bavulunu toplayıp Unkapanı'na gitmedin, sen hep bizim küçük birahanemizde söyledin şarkılarını; sen de eğlendin biz de eğlendik.

Velev ki Burak Yılmaz kırk beş gol attı; velev ki Colman yerdeki topa rövaşata çekti; neye yarar? Sen yoksun be Yattara! Sana dair hiçbir şey yok. Sadece benim ve benim gibilerin gözyaşları var.

Şu an "İlk aşkından bir buse mi, Yattara'dan bir sağ kanat koşusu mu?" deseler güler geçerim. Seninle her şeye; hele de seninle olan her sağ kanat bindirmesine varım ben.

Çok özledim ulan! Çok...
Evet bütün gece de bunu izleyip ağladım:

1 Oca 2012

Ferguson duymasın, veliaht kim?


Viskilerin etiketi üzerinde şöyle bir ibare vardır, "distilled and matured in...". Alex Ferguson da, distilasyonunu İskoçya'da geçirdiği futbolculuk kariyeriyle (forvet- 317 maç/170 gol) tamamlamış, teknik direktörlüğe süzülerek, olgunlaşmasını yine İskoçya'nın Aberdeen takımına 8 senede 10 kupa getirerek tamamlamıştı.
45 yaşına ülkesi çapında başarılarla gelmiş, artık olgun diyebileceğimiz üstad, 1986 yılında sakızı ile beraber Manchester United'ın başına geçmişti. 25 yıllık dönemde neler yaşandığını az-çok futbola bulaşan kimseler bile iyi bildiği için tekrar anlatmayalım. Kişisel kanaatim yalnızca kupa alımı= başarı olmasa bile, bu kadar senede aldığı 37 kupa, "helal olsun" dedirtiyor insana. Şimdi konumuza gelelim:
Dün itibariyle 70 yaşını dolduran Alex Ferguson'un emekli olmaya pek niyeti yok gibi. "Beni ne zaman kovarlarsa o zaman bırakırım." minvalinde bir cümle söylediğini hatırlıyorum ama Manu'ya gelme sebebi olarak gösterdiği ve 25 yıla bakıldığında gerçekleştirdiği "Liverpool hakimiyetini kırma arzusu" Kenny Dalglish Liverpool'a dönmüşken tekrar hortlayabilir, bu kez hakimiyeti elden bırakmamak olarak. Zaten Arsenal menajeri Arsene Wenger de hala koltuğunda(Koltuk sallandı ama henüz yıkılmadı). Dolayısıyla Ferguson başarıya doymuşluğunun yanında rekabeti hala sevip sevmediğini gözden geçirebilir. Neden olmasın?
Olmazsa, Ferguson yakın zamanda Manchester United'dan o veya bu şekilde ayrılırsa, takımın başına kim gelir? Soru bu. Biraz duygusal,biraz mantıki, benim 5 kişilik listem:
1.Josep Guardiola: 41 yaşındaki teknik direktörün Barcelona ile yaptıkları ortada. Bayern Münih'in başkandan scout'lara eski oyuncuları bünyesinde tutmaya devam etmesi gibi Barcelona'nın da oyun kurgusunda, oyuncu yetiştirmede vs. süreklilik için benzer bir şeyler peşinde koştukları gözüküyor. Nitekim şimdiye dek sistem başarılı işledi. Fakat şu soru aynı Messi'ye sorulduğu gibi Guardiola'ya da sorulmaya başlandı: "Başka bir takımda başarılı olabilir mi?". Malum bir de Rijkaard'ın Galatasaray faciası var Türkiyeli taraftarların hafızasında. O yüzden eminim biz daha fazla sormuşuzdur bunu birbirimize. Guardiola ise bu sorunun cevabını aramak için gözükmese bile; kulüp tarihinde "efsanevi" olmak statüsünü, Mourinho gibi her limanda bir Şampiyonlar ligiyle-bireysel başarıyla takas edebilir yakın zamanda. Barcelona yoluna Roma'ya gönderdiği Luis Enrique ile devam eder belki de.
Kişisel kanaatim Guardiola'nın Manu'nun başında çok değil bir-iki sene kupasız kalmasının kendisini koltuğundan edeceği yönünde. Bir Alex (F.) değil sonuçta.
