17 Eki 2014

Yugoslavya'da Futbolun Durduğu Gün

4 Mayıs 1980 tarihinde Yugoslavya Ligi'nde üç tane maç oynanırken statlara gelen bir ölüm haberi bu maçların durmasına ve sahadaki futbolculardan tribündeki taraftarlara kadar herkesin büyük bir üzüntüyle yıkılmasına sebep oldu. Yugoslavya'nın 27 yıldır görevde olan devlet başkanı Josip Broz Tito hayatını kaybetmişti. O gün oynanan maçların en önemlisiyse Hajduk Split ve Kızılyıldız arasında oynanan derbi maçıydı. Maçın 41. dakikasında sahaya giren üç tane görevli hakemleri yanına çağırdığı sırada tribünler çoktan gözyaşlarına boğulmuştu. Haberi duyan futbolcular da orta yuvarlakta bir anda yere yığılmış ve çökmüş kalmışlardı. Tito'nun Yugoslavya halkı için ne denli önemli bir lider olduğunun en önemli göstergelerinden birisi de bu maç oldu. Hırvat bir babanın oğlu olan Tito için Hajduk Split taraftarlarının gözyaşı dökmesi çok normaldi. Ancak, on yıl sonra yaşanacak katliamların hemen öncesinde Sırpların da Tito için gözyaşı dökmesi 87 yaşında ölen Mareşal Tito'nun ırk, dil, din ayrımı gözetmeksizin bütün halkı kucakladığına dair bir göstergeydi.
Bosnalı bir Hırvat olan Zlatko Vujavic'in çimlerin üzerine yatıp kaldığı an
Maçta oynayan Kızılyıldızlı ve Hajduk Splitli futbolcuların yıllar sonra o günü anlattığı röportaj ve maçtan görüntüler

15 Eki 2014

Büyük Arnavutluk İdeali vs. Sırbistan

Sırbistan ve Arnavutluk arasında oynanan EURO 2016 eleme maçının ilk yarısı golsüz beraberlikle bitmek üzereyken bir dizi olay patlak verdi ve maç yarıda kaldı. Arnavutluk'un 1967'den beri ilk kez Belgrad'ı ziyaretinde yaşanan olaylar futboldan ziyade tarihsel olarak iki halk arasında mevcut olan gerilimle alakalıydı. Sırbistan kaptanı Branislav Ivanovic de maçtan sonra verdiği röportajda bu durumu destekleyen bir açıklama yaptı.
Olayların başlangıcı ise maç esnasında bir insansız hava aracının sahanın üzerinde dolaşarak Büyük Arnavutluk bayrağını dalgalandırması oldu. Bayrağın üzerinde fotoğrafları yer alan İsmail Kemal ve İsa Boletini ise Osmanlı'nın dağılma sürecinde Arnavutluk adına bağımsızlık için mücadele eden iki önemli siyasi figürdür. Bayrağın üzerinde yazan "Autochthonous" ifadesi ise otokton anlamına gelir ve Büyük Arnavutluk topraklarında bugün yaşayan Arnavut kökenli halkların bölgenin yerlisi olduğuna dair bir göndermedir.

Partizan Stadyumundaki olaylara futbolcular, malzemeciler ve taraftarlar da dahil olmak üzere statta bulunan hemen herkes müdahil oldu. Sırp savunma oyuncusu Mitrovic tribünlerden yükselen öfke dolu tezahüratlara yanıt vererek bayrağı indirdi. Bunun üzerine Arnavut oyuncular Mitrovic'in üzerine yürüyerek bayrağı elinden aldılar. Ancak, olaylar bununla bitmedi ve Sırp taraftarlar sahaya girerek olayların daha da büyümesine yol açtı. Arnavutluk kaptanı Lorik Cana ve bir Sırp taraftar arasında yaşanan gerilimde Cana'nın geri adım atmaması da geceye damgasını vurdu.

İki ülke arasındaki gerilimin temel nedeni 2008 yılında halkının büyük çoğunluğu Arnavut olan Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılarak tam bağımsızlığını kazanması oldu (2012'ye kadar gözetimli bağımsızlık statüsündeydi). Ancak, Sırbistan bu yeni kurulan devleti tanımıyor ve tanımamakta da ısrar edeceğe benziyor. Diğer taraftan Arnavutluk ise Büyük Arnavutluk'un kurulması için bu ayrılığı bir adım olarak görüyor. Büyük Arnavutluk idealindeyse Sırbistan, Karadağ, Makedonya ve Yunanistan topraklarında Arnavutların genellikle yoğun olarak yaşadığı bölgeler ve bugünkü Arnavutluk ve Kosova'yı da içine alan bir ülke vardır. Olaylar sonrası Kosova'da halk sokaklara dökülerek Arnavutluk'a destek oldu. Ayrıca, maçta Sırp taraftarların NATO bayrağını yakmasının sebebi ise Kosova'nın bağımsızlığını NATO destekli kazanmasıdır.

Olayın çıkmasında başrolü oynayan insansız hava aracının 800 metreden kontrol edilebildiği belirtilirken bu aracı yönlendiren kişinin protokol tribününde yer alan ve Arnavutluk Başbakanı Edi Rama'nın kardeşi Orfi Rama olduğu şüphesi de gündeme geldi ve Orfi Rama gözaltına alındı. Partizan Stadı'nda 3500 polis aracılığıyla alınan güvenlik önlemlerine rağmen böyle bir olayın yaşanması UEFA'yı da güvenlik zaafiyeti konusunda harekete geçirdi.

Geçtiğimiz ay UEFA Avrupa Ligi'nde oynanan Partizan-Tottenham Hotspur (taraftarının bir kısmı Yahudi) maçında rakip taraftara yönelik antisemitist tezahüratlarda bulunan Partizan taraftarları hakkında UEFA bir soruşturma başlatmıştı. Önümüzdeki hafta Partizan deplasmanına gidecek olan Beşiktaş takımının başına neler geleceği ise büyük bir soru işareti olarak duruyor.

