31 Oca 2012
Futbol Savaşları: ABD İran'a karşı
30 Oca 2012
İlkler Unutulmaz
Efsane sezonun 12 bölümlük belgeselinin ilk bölümü: (Kalan kısmına Youtube'dan devam edebilirsiniz.)
25 Oca 2012
Konya'dan İzmir'e Küme Düşme Hattı
24 Oca 2012
Gool!!!- Yok Yok Ofsaytmış, Server Söyledi...
23 Oca 2012
Yazmak ve yapmak-1: Bizi neler bekliyor?
Futbol sevdası her boyutuyla meşakkatli bir konu... Ülkede kendisini futbol hakkında konuşabilecek durumda görenlerin sayısı milyonlarla ifade edilebiliyor. Bu kötü mü derseniz, sorgulamak ne haddime deyip geçerim. Açıkçası naçizane futbol sevdamın da, yorumlama isteğimin de, tarihine olan ilgimin de herhangi bir lisansı yok; böyle bir lisans gerekliliği yok! Arkadaş çevrende konuşursun, bir blogta yazarsın, hatta gün gelir bir gazetede yazarsın. Bunu koşullardan bağımsız değerlendirirsen yanılırsın, yazdıklarının alıcısı olur, satıcısı olur, çalıcısı olur; karakterine göre bundan tiksinirsin veya gururlanırsın. Sen çembere dahil olmamaya uğraştıkça önüne vaatlerle sunulu bir sepet konulma ihtimali ne kadar azalabilir ki? Ya da ilkeli davranmayı seçersin, "3-5 kişi kalsa beni okuyan, ben dönmezem yolumdan" diyerek çember kavramını başından reddedersin. Saygı duyulasıdır.
***
İkinci seçeneği bir kenarda bekletelim. Bir de kendini kanıtlama derdin vardır, en azından başında... Hırsların, yenilgiye tahammülsüzlüğün...Birleştirdikçe anlamlı sonuçlar çıkarabileceğin bir üçlü...Hazzetmesem de, şansı ekleyelim. Üç silahşörlerin dördüncüsü... Dartagnan kadar önemli görülen şans.... Futbol sevdana özellikle ailen ve sonrasında yeteneğin/yeteneksizliğin tarafından ket vurulmamış olsun. (Kardeşimden örnek vereyim, oynasa mükemmel bir deep-lying forward olabilecek çocuğu "derslerinden mahrum büyür" diye engelleyebilirsin. O çocuk 21 yaşında futbol izlemekten zerre keyif almayıp, futbol oynamayı taparcasına sevmeye devam edebilir. Dersleri hala kötüdür.) Başka bir durum ise şu, Andre Villas Boas gibi, sahaya çıkmadan, tekme yemeden, izlemeyi ve analiz etmeyi, idare etme arzunu önündeki imkanları zorlayarak gerçekleştirmenin yollarını arayabilirsin. Türkiye'de ne kadar mümkündür denilebilir, kapitalizm başarı hikayelerini sever. Belki yırtarsın! Yırtmak değilse derdin, sendeki cevheri birileri keşfetmese de olur; televizyon karşısında devam ettirirsin yeteneğini.
***
Diyelim burada da şansın yolunda gitti, teknik direktör oldun. Sıra geldi idare etmeye. Buradaki yollar da dikensiz gül bahçesi değil. Takımın tarihindeki en büyük başarılarda ismin yer alsa bile patronun bir gün şunları diyebilir:
"Sana iyi bir tavsiyede bulunacağım, Brian Clough. Ne kadar iyi ya da ne kadar zeki olduğunu düşünürsen düşün. Televizyonda ne kadar afilli arkadaşın olursa olsun. Futbol dünyasının gerçeği şudur: Başkan patrondur, sonra yöneticiler gelir... Sonra kulüp sekreteri, sonra taraftarlar, sonra oyuncular ve nihayet, hepsinden sonra, bu yığının en dibinde, en altının da altında, en sonda, hepimizin onsuz yapabileceği koduğumun teknik direktörü gelir."
Brian Clough gibi kariyerinde 150 küsür gol atmış bir forvet olabilirsin, öyle bir geçmişin yoksa halin daha da beter... Eski hocasını özleyen oyuncular, "ne şekilde olursa olsun kazanmasını bil" düsturuyla hareket edenler ve bu anlayışa müdahale etmenin olanaksızlığı... Dönen paralar, kombine gelirleri, transfer ücretleri arttıkça futbolcunun bu anlayışı maç seçmekle, maçına göre değişen mental hazırlıkla ikamesi... Futbol sevdalısı bir menajer olana reva görülen, galibiyeti sen hariç herkese, mağlubiyeti yalnızca sana fatura etme düşüncesi...Reva görülmese, "sorumluluk aldı desinler" diye senin bunu kabullenmen... Gittiği her kulüpte en büyük kupaları kaldırmış olan Mourinho'nun bile futbolcusundan "Siz hiç futbolcu olmadığınız için bazen saha içinde ne döndüğünü bilmezsiniz." sözünü işittiği bir evrene adım atıyorsun, kolay değil.