2.José Mourinho: Beşiktaş'ın Portekiz'den henüz getirmediği iki kişiden biri olan Mourinho geçtiğimiz günlerde, zamanı geldiğinde Premier Lig'e yeniden dönmek istediğini açıkladı. Zaten kontratına "Manchester United çağırırsa gider." yazdırdığı söylentisi bir kenarda duruyor. Nisan ayında "Manu'nun bir sonraki menajeri benim." gibi bir açıklama da yaptı ama Ferguson'dan "José benim yakın bir arkadaşım, kendisinin geleceği üzerine birkaç kez konuştuk ve İngiltere'ye dönmeyi istemesini anlayabiliyorum. Ama benim pozisyonumun kendisine ne zaman uygun hale geleceğini söylemek zor, buna sağlığım karar verecek." cevabı gecikmedi. Real Madrid'de Sportif Direktör Valdano'nun takımı boklu dondurmaya benzetmesi, kafasına göre transferleri Mourinho'yu kızdırsa da giden kelle Valdano'nun olmuştu. Fakat Mourinho'nun bunu unutacağını pek sanmıyorum. Yalnızca o yüzden olmasa bile, Barcelona efsanesini bitirme arzusunu bir başka bahara bırakıp Ferguson'un koltuğu boşaltmasına sevineceğini düşünüyorum.
Kanımca, Giggs'in yerine Galler'in yeni Giggs adayı Gareth Bale'i transfer edip, Nuri'yi de yanında Old Trafford'a getirirse, Manchester başarı geleneğini sürdürmeye Mourinho ile devam edebilir.
3.Ole Gunnar Solskjaer: Bebek yüzlü katilimiz, "20LE"GEND'imiz, kulübeden gelerek takımına katkı koyma üzerine Semih Şentürk'ün mislince büyüğü Solksjaer de Manu taraftarlarının gönlünden geçiyor hiç kuşkusuz. Bunda genç Ferguson'unki gibi bir başka ligde kendini kanıtlıyor oluşu da etkili olabilir. Zira Manu'nun rezerv takımını çalıştırdıktan sonra gittiği Molde'yi düşme hattından zor kurtulduğu bir sezondan alıp liderliğe doğru götürüyor. Onun hakkında yazabileceğim sayfalar dolusu övgü var ama futbolculuğu için. Kulübede, özellikle Manu kulübesinde olmayı sever diyeyim ve adaylar arasında duygusal olarak en çok kendisine yakın olduğumu belirteyim.
4.David Moyes: İskoçyalı menajerlerin Premier Lig'e yaptıkları katkı Ada'ya ikinci bir İskoç Aydınlanması yaşattı desek, çok da yanlış olmaz herhalde. 10 yıldır Everton'u çalıştıran Moyes'in bu süre içerisinde yalnızca yüzde 40'lık bir galibiyet oranı "acaba?" sorusunu sordursa da, sürekliliği devam ettirebilecek ve Lig'i tanıyan birinin, daha iyi finansal olanaklarla neler yapabileceği alınabilir bir risk kanımca. (Geçen gün Tanıl Bora, Radikal'de Matt Busby, Dalglish ve Ferguson'un sosyalist olduklarını eklemeden geçmemiş, Moyes'un da sosyalist olduğu bilgisini ben vereyim.) Manu taraftar sitelerinde kendisine epey destek de varmış duyduğuma göre.
5.Roy Keane, Ryan Giggs, Paul Scholes: Çocukluğumuzun kahramanları, içine Peter "Şımaykıl"ı, Gary Neville'ı ve David Beckham'ı da (aslında o altın takımın hepsini) dahil edersek... Türkiye'de olsa bu üçünden birisini teknik direktör yapar; yanlarına antrenör olarak da diğerlerini monte ederdik. Gelgelelim bu Manu için pek mümkün ve profesyonel bir adım olarak gözükmüyor. Roy Keane'in aristokratik imajının altında agresif ve başarısız bir menajer oluşu kaybolmazken (Sunderland ve Ipswich fiyaskoları), Giggs'in ve Scholes'ün Ferguson'dan damıttıkları bilgileri başka bir yerde kanıtlamadan Manu'da başlamaları zor gözüküyor. Giggs'in zaten Lee Sharpe'dan aldığı formayı bırakmaya niyeti yok gibi, bırakmasın. Fakat Scholes'un sessiz ama derinden yapısıyla bu takıma bir gün futbolculuk dışı bir şekilde de hizmet edeceğini düşünüyorum. Bu üçü de duygusal kontenjanımdan.
---
Manchester çocuğu Morrissey'in bilmem kaçıncı Manchester konserinden konuya imalı gelebilecek bir şarkı ile veda edelim.
"There is a Light that never goes out"