24 Eyl 2014

Namlunun ucunda bir susturucu: Maris Verpakovskis



Akif evden çıktı ve topu yere fırlattı, elindeki ekmeği ağzına sıkıştırıp ayakkabısına eğildi. Evden çıkmadan ayakkabı bağlamayı bir türlü huy edinememişti. Bir ara yapıştırmalı ayakkabı almış fakat onun da yapıştırması iki aya sökülmüş gitmişti, bağcığa tek düğüm atıp gerisini ayakkabının içine soktu. Şöyle bir irkildi güneş daha ısısını göstermemişti ulan şu çizgi filmi geri ata geri ata sonunda gece yayınlayacaklar diye geçirdi içinden. Sokakta kimse yoktu kuş sesleri dışında bir de yan sokakta motoru ısınsın diye çalıştırılan bir aracın sesi geliyordu. Topa hafif hafif dokunup topla yürümeye başladı. Önünde pek bir seçeneği yoktu. Elindeki ekmek içi zeytinden ısırıklar alarak duvarla tek pas yapmaya başladı, arada durup çekirdekleri tükürüyordu. O sabah şiir yazsa belki de şair olurdu, ama o duvarla tek pas yaptı. Topa iç dış vurabiliyor bire birde adam eksiltebiliyordu, yani şiir yazması için hiçbir sebep yoktu.  


2000'li yılların başı 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası ve 2002 Dünya Kupası ile üst üste iki kez büyük turnuva görebildiğimiz yegane dönemdi. Dünya Kupası’ndaki üçüncülüğün üzerine 2004 Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu bir hayli rahat gözüküyordu Türkiye’ye. Henüz gol bulamadığımız İngiltere’ye karşı gol atacağımıza kesin gözüyle bakılıyordu, nitekim öyle olmadı İngiltere’ye gol bulamadık ve iki maçtan 1 puan çıkarabildik. İngiltere de grubu süpürünce ikinci olarak baraj maçı oynamaya hak kazanan Türkiye şanslı bir kura çekerek Letonya ile eşleşti. Gazetelerin ‘çek bi Letonya’ manşetlerini anımsarsınız. Nitekim bu eşleşme sanıldığı gibi olmadı ve Türkiye bu kazadan ağır yaralı çıktı.



Maris Verpakovskis ile bizi Fransa 98’den eden Belçikalı Luis Airton Oliviera’yı benzetenler vardır elbet fakat 2004’teki durum farklıydı. Bence 2004’teki milli takım, tarihin en olgun en iyi milli takımıydı ve üst üste üçüncü turnuvayı görecekti. Ama olmadı. Maris izin vermedi. Şimdi bu adamı konuşalım.

Verpakovskis’i birçok kişi en son Dinamo Kiev’deyken hatırlar ve İspanya’ya gittiğini bilir, yıllardır adını duymadığımız için sonrası parlak değil hepimizin malumu. Verpakovskis’in kariyerini irdeleyip yazıyı boğmak istemiyorum pek de bir şey yok zaten. Yazının konusu Verpakovskis’in kariyeri ile değil onun oyun tarzı ile alakalı olacak.

‘Futbol alemi’ diye bir yer var, gerçek dünyanın ötesinde bir yer olsa gerek. Tribüncülerin ‘bu alemde’ dedikleri yer var ya işte orası. Gerçek dünyada iyi ve kötü vardır, futbol dünyasında ise ‘kazanan’ ve ‘kaybeden’… Bazı futbolcular vardır sadece kazanmak için oynarlar, bu futbolcular futbol denen dinin iki mezhebi olan tsubasa ve huyuga mezheplerinden ikincisine mensupturlar. Huyuga mezhebine sahip olan futbolcular çokça beddua alırlar, bazıları bu bedduaları tolere edebilecek yeteneklere sahiptir ve futbol dünyasında ayakları üzerinde durmayı becerebilir. Bazıları ise boynundaki atkıyla babasının yanında gözyaşı döken 7 yaşındaki bir ufaklığın gözyaşları içerisinde boğulur, sonra da futbol dünyasında kaybolup gider.



Memur arı nasıl bal yapıyorsa öyle gol atıyordu Maris; zoraki ittire ittire sokuyordu meşin yuvarlağı içeri. Aslında golcü demeye bin şahit lazımdı. Sırf Şenol Güneş Owen’dan daha iyi dediği için bile Verpakovskis’in ne kadar yeteneksiz bir futbolcu olduğu anlaşılabilirdi. Verpakovskis’in gol yollarındaki etkisi kendisine tanrı tarafından hediye edilen golcülük yetenekleri ile değil fiziksel avantajları ve çabaları ile gerçekleşiyordu. Çevik bir oyuncuydu, hızlıydı bir stoperi deli edebilecek bütün özellikler adeta onda toplanmıştı. Ama golcü değildi kendisine gol attıran özellikler vücudunun tüm gücüyle stabilize olmasını gerektiriyordu ki bunun futbol yaşamı süresince devam etmesi mümkün değildi. Zira gol sadece vücutla değil aynı zamanda ruhla seni topun düşeceği yere götüren güçle gerçekleşen bir eylemdi.

O tam bir UEFA Avrupa Ligi topçusuydu, 2.Dünya Savaşı’nın yaralarını hala saramamış bir Doğu Avrupa takımının en önemli gol silahı olarak zor hava ve zemin şartlarında umudu olmalıydı.

                              

Maris tarzı futbolcular futbol literatürüne trol olarak yazılmalarına rağmen hep birilerinin kahramanı oldular. Torpili olmadan seçmelere girip 10 dakikada her şeyini vermeye çalışan bir çocuk gibiydi Maris. Belki bir tabanca değildi ama ucundaki susturucuydu. O ateş ettiğinde her şey daha sessiz ve daha can alıcı oluyordu. O Maris bize rakip oldu ve canımızı yaktı, eminim birçok  futbolsever kendisinden küfürle nefretle söz eder. Ama eminim o Maris birçok Letonyalı’nın, birçok Letonyalı çocuğun kahramanıydı umuduydu; tıpkı herkesin nefret ettiği Huyuga’nın kendi kardeşlerinin gözünde bir kahraman olması gibi. Çünkü Maris gibiler Huyuga gibiler hem umudun hem de umutsuzluğun adıdır.

12 Eyl 2014

Boca Juniors'tan Dersimspor'a

Ziraat Türkiye Kupası’nın ilk eleme etablarından olan profesyonel liglerde takımı olmayan illerden 32 takımın katıldığı ön eleme turunda Dersimspor, Muş ekibi Hasköy Yıldızspor’u   8-1 ile geçti.  Bu maça damga vuran maçın skoru değil de maçta hat-trick yapan Dersimspor’un Boca Juniors altyapılı oyuncusu Lucas Sebastian Rodriguez oldu.