***
The Damned United filmini izleyip, ardından Barcelona'ya yenilen Mourinho'nun çektiklerine, Liverpool'daki kötü gidişi durduramayan King Kenny'nin oyuncuların ruhsuzluklarından ve maç seçmelerinden yakınmasına şahit olunca aklıma takılanları ve futbol sevdasını nelerin diri tutmaya yetmediğini yazmaya çalıştım. Belki bir dahaki yazıda Mourinho'nun çocukluğuna iner; yenilgiye tahammülsüzlük, hırs, şans ve kendini kabul ettirmenin karaktere olumlu ve olumsuz neler kattığını inceleriz.
22 Oca 2012
Kale düşerse, kent de düşer..!
' VEFA ' Sadece Bir Semt Adı Değil Evlat
10 Oca 2012
Thierry Henry: Bir Londra Efsanesi
8 Oca 2012
Manchester derbisinde bir David Beckham
İbooo.. Nolur geri dön.. Sensiz yapamıyomm..
1 Oca 2012
Ferguson duymasın, veliaht kim?
22 Kişi 1 top- Özgürlük
Özgürlük nasıl bir şeysin sen? Bazen özletiyorsun kendini gerçekten ama bazen de unutuluyorsun resmen. Sana söyleyecek laf yok fazla fazla ama sen var mısın yok musun nasıl anlayacağız biz, nasıl anlamamız gerekir? İnsan arıyor seni her yerde; sokakta yürürken, internete girerken veya konuşurken peki sen neredesin gerçekten, futbolda var mısın? Yok, yok sakın yanlış anlama sıkmayacağım yine seni "şike muhabbeti" üzerinden, konu farklı aslında ama iki çift lafım var bir dinlesen...
Bu özgürlük konusunda çok düşünür oldum birkaç senedir, neye yorayım bilmiyorum, büyüdüm belki de hafiften ancak bunu futbol da da aramam için birkaç sebep vardır yakın zamanda olan.
Futbol. 22 kişi 1 top onca insan, amaç galibiyet peki öncelikle asıl amaç "GOL". O çılgın(!) 22 insan gol atabilmek karşı kaleyi fethedebilmek(Türkler olaya "kale savunması" olarak bakarlar, bu bir savaştır aslında, ayrıntılar için;http://www.erdemdenk.com/kale.htm) için uğraşır 90 dakikalar boyunca. Hedefe ulaşıldığında yani o gol atıldığında doğal olarak hazzı da çok büyük olur.İşte bu hazzı insanlar kendi ifadeleri ve hareketleriyle özel hale getirirler. O golün kutlamasını yaparlar içlerinden geldiği gibi gol sevinci yaşarlar bu belki de o oyuncu için gol kadar mutluluk verici, seyredenler için de seyretmesi keyiflere keyif katan bir olaydır. Bu kısım da bence özel olmalı, çünkü bir futbolcunun en çok özgürlüğü hissettiği alan olarak görüyorum gol sevincini...
Öncelikle burada gol sevinçleri konusundan bahsederken Roger Milla yı anmamayı hem O'na hem de futbola hakaret sayarım! Çünkü o ilginç/farklı futbol sevinçlerini, literatüre sokan ilk adamdır.Babam hep anlatırdı "Roger Milla hep sonradan girer ama mutlaka golünü atar" biraz golcü kişiliği ancak bunun yanında kendine has gol sevinciyle gollerinden çok sevinçleri akılda kaldı Roger Milla'nın.(Roger Milla:http://www.youtube.com/watch?v=wZtx3tkJqso)
İşte bir anlamda Roger Milla ile başlayan serüven günümüzde farklı boyutlara ulaştı hem golü atanlar hem seyredenler için. Ben de burada değinmek istiyorum ki, dünya üzerinde insanlara genellikle bu konuda yeterince özgürlük tanınmış değil insanlar bu sevinçleri yüzünden cezalar alabiliyor ki bu futbolu seven benim gibi insanlar için çok büyük bir hayal kırıklığı. Yani burada yanlış anlaşılmasın tabi ki bu sevinçlerin sınırları olmalı, ırkçılık yapan veya hakarete varan sevinçler yaşayan futbolcular tabi ki engellenmeli buna ben de katılıyorum ama futbolcular bu özgürlükler dünyasında(!) bu sevinçleri yüzünden ceza almamalıdır.
İşin özü biz futboldan tüm zevki alabilmek için herşeyi tüm gerçekliğiyle görmek istiyorsak bu gol sevinçlerinde de görülmelidir. Kardeşi olarak gördüğü, arkadaşı Daniel JARQUE'yi gol sevincine katan formasının altında onun ismini taşıyan Andres INIESTA kadar, gol sonrası formasını altında Filistin yazılı tişörtü gösteren KANOUTE'nin de özgürlüğü aynı olmalıdır. Burada işi futbolda siyaset olmamalı konusuna getirmeye kalkarsak bence bu futboldaki siyaseti Kanoute'nin tişörtü altında aramak yerine futbolu ve kulüpleri yöneten sevgili yöneticilere bir sormak gerekir. Öncelikle temizliğe oradan başlanmalı ki Kanoute'nin hareketinin siyasi değil diğerlerinin anlamadığı gibi, gayet insani olduğunu düşünüyorum. Benim için Jarque kadar orada kötü koşullarda yaşayan/ölen insanlar da değerlidir, onlar için olmasa da...
Naçizane, yazarın notu (aslında yazarın alıntısı demek daha mantıklı) : "Futbolun 22 adamın topun peşinden koşması olduğunu düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet'in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu söylemekten bir farkı yoktur." J. B. Priestley, The Good Companions, 1928