26 Ara 2011

Dinle Küçük Taraftar

“…Tatminsizlikler arasında kızdıklarım oligarşik müstekbirlerdir. Bunlar dünya futbol âleminin ‘büyüklerinin’ ihtişamına temenna eder, bunlar büyük yıldızlarıyla ‘şov’ yapsınlar ve ikinci sınıf rakiplerini un ufak etsin isterler. Grup maçlarının zevki budur onların nazarında. İdealleri, Portekiz-Kuzey Kore maçıdır. ‘İşte Ronaldo’! ‘Gol olup yağdılar’! Üstelik artık hiçbirisi öyle bilinmez olmayan, mutlaka birkaç büyük lige oyuncu ihraç eden ‘sair’ takımlar hakkında küstah bir meraksızlıkları vardır. Bu futbol oryantalizmi TRT ekranında da temsil ediliyor, biliyorsunuz. ‘Büyüklerin’ bekleneni verememesini ayıplıyor, neredeyse dertleniyor, karşılarındaki takımlara ‘kendilerince bir şeyler yapmaya çalışan’ garibanlar olarak, âlicenap bir kayıtsızlıkla bakıyorlar. Hâlbuki Dünya Kupası, asıl o ‘değişik’ takımlara dikkat kesileceğimiz bir sahne. Sırtlarında sade bir ragbi tişörtüyle, kendilerini kaptan Ryan Nelsen’in idaresine emanet edip canla başla kalelerini savunan acemi Yeni Zelandalıların üç maçta da yenilmeden, grup maçlarının tarihsel beraberlik rekortmeni İtalya’yı geride bırakmalarından sevinç duymayan, bizden değildir…”[1]

Türkiye’de futbol literatürü genel olarak, ana akım medya tarafından üç büyükler ve ayıp olmasın kaygısıyla nadiren dört büyükler olarak nitelendirilen futbol kulüplerinin hikâyelerinden, mevcut yapılarından veyahut muhtemel sansasyonlarından ibaret. Bahsi geçen üç büyüklerin ortak özellikleri: İstanbul’da yer almaları, en az bir lig şampiyonluğu kazanmaları ve ülke çapında yirmi milyondan fazla taraftara sahip olduğunu iddia etmeleri. Şüphesiz; Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray ülkenin en köklü maziye sahip ve maliyeti en yüksek kulüpleri. Aynı zamanda yerel sermaye sahipleri tarafından saygınlık kaygısıyla bahşedilen yardımlar ve neredeyse tekelleştirdikleri naklen yayın gelirleriyle, transfer ettikleri kıta çapında meşhur futbolcuların da oynadığı kulüpler. Ancak 3 Temmuz’dan beri devam eden muğlâk hukuki süreçten bağımsız olarak; son yıllarda ‘büyük’ işleri yok hiçbirinin, ana akım medya tarafından inatla desteklenmek haricinde. Ne gerçekten planlı ve göze hoş gelen bir takım oyunları ne de başarılı sonuçları var. Öte yandan bu yerel tekelleşmeye direnen ve ‘beş şampiyonlar’ın[2] diğer iki üyesi olan Trabzonspor ve Bursaspor, mali yapı ve taraftar desteği yönünden diğer ‘küçük’ takımlara nazaran daha iyi durumdalar. Eğer futbolumuzda bir direnişten söz edeceksek; bu, bahsi geçen iki kulüp önderliğinde gerçekleşiyor. Yine de; ülke futbol romantiklerince hep dile getirilen ‘Anadolu Devrimi’, bu küçük direnişten öte geçemeyen çapsız bir hayal aslında. 70’li yıllarda Eskişehir, 80’lerde Trabzon, 90’ların sonlarında Gaziantep ve son beş senede, önce Sivas ve hemen ardından büyük bir başarıyla Bursa dışında –ki aslında bunlarda da gerçekten istikrarlı ve planlamalı başarılarından söz edemiyoruz.- hiçbir küçük takımımız medyanın ilgisini çekemiyor. Kitle yayınının başat aracı olan televizyonda yayın yapan kuruluşlardan hiçbirinin programları, yorumcuları ‘küçük’ takımların küçük bütçeleriyle, az sayıda taraftarıyla, küçük çaplı planlamalarıyla başardıkları ‘büyük’ işlerden bahsetmiyor. Elde edilen geçici yahut görece istikrarlı başarıların değerlendirilmesi, kendinden beklenmeyecek cinlikte bir söz söylemiş afacan çocuğu takdir eden amcalar minvalinde yapılıyor. Zaten iki sene öncesine kadar da bu ‘küçük’ takımların maçları da çok gelişmiş televizyon endüstrimizce naklen yayınlanamıyordu. Hoş; şu anda durum pek iç açıcı değil, özellikle bizim gibi ‘küçük’ takımlara gönül vermişler açısından: futbol programlarında gösterilen bir dakikalık özet görüntüler; hiçbir maçını izlemeden, sahadaki ruhu, uygulanmaya çalışılan taktiği tartışmaktan imtina ederek hakem hataları hakkında birkaç cümlelik yorum yapmaya çalışan sözde yorumcular… Bu şartlar altında arzulanan ‘devrim’in gerçekleşmesi pek muhtemel değil. Yapılan doğru işler görülmediği ölçüde bir ilerleme de olmayacaktır. Sonuç olarak; benim gözümde, futbol medyasının ülke futbolundaki işlevi gözünü bu ‘küçük’lere çevirdiği ölçüdedir.

Az sayıda SBF öğrencisinin teşebbüsüyle oluşturulan Üstünidman futbol blogu birlikteliğinde naçizane kendime biçtiğim rol, yukarıda bahsettiğim ana akım medyaya karşıt bir duruş sergilemektir. Burada, elimden geldiğince ‘küçük’lerin direniş hikâyelerini yazmaya çalışacağım. Görüşmek üzere.

*Yazıda bahsedilenler hakkında uygun ve güncel bir örnek: http://www.ntvspor.net/haber/futbol/55216/antalyaspor-buyuklere-zorluk-cikardi


[1]Bora, Tanıl. “Nankör tatminsizliğin üç hali.” Radikal Gazetesi. 29 Haziran 2010. Erişim: 24 Aralık 2011 <http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1005185&Yazar=TANIL_BORA&Date=24.12.2011&CategoryID=103>
[2] Spor yazarı Ali Ece’nin tanımıdır.

3 yorum:

ekicion dedi ki...

Kücüklerin direnisini, kücüklerin ilgisini cekecek sekilde yapmak lazım sanki...
Belkide daha acık bir sekilde:
edebi elit kesim icin degil biz taraftar icin futbol diyebilelim diyorum

Adsız dedi ki...

Haklısın kardeş.

SB dedi ki...

Ben de bir 'küçük' takım taraftarı olarak yazılarına sonuna kadar destek veriyorum...
Anladığım kadarıyla hislerimiz aynı yönde...
Bir dakikalık maç özetleri olsun, Zeki Çol'un anlamsız yorumları olsun hepsini saatlerce beklediğim günleri unutamam...
Bunları hep hatırlatacak olduğun için de şimdiden teşekkürler Ali.