1994 doğumlu Arjantinli oyuncu Dersimspor’dan önce 44Malatyaspor’da oynuyordu. Liglerimize asıl  geliş sebebi ise Eskişehirspor’du. Ertuğrul Sağlam tarafından Arjantin’den getirilen oyuncu Eskişehirspor ile idmanlara çıktı ama teknik heyet tarafından beğenilmeyince kadro dışı kaldı. Geçen yılın Kasım ayında 44Malatyaspor’a giden futbolcu attığı gollerle bir anda amatör liglerin ilgi odağı oldu.



Bu sezonun başında ise diğer Bölgesel Amatör Lig takımı Dersimspor’a transfer oldu.  2009-2010 yıllarında Boca Juniors ve Arjantin U20 Milli Takımı'nın yıldızıyken şu anda BAL’ın en gözde oyuncusu konumuna geldi.





Dersimspor’un renklerinin Arjantin’le aynı olmasının kendisinde bir hava yarattığı söyleyen Rodriguez, takımda çok güzel bir ortam olduğunu söylemiş. Ülkemize gelmeden Arjantin’de kendini gösterdiğini, Eskişehirspor ve 44Malatyaspor’dan sonra Dersimspor’a geldiği için mutlu olduğunu söylüyor. Kendisini burada da gösterip Dersimspor’un 3. Lige çıkması için tüm gücünü ortaya koyacağını ve ülkemizde daha büyük takımlarda oynamak istediğini söyleyen Lucas Sebastian Rodriguez için Dersimspor macerası ve sonrası neler getirecek göreceğiz. 

27 Haz 2014

Amerika'nın Yükselişi Avrupa'nın Düşüşü

Her futbolseverin büyük heyecanla beklediği, kupaların kupası Dünya Kupası’nda grup maçları tamamlandı. Bol gollü ve güzel maçlar izlediğimiz turnuva, 2010 Güney Afrika’dan çok daha kaliteli bir futbolla ve sürprizle geçiyor. Bizi futbola doyuran turnuvada sadece grup maçlarında 2010’un toplam gol sayısına yaklaşılmış oldu. 48 maçta tam 136 golle maç başına 2,8 gol atıldı. 2010 Dünya Kupası’nda ise toplam 145 gol atılmıştı. Belki de böyle güzel geçmesi futbol denince akla gelen ülke de oynanmasındandır.

Turnuvaya başlarken herkes ev sahibi olmasının avantajı ve yepyeni jenerasyonuyla Brezilya’yı en büyük favorilerden biri gösteriyordu.  Bu favorinin karşısına hemen ister Dünya Kupası olsun ister Avrupa Şampiyonası olsun her zaman kupanın favorisi olan Almanya yazılıyordu. Almanya’da kendini büyük oranda yenilemesine rağmen yine o disiplinli Alman futbolu ekolünden taviz vermemiş ve bu yeni jenerasyona da aşılamıştı. Dünya Kupası’nın her zaman gizli finalistlerinden olan Arjantin ve Hollanda da gruplardan rahat çıkarak sürpriz yapmadılar. Arjantin her ne kadar kaliteli kadrosuna rağmen takım oyunun uzak bir görüntü çizerek alarm verse de süper yıldızı Messi Arjantin’i sırtlamayı başardı. Hollanda ise yine kaliteli oyuncuları ve derli toplu oyunuyla çok rahat bir grup aşaması sürdürdü.Samir Nasri ve Franck Ribery’den yoksun başarı beklenmeyen Fransa ise Didier Deschamps’ın çabasıyla güzel bir futbolla Kupa’ya aday olarak ‘bende varım’ dedi. Belçika ise ne kadar iyi bir kadrosu olsa da ciddi bir başarı için ilerleyeceği yolun olduğunu göstermesine rağmen rahatca gruptan çıktı.


Bu turnuva bize çok büyük bir sürprizler yaşattı hemen daha grup maçlarında. Avrupa’nın önde gelen ülkeleri birer birer elendi. Önce son şampiyon İspanya 2010’da yenip kupayı aldığı Hollanda’dan ağır bir hezimet yaşadı. Kupa’nın 2.gününde Van Persie’nin  hattrick yaptığı maçta 5-1 yenildiler ardından ikinci maçta ise 2010 Dünya Kupası’nın o kısır maçlarında pozitif ve zevkli futbol oynayan birkaç takımından olan Şili’ye yenilip gruptan çıkamadı. Asıl sürpriz ise kesinlikle D grubunda yaşandı. Turnuva’nın ölüm grubu olan D grubunda İtalya, İngiltere, Uruguay ve Kosta Rika vardı. Kime sorsanız herkes önce bu gruptan İtalya, İngiltere çıkar der sonra Uruguay’da son yarı finalistlerden olduğu için muhtemelen İngilizlerinde son yıllarda kupalarda hiçbir başarıları olmadığını düşünürsek İngiltere yerine Uruguay çıkabilir derdi ama kimse Kosta Rika lider çıkar demezdi. Kupa’nın en çok konuşulan konularından biriyse bu grupta yaşanan  Kosta Rika’nın sürpriz namağlup liderliğiyle İngiltere ve İtalya'nın beraber elenmesi oldu. Diğer taraftan Almanya’nın grubunda Portekiz de gruptan çıkamazken 2018 Dünya Kupası’nın ev sahibi ve Kupa’nın en pahalı teknik direktörü Fabio Capello’ya sahip Rusya’da gruptan çıkamadı. Tartışmasız Dünya’nın en iyi forvetlerinden olan Didier Drogba ve arkadaşlarının Fildişi Sahili ise 2006 ve 2010’da hep ölüm gruplarına düşüp çıkamazken bu sefer nispeten rahat bir grupta olmasına rağmen yine turnuvaya devam edemediler. Yine bir başka sürpriz ise bu grupta savunma yaparak 2004’te Avrupa Şampiyonu olan Yunanistan’ın 2 golle gruptan çıkması oldu.


2014 Dünya Kupası’na şöyle bir bakarsak Avrupa futbolunun ağır bir kayıp yaşadığını görüyoruz. Bu kupa Avrupa'nın düşüşü Amerika'nın yükselişi oldu. Avrupa'nın devleri birer birer elenirken kalan 16 takım içinde sadece 6 Avrupa ülkesi kaldı. Öte yandan Dünya Kupalarına her zaman renk atan Afrika futbolu ise son 16’da 2 ülkeyle devam ediyor. Bu küçük bir başarı gibi görünse de Dünya Kupası tarihinde ilk kez iki Afrika ülkesi birden 2. Tura yükselmiş oldu. Asya ülkelerinden hiç biri ise 2.tura kalamayarak çok başarısız bu turnuva yaşadılar.Bu kupanın parlayanları ise kuşkusuz ev sahibi kıta olan Amerika ülkeleri. 16 takımın yarısını Amerika ülkeleri oluşturuyor. Ayrıca şu anda bütün Amerika ülkeleri ise gerçekten zevk veren kaliteli oyunlarıyla buraya geldiler. Karşılaştıkları takımların karşısında favori ve çekinilen takım konumundalar. Son 16 karşılaşmaları ise; Brezilya – Şili, Hollanda-Meksika, Fransa – Nijerya, Arjantin – İsviçre, Kolombiya – Uruguay, Kosta Rika – Yunanistan, Almanya – Cezayir, Belçika – ABD.


Şu anda Kupa’nın en parlayan yıldızı olmayı Neymar başardı. Kupa başlarken Brezilya’ya Neymar ve arkadaşları denilebilir mi diye tartışılırken Neymar bu sorunun cevabını daha ilk maçtan  vererek ve turnuvanın gol krallığını Messi’yle paylaşarak şu anda  Brezilya’nın ve kupanın yıldızı oldu. Diğer bir parlayanı ise Liverpool’da muhteşem bir sezon yaşayan Luis Suarez oldu. Suarez o muhteşem futbolunu sürdürerek Uruguay'ı sırtlamasıyla değil Chiellini'yi ısırmasıyla gündeme oturdu. FIFA’nın Suarez’e verdiği 9 milli maç ve 4 ay futboldan men cezasıyla Suarez’in Dünya kupası macerası sona erdi. Bir taraftan Ronaldo’lu Portekiz evinin yolunu tutarken bir taraftan Messi ise Arjantin’i sırtlayacak gibi görünüyor.




Kupa’da son 16 maçları başlarken her şeyin olabileceği telafisi olmayan döneme girildi. Artık her maçta her şey olabilir. 8 takımla Kupa’ya şimdilik en çok sarılan Amerika iken belki kupa 2006 ve 2010’da gittiği Avrupa’da kalabilir. Belki güzel bir sürprizle hiç gitmediği kıta Cezayir ya da Nijerya’nın elinde Afrika’ya gidebilir. 2018’e kadar süremeyeceğimiz bu keyif için Kupaların Kupasını izlemeye devam edip Brezilya’da Altın Kupanın kimin elinde yükseleceğini görelim. 

22 Haz 2014

Afrika için kupa yeni başlıyor

Gruplarda ilk maçlar tamamlandığında Fildişi Sahili haricinde oynadığı futbolla ümit veren tek bir Afrika takımı yoktu. Ancak, ikinci maçlar başladı ve Afrika takımları için gruptan çıkma ihtimalleri kuvvetlendi. A Grubunda Kamerun, Afrika'nın beş takımı arasında en kötü performans gösteren takım oldu ve Hırvatistan'tan dört gol yiyerek elendi. Maça damgasını Barcelona'da forma giyen Alex Song'un kendini bile isteye attırması damga vurdu. Kamerun'un kupa tarihindeki son kırmızı kartı gören isimiyse Alex'in amcası Rigobert Song'tu (94 ve 98 Dünya kupalarında birer kırmızı kartı var). Futbolcularının saç stilleri haricinde turnuvaya pek bir renk katamayan Kamerun hayal kırıklığı olarak eve dönüyor. Belki son maç Brezilya'ya bir sürpriz yapabilirler diyeceğim ama bu isteksizlikle turnuvayı gol atamadan tamamlayabilirler. Son olarak Kamerun'un yanlış hoca tercihine değinmekte de fayda var. Volker Finke gibi modası geçmiş bir teknik adamla başarıyı yakalamaya çalışmak hiç akıl karı değildi.  Kamerun emekliliği çoktan gelmiş Finke'yle başarısızlığa mahkum oldu. Fildişi Sahili'nin Sabri Lamouchi tercihi çok eleştirilse de (ben çok beğeniyorum oynattığı futbolu) Kamerun'un Finke tercihi yanında çok parlak bir seçim oldu.
C Grubunda mücadele veren Fildişi Sahili hakkında geçtiğimiz gün bir yazı yazmıştım, uzun uzadıya konuşmaya gerek yok. Kolombiya maçı öncesi Fildişi milli marşı okunurken Serey Die'nin gözyaşlarına şahit olmuştuk. Maç esnasında twitter'da çıkan bir söylenti hemen herkesi etkisine aldı ve Die'nin babasının maçtan iki saat önce öldüğü konuşuldu. Ancak, gerçek böyle değildi, Die'nin babası 2004 yılında hayatını kaybetmişti. Bu yaygaranın hemen üzerine dün Fildişi Sahili takımı gerçek bir ölüm haberiyle adeta yıkıldı. Kolo ve Yaya Toure'nin küçük kardeşleri İbrahim'in ölüm haberi Kolombiya maçının hemen ardından geldi. Uzun zamandır kanserle boğuşan İbrahim 28 yaşında tedavi gördüğü Manchester'da öldü. Fildişi Sahili futbol federasyonundan yapılan açıklamaya göre Kolo ve Yaya milli takım kampından ayrılmak istemiyorlar. Yunanistan'ı yenip gruptan çıkmak için Brezilya'da kaldılar. Bu karar tartışmaya fazlasıyla açık gibi dursa da Fildişi Sahili'nde yaşayan yirmi milyon insan ve kıtada yaşayan bir milyara yakın Afrikalının gözü bu maçta. Dünyaya seslerini duyurabilmek için futboldan başka pek bir şansları olmayan Afrika halkları için gruplardan çıkıp dikkat çekecek her Afrika takımı büyük önem taşıyor. Fildişi'nin gruptan çıkma ihtimali ise şu an için çok olası duruyor. Fildişi, Yunanistan'ı yendiği takdirde ya da Kolombiya Japonya'ya yenilmeyip Fildişi de Yunanistan'a yenilmediği takdirde son 16'ya kalan takım Fildişi oluyor. Turnuvanın gol üretmekte sıkıntı çeken takımlarından birisi olan Yunanistan'a karşı Fildişi'nin ne yapıp edip bu maçı kazanacağı kanaatindeyim.