22 Kişi 1 top- Özgürlük


Özgürlük nasıl bir şeysin sen? Bazen özletiyorsun kendini gerçekten ama bazen de unutuluyorsun resmen. Sana söyleyecek laf yok fazla fazla ama sen var mısın yok musun nasıl anlayacağız biz, nasıl anlamamız gerekir? İnsan arıyor seni her yerde; sokakta yürürken, internete girerken veya konuşurken peki sen neredesin gerçekten, futbolda var mısın? Yok, yok sakın yanlış anlama sıkmayacağım yine seni "şike muhabbeti" üzerinden, konu farklı aslında ama iki çift lafım var bir dinlesen...
Bu özgürlük konusunda çok düşünür oldum birkaç senedir, neye yorayım bilmiyorum, büyüdüm belki de hafiften ancak bunu futbol da da aramam için birkaç sebep vardır yakın zamanda olan.
Futbol. 22 kişi 1 top onca insan, amaç galibiyet peki öncelikle asıl amaç "GOL". O çılgın(!) 22 insan gol atabilmek karşı kaleyi fethedebilmek(Türkler olaya "kale savunması" olarak bakarlar, bu bir savaştır aslında, ayrıntılar için;http://www.erdemdenk.com/kale.htm) için uğraşır 90 dakikalar boyunca. Hedefe ulaşıldığında yani o gol atıldığında doğal olarak hazzı da çok büyük olur.İşte bu hazzı insanlar kendi ifadeleri ve hareketleriyle özel hale getirirler. O golün kutlamasını yaparlar içlerinden geldiği gibi gol sevinci yaşarlar bu belki de o oyuncu için gol kadar mutluluk verici, seyredenler için de seyretmesi keyiflere keyif katan bir olaydır. Bu kısım da bence özel olmalı, çünkü bir futbolcunun en çok özgürlüğü hissettiği alan olarak görüyorum gol sevincini...
Öncelikle burada gol sevinçleri konusundan bahsederken Roger Milla yı anmamayı hem O'na hem de futbola hakaret sayarım! Çünkü o ilginç/farklı futbol sevinçlerini, literatüre sokan ilk adamdır.Babam hep anlatırdı "Roger Milla hep sonradan girer ama mutlaka golünü atar" biraz golcü kişiliği ancak bunun yanında kendine has gol sevinciyle gollerinden çok sevinçleri akılda kaldı Roger Milla'nın.(Roger Milla:http://www.youtube.com/watch?v=wZtx3tkJqso)
İşte bir anlamda Roger Milla ile başlayan serüven günümüzde farklı boyutlara ulaştı hem golü atanlar hem seyredenler için. Ben de burada değinmek istiyorum ki, dünya üzerinde insanlara genellikle bu konuda yeterince özgürlük tanınmış değil insanlar bu sevinçleri yüzünden cezalar alabiliyor ki bu futbolu seven benim gibi insanlar için çok büyük bir hayal kırıklığı. Yani burada yanlış anlaşılmasın tabi ki bu sevinçlerin sınırları olmalı, ırkçılık yapan veya hakarete varan sevinçler yaşayan futbolcular tabi ki engellenmeli buna ben de katılıyorum ama futbolcular bu özgürlükler dünyasında(!) bu sevinçleri yüzünden ceza almamalıdır.
İşin özü biz futboldan tüm zevki alabilmek için herşeyi tüm gerçekliğiyle görmek istiyorsak bu gol sevinçlerinde de görülmelidir. Kardeşi olarak gördüğü, arkadaşı Daniel JARQUE'yi gol sevincine katan formasının altında onun ismini taşıyan Andres INIESTA kadar, gol sonrası formasını altında Filistin yazılı tişörtü gösteren KANOUTE'nin de özgürlüğü aynı olmalıdır. Burada işi futbolda siyaset olmamalı konusuna getirmeye kalkarsak bence bu futboldaki siyaseti Kanoute'nin tişörtü altında aramak yerine futbolu ve kulüpleri yöneten sevgili yöneticilere bir sormak gerekir. Öncelikle temizliğe oradan başlanmalı ki Kanoute'nin hareketinin siyasi değil diğerlerinin anlamadığı gibi, gayet insani olduğunu düşünüyorum. Benim için Jarque kadar orada kötü koşullarda yaşayan/ölen insanlar da değerlidir, onlar için olmasa da...
Naçizane, yazarın notu (aslında yazarın alıntısı demek daha mantıklı) : "Futbolun 22 adamın topun peşinden koşması olduğunu düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet'in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu söylemekten bir farkı yoktur." J. B. Priestley, The Good Companions, 1928