F Grubunda Nijerya ikinci maçlar sonunda artık çok avantajlı bir konuma gelmeyi başardı. Ancak, İran Bosna'yı, Arjantin de Nijerya'yı yenerse gruptan yüksek ihtimalle İran çıkacak. Neden yüksek ihtimalle? Çünkü, iki maç da 1-0'lık skorlarla tamamlanırsa iki takımın her durumu aynı olacak ve son söz FIFA kuralları ya da kurası söyleyecek. Arjantin-Nijerya maçı Porto Alegre'de oynanacak ve Brezilya-Arjantin sınırına en yakın noktalardan birisi. Doğal olarak Arjantin bu maçı evinde gibi oynayacak. Nijerya'nın işi son maçta çok zor. Diğer taraftan şu ana kadar gol atamayan İran'ın Bosna'yı yenme ihtimali de pek olası gözükmüyor. Dzeko'nun verilmeyen golü dün gece fazlasıyla tartışıldı. Emenike'nin yaptığı asist de tartışıldı ancak pozisyon faul değildi. TRT'nin 2014 Dünya Kupası programlarında sıklıkla karşılaştığımız Bosna propagandası maçlara da sirayet etti ve taraflı yorumlar, anlatımlar artık kabak tadı verdi. Nijerya, belki hak etmeden Bosna'yı eledi ancak TRT'nin yaratmaya çalıştığı algı daha rahatsız edici oldu. Nijerya, 1998 Fransa Dünya Kupası'ndan sonra ilk kez gruplardan çıkma fırsatını yakaladı. Emenike ve Odemwingie ikilisi bu şansı değerlendirmeye çalışacaktır.

G Grubunda Gana ilk maçta büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Asamoah Gyan'ın kaçırdığı goller ve Boateng'in yedek oturması çok tartışıldı. ABD, hak ettiği bir galibiyet aldı ve gruplardan çıkma şansı yakaladı. Bu gece oynanacak olan Portekiz maçını kazanırlarsa gruptan çıkmayı garantileyecekler. Beraberlik ve Portekiz galibiyeti Gana'nın ümitlerini korumasına yardımcı olacak. Öbür türlü ABD'nin Almanya'yı yenmesini bekleyecekler ki bu pek yüksek bir ihtimal değil. Gana, Almanya karşısına kadroda birkaç değişiklikle başladı. Jordan Ayew'in yedek oturup Boateng'in ilk on bir başlaması ve Dauda'nın kaleyi Kwarasey'den devralması Gana'ya puanı getiren hamleler oldu. Muntari, André Ayew ve Gyan'ın hücumda çok etkili olması ve Boye'nin her topta ayak-kafa-bacak bir yerini uzatması savunmadaki aksaklıkları kapattı. Gerçi Almanya karşısına hangi takımı koyarsanız koyun illa ki savunması aksayacaktır. Gana son maçta Portekiz'i yenebileceğine dair sinyaller verdi. Tek sıkıntı Jordan Ayew gibi mental açıdan henüz olgunlaşmamış bir ismin ilk on bir başlaması olur. Dün gece bencilce harcadığı pozisyon yüzünden Gana maçta iki farklı öne geçme fırsatını kaçırdı. Son olarak, Gana'nın özellikle ikinci goldeki sevinci görülmeye değerdi. Ayrıca, bu golle Asamoah Gyan üç farklı turnuvada gol atan ilk Afrikalı futbolcu olmayı başardı.

Afrika takımlarının belki de en az dikkat çekeni sanırım oynadığı gruptan dolayı Cezayir oldu. H Grubunda mücadele veren Cezayir ilk maçta Belçika karşısında öne geçip 2-1 yenildi. Halilhodzic'in öğrencileri bu gece Güney Kore'yi yenip gruptan çıkma şansını sürdürmek isteyecek. Ancak, kadrolarında gol yükünü çekecek kaliteli hücumcu sayısı çok az. İslam Slimani ve Sofiane Feghouli ilk olarak kadroda göze çarpan isimler. Cezayir'in kadrosunda 30 yaş üstü sadece bir isim bulunuyor. Bir sonraki kupaya katılmaya hak kazanırlarsa bu genç kadro daha çok iş yapacaktır. Turnuvanın ikinci haftasında Afrika takımlarının en azından üç tanesi şansını son maça taşıdı. İlk haftaki umutsuz görüntünün ardından ikinci maçlardaki tablo fazlasıyla umut verici oldu. Fildişi Sahili, Kolombiya'ya yenilmesine rağmen başa baş bir mücadele verdi. Nijerya, tartışmalı bir kararla tur umudunu son maça taşıdı ancak futbol olarak iyi bir görüntü verdi. Gana, Almanya karşısında şanssızlığın ve Klose fırsatçılığının kurbanı olurken umutlarını Portekiz'e bağladı. 1986 Dünya Kupası'nda Fas gruptan çıkmayı başaran ilk Afrika ülkesi olmuştu. 1986-2010 arasında oynanan yedi turnuvada da en az bir Afrika takımı gruplardan çıkmayı başardı. Seriyi sekize çıkarabilecek aday sayısı şu an için hala dört. Kamerun, Senegal ve Gana'nın çeyrek final başarısına bu turnuvada ulaşmasını beklediğim favori takımım ise Fildişi Sahili. İbrahim Toure'nin ölümü takımı yasa boğsa da Yunanistan'ı geçip en azından ikinci turu göreceklerdir.

19 Haz 2014

Kara Kıta'nın Umudu: Fildişi Sahili

Fildişi Sahili, 2014 Brezilya Dünya Kupası'nın ilk haftasında Afrika'nın en çok göze çarpan takımı oldu. On yıl öncesine dönüp baktığımızda Eboue, Kolo Toure, Yaya Toure ve Drogba'nın yıldızının parlamasıyla bu günlerin geleceğine dair ilk sinyaller de belirmişti. İlk olarak, Arsene Wenger Fildişi Sahili'nden Toure'yi Arsenal'e 2002 yılında transfer etti ve Toure'nin 2003-2004 sezonundaki şampiyon kadroda kendine yer bulmasını sağladı. 2004 mayısında Drogba, Marsilya'yı UEFA Kupası'nda finale çıkarınca Rus oligark Roman Abramoviç'in dikkatini çekti ve 24 milyon €'luk bedelle Chelsea'ye transfer oldu. Emmanuel Eboue 2005 yılında Ada'nın yolunu tutan bir diğer Fildişili oyuncu oldu ve altın jenerasyon yavaş yavaş kendini göstermeye başladı.
Fildişi Sahili, Afrika elemelerini başarıyla geçerek Almanya'nın yolunu tuttu ve altın jenerasyon kendini dünyaya gösterme fırsatını yakaladı. Arjantin, Hollanda ve Sırbistan'la aynı gruba düşen Fildişi Sahili grubun son maçında Sırbistan'ı yenerek sadece üç puanla turnuvaya veda etti. 2010 Güney Afrika Dünya Kupası'nda kura şanssızlığı bir kez daha Fildişi Sahili'ni vurdu ve Fildişi Sahili, Brezilya, Portekiz ve Kuzey Kore'nin yer aldığı gruba düştü. Bu turnuvada da oynadıkları futbol büyük beğeni topladı. Ancak, bir kez daha gruptan çıkmayı başaramayan Fildişi Sahili umutları 2014'e bağladı.
Fildişi Sahili'nin altın jenerasyonunun diğer yıldız isimlerine baktığımızda hemen hepsi Avrupa'nın üst düzey liglerinde yıllarca forma giydiler ve takımlarının 2006 ve 2010 Dünya Kupaları maceralarında yer aldılar. Bu isimler yukarıdakilere ek olarak: Didier Zokora, Salomon Kalou, Arouna Dindane, Bakary Kone, Arouna Kone, Romaric, Boka vs... Bugünlerde yeni bir jenerasyonla eski altın jenerasyonun bir araya getirdiği karma jenerasyonu izliyoruz. Gervinho ve Tiote iki jenerasyon arasında da yer almayan oyuncular. Bony, Die, Aurier ve Djedje gibi yeni isimler de Avrupa'nın üst düzey liglerinde forma giyen isimler. 2014 Dünya Kupası'nda Fildişi Sahili şu an daha önce hiç olmadığı kadar gruptan çıkma şansına sahip. 2006 ve 2010'da grubun son maçlarına umutsuzca çıkan çıkan bir Fildişi görmüştük. Bu sefer durum daha farklı ve Fildişi Sahili Yunanistan'ı yenerse gruptan çıkmaya çok yakın. Bunda tabi Brezilya'daki grubun daha dengeli olmasının da büyük bir etkisi söz konusu. Ancak, Yaya Toure, Tiote, Bony, Gervinho ve Aurier'nin de formunun zirvesinde olduğunu atlamamak lazım. Yaya Toure, geçtiğimiz sezonu Manchester City formasıyla Premier League şampiyonu olarak kapattı. Gervinho ise sakatlıklarla geçen bir Arsenal macerasının ardından bu sezon başında Roma'nın yolunu tuttu ve yıllar sonra AS Roma'nın en başarılı sezonunda büyük bir pay sahibi oldu. Serge Aurier ise geçtiğimiz sezon Toulouse'ta harika bir performansa imza attı ve Sabri Lamouchi'nin dikkatini çekmeyi başardı. Brice Dja Djedje ise Evian'da başladığı sezonu Marsilya'da tamamladı ve Brezilya'ya giden 23 kişilik kadroda kendine yer buldu. Bu iki isim yıllardır alternatifsiz bir biçimde sağ bek mevkinde oynayan Eboue'yi kesmeyi başardılar.
Sabri Lamouchi elindeki kadroyla en iyisini yapmaya çalşıyor. Grupta son maç hala EURO 2004'ün ekmeğini yemeğe çalışan Yunanistan'la. Şu anki görüntü Fildişi Sahili'nin Kolombiya'nın ardından gruptan çıkacağı yönünde. Fildişi Sahili, Kolombiya'ya kaybetse de iki maçta oynadığı futbolla gruptan çıkabileceğine dair umut veriyor. Umarım bir aksilik olmaz, Gana ve Kamerun'un hayal kırıklığı yarattığı bu turnuvada kupa tarihinde gruptan çıkmayı başaran Afrika takımlarının arasına Fildişi Sahili'nin de adı yazılır.

10 May 2014

MKE Ankaragücü tarihi: Bölüm 2

80’lerin ortasından itibaren “hedefsiz” bir takım hüviyetine bürünen Ankaragücü 2000 yılında Ersun Yanal’ın takımın başına getirilişine kadar uzun bir bocalama dönemi yaşadı. İşin aslı 2000-01 ve 2001-02 sezonları haricinde bugüne kadar kayda değer bir başarı sağlanamadı ve bu bocalama dönemi yaklaşık otuz yıldır bitmek bilmedi. Ankaragücü tarihini anlattığım birinci bölümde nispeten daha olumlu bir gidişat söz konusuydu. Kazanılan kupalar, gol krallıkları, kupa finalleri gibi taraftarı heyecanlandıran sportif başarılar az da olsa gerçekleşiyordu. 90’larda ve sonrasında Ankaragücü müzesine sadece bir kupa daha ekleyebilecekti. Ayrıca Avrupa kupalarına da iki kez daha katılıp başarısız maceralar yaşanacaktı. 2000’lerden itibaren Ankaragücü taraftarının adı takımın önüne iyiden iyiye geçecekti.

Düşme korkusu dolu yıllar: 90’lar
90-91 sezonunda Samet Aybaba yönetimindeki takım ligi yedinci sırada tamamlarken; Altay’ı 2-0, Aydınspor’u 4-0 ve Fenerbahçe’yi 3-1’le geçerek Türkiye Kupası’nda adını finale yazdırıyordu. Daha önce iki kez finalde Galatasaray’a kaybeden Ankaragücü’nün rakibi bir kez daha İstanbul temsilcisi oluyordu. İzmir’de oynanan kupa finalinde yaklaşık 8000 taraftarının da desteğini arkasına alan Ankaragücü maçın son dakikasına 1-1’lik beraberlikle girerken Sabotiç mutlak bir gol pozisyonundan yararlanamıyor ve maç uzatmalara kalıyordu. Uzatma bölümünde yorulan rakibi karşısında Galatasaray daha iyi bir oyun ortaya koyarak maçı 3-1 kazanıyor ve kupayı İstanbul’a götürmeyi başarıyordu.
Kupa ikincisi (Ankaragücü) ve lig üçüncüsünü (Trabzonspor) karşı karşıya getiren Başbakanlık Kupası final maçından Ankaragücü 3-1’lik galibiyetle ayrılıyor ve günümüze kadar ki son resmi kupasını kazanıyordu.
91-92 sezonunda da takımı Samet Aybaba çalıştırmış ve Ankaragücü ligi 8. sırada tamamlamıştı. Bir sonraki sezon teknik direktör değişikliklerinin hız kazanmaya başladığı sezon olarak tarihte yerini alıyordu. Bir önceki sezon olduğu gibi ligi 8. Tamamlayan takımı Candan Dumanlı ve Tınaz Tırpan çalıştırdı. Bu sezon sonunda yaşanan yönetim krizi sonrası kulüp yönetimini MKE devraldı. 93-94 sezonu 1. Lig’in 16 takımla oynandığı son sezondu ve Ankaragücü 11. olarak üç puan farkla düşmekten kurtuluyordu. Daha sonra 97-98 ve 98-99 sezonlarında 3 puan, 99-00 sezonundaysa 2 puanla kümede kalmaktan kurtulacak olan Ankaragücü bu başarısızlığını 2000’li yıllara da taşıyacaktı. Birçok futbol severin hafızasında “Kupa Beyi” olarak yer etmiş olan Ankaragücü artık “lig 13.sü” olarak anılmaya başlayacaktı. 93-94 sezonunda Valery Nepanmihachi teknik direktörlük koltuğunua getirilirken Kafkaslar’dan üç tane yabancı futbolcu transferi gerçekleştirildi. 94-95 sezonunda ise İlhan Cavcav’ın başlattığı Afrikalı futbolcu modası Ankaragücü’ne de sirayet etmiş ve Zaire’den Kalenga ve Kazadi getirilmişti. Daha sonra bu ikiliye Abdülselam da eşlik edecekti. 94-95 ve 95-96 sezonlarında Ankaragücü’nü eski gol kralı Ali Osman Renklibay çalıştırdı. Başarısız geçen bu iki sezonnda Kalenga’nın yanına Adana Demirspor’dan Hasan Şaş, Galatasaray’dan Mapeza ve Zaire’den Bunene transfer edildi. 96 yılında MKE Ankaragücü başkanlığını kazanan Cemal Aydın 2008 yılına kadar bu görevi sürdürdü.

Kayıp geçen sezonlar birbirini takip ederken 98-99 sezonunda ligi düşme hattının 3 puan üzerinde tamamlayan Ankaragücü Türkiye Kupası’nda yarı final oynamaya başarısı göstermişti. Bir sonraki sezon UEFA Kupası’na ön eleme turundan katılacak takım yarı finalistlerden birisi olacaktı. Diğer yarı finalist Sakaryaspor ile İzmir’de oynanan mücadeleyi 5-0 kazanan Ankaragücü turnuvanın üçüncüsü olarak UEFA Kupası’na katılmaya hak kazandı. Ön eleme turunda Faroe Adaları temsilcisi B36 Torshavn’la eşleşen Ankaragücü rakibini her iki maçta da 1-0 yenerek eledi. Trabzonspor efsanesi Ünal Karaman kaptanlığında mücadele eden sarı-lacivertlilerin 1. turdaki rakibi İspanyolların güçlü takımı Atletico Madrid oldu. İlk maçı Vicente Calderon’da 3-0 kaybeden Ankaragücü iddiasız çıktığı ikinci maçı 19 Mayıs Stadı’nda Birol Aksancak’ın attığı golle 1-0 kazandı. Ankaragücü taraftarı maç sonundaki “kaynak” kısmında “işte böyle/ her sene böyle/ madrid’e böyle/ koyarlar amman!” bestesini girdi. Aslında bu beste Ankaragücü’nün 85 yılından günümüze kadar yaşadığı gidişatın özeti niteliğindeydi. Artık Ankaragücü “hedefsiz” bir takımdı ve böyle nadir yaşanan galibiyetler taraftarı hem şampiyon olmuş gibi sevindiriyor hem de böyle iğneleyici bestelere doğru itiyordu. 90’lar boyunca “Gecekondu” tribünü haricinde stadın hemen her yeri boştu. 19 Mayıs Stadı’nda Ankaragücü tribünleri İstanbul hegemonyası altında sayıca eziliyordu. Ne yazık ki gerçek buydu. 90’lardan 2000’lere geçerken yaşanan en büyük değişim stadın doluluk oranında gerçekleşti. Özellikle Ersun Yanal dönemi ve 2000’lerin ortasından itibaren evrim geçiren tribünler Spor Toto 2. Lig’de bile “ful” çeker hale geldi.

Ersun Yanal dönemi ve yönetim krizleri: 2000’ler
Ersun Yanal Türkiye futbol tarihinde adını yüksek bir sesle ilk defa 99-00 sezonunda Denizlispor’u ligde 8. yaptığında duyurdu. Ankaragücü yönetiminin ilgisini çeken akademi mezunu teknik adam 2000-01 sezonunda Ankaragücü’nün başına getirildi. Gazi Mahallesi’ndeki tesislerine taşınan kulüp yeni sezona iddialı giriyordu. Takımdaki yaşlı oyuncuları yollayıp, fazla transfer yapmadan yoluna genç oyuncularla devam etmek isteen Yanal’ın ekibinde daha sonraki dönemlerde Ankaragücü’ne hocalı yapacak olan eski kaptanlardan Hayati Soydaş ve Mesut Bakkal bulunuyordu. Hakan Kutlu önderliğindeki takımda Hakan Keleş, Augustine, Kennedy, Yılmaz, İsmet, Faruk Namdar, Cafer, kaleci Zafer gibi şimdilerde efsane olarak adlandırılan futbolcular vardı. Ligi 56 puanla 6. Sırada tamamlayan takım bir sonraki sezon için umut saçıyordu adeta.
2001-02 sezonuna fırtına gibi başlayan Ankaragücü Antalyaspor’u deplasmanda 8-1 mağlup ederken ikinci hafta evinde Malatyaspor’u 6-0’la geçiyordu. Kulüp tarihinin en iyi başlangıcına imza atan ekip tam altı hafta üst üste kazanamadı. Ancak taraftarın ve yönetimin hocaya olan güveni tamdı. Çünkü oynattığı atak futbol herkes tarafından beğeniyle izleniyordu. Sezonu 53 puanla 4. sırada kapatan Ankaragücü üç İstabul takımına kök söktürmüştü. Lig tarihinin dört şampiyonunu aynı sezonda yenme başarısı gösteren Ankaragücü’nün maçları kapalı gişe oynuyordu. Uzun yıllardır başarıya aç taraftarı 19 Mayıs Stadı’nı hınca hınç doldururken stad dışında da bir o kadar insan maçı takip ediyordu. 72 golle ligin en çok gol atan ikinci takımı olan Ankaragücü bir sonraki sezon UEFA Kupası’na katılmaya hak kazanmıştı.

Yeni sezon başlamadan önce işler bir anda tersine döndü. İlhan Cavcav’ın kendisine yaptığı teklifi geri çeviremeyen Ersun Yanal maddi anlamda daha güçlü bir camia olan Gençlerbirliği’nin yolunu tutmuştu. Sezon bitmeden önce anlaştığı iki Mısırlı yıldız El Saka ve Ahmed Hassan’ı da Gençlerbirliği’ne götüren Yanal Ankaragücü taraftarında büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Suçun büyüğü Ersun Yanal’da gibi gözükse de Ankaragücü yönetimi de Yanal’a istediği ortamı ve ücreti sağlamak için hiçbir şey yapmamıştı. Suçlu kim tartışmaları o dönem Ankaragücü taraftarını özellikle “taraftar forumları”nda ikiye bölmüştü. Çok başarılı geçen iki sezonun ardından şampiyonluk hayalleri kurmaya başlayan taraftarın en çok güvendiği ve inandığı isim Ersun Yanal’dı. Yüzüstü bırakılan taraftar da kendi yöntemleriyle Yanal’a olan öfkesini kustu. Pankartlarda, bestelerde Ersun Yanal artık kötü anılıyordu. Bu bestelerden en bilineni ise: “Para için Ankaragücü’nü sattın/ Bize şerefsizlik yaptın/ At imzayı cebin dolsun/ Ersun Yanal yazıklar olsun…” bestesiydi. Ersun Yanal’ın ismi artık “Ersun Yalan” olarak anılıyordu. Her şeye rağmen Ankaragücü’ne lig tarihindeki en büyük başarılarından birini kazandıran Yanal olaylar durulduktan sonra nispeten daha iyi anılmaya başlandı.
Teknik direktörlük görevine bir önceki sezon Sheriff Tiraspol’le iki kupa kaldıran Romen teknik adam Mihai Stoichita getirildi. UEFA Kupası ilk turunda İspanyol temsilcisi Alaves’le eşleşen Ankaragücü Ankara’da oynan ilk maçta Radu Niculescu’nun attığı golle 1-0 öne geçmesine rağmen maçı 2-1 kaybetti. Rövanş maçında rakibine 3-0 mağlup olan Ankaragücü kupaya erken veda etti. Sezon ortasında Stoichita’dan istediği verimi alamayan Ankaragücü’nde kravat değiştirir gibi hoca değiştirme dönemi artık hiç durmamacasına tekrardan açıldı. Tefvik Lav yönetimindeki takım ligi 49 puanla 8. sırada tamamladı.
2003-2004 sezonunda ilk yarı sona ermeden Tefvik Lav’la yollarını ayıran takımın başına Rıza Çalımbay getirildi. Sezon sonu istediği takımı kuramayacağını anlayan Rıza apar topar kulüpten ayrıldı. Ligi 45 puanla 9. Sırada tamamlayan takımda Umut Bulut yavaştan kendini göstermeye başladı.
2004-05 sezonuna damgasını teknik adam değişiklikleri vurdu. Sırasıyla Reha Kapsal, Sakıp Özberk, Yılmaz Vural ve Adnan Şentürk tarafından çalıştırılan takım ligi 38 puanla 13. sırada tamamladı. Sakaryaspor’a karşı oynanan ve 7-2 kaybedilen maçta aynı anda kırmızı kart gören Adem Dursun ve Effa’yı Yılmaz Vural’ın tartakladığı görüntüler hala hafızalarımızda yer alır. 32. hafta Fenerbahçe’yi ağırlayacak Ankaragücü’ne düştü gözüyle bakılır. Cemal Aydın yönetimi en ucuz bileti 40 lira olarak belirler. Yaklaşık 1000 kadar taraftar “Gecekondu”da beş yüz kadar taraftar da maraton tribününde yerini alır. Birnevi deplasmandadır Ankaragücü. Maçın ikinci yarısı oynanırken Umut Bulut önce Ümit Özat’ı çalımlar, sonra kaleci Rüştü’yü geçmek üzereyken kendini yerde bulur ve penaltı! Topun başındaki isim Cenk İşler’dir. Penaltıyı Gecekondu tribününe doğru kullanan Cenk İşler’in topa dokunmasıyla bin kişinin tellere doğru koşması bir olur. Sarı-lacivertliler kümede kalmayı başarır.

2005-06 sezonunda kabus dolu günler devam eder. Saffet Susiç takımda başarısız olup yerini Hikmet Karaman’a bırakır. Ankaragücü’nü üç kez kümede tutacak olan ilk “Karaman” dönemi başlar. Ligi düşme hattının 3 puan üzerinde tamamlayan takım ligi bir kez daha 13. sırada bitirir. Bir sonraki sezon senaryo değişmez. Sezona Avusturalyalı teknik adam Bozinovski’yle başlayan Ankaragücü Hikmet Karaman’ın yönetiminde düşme hattının üç puan üzerinde 13. sırada tamamlar.
2007-08 sezonuna 14 transfer ve Hans Peter Briegel yönetiminde başlayan takımda işler yine yolunda gitmez. O yıl futbolu bırakan Hakan Kutlu takımın başına getirilir ve takım ligi 8. sırada tamamlar. Bu sezon aynı zamanda Ankaragücü’nün ligi ilk 9 takım arasında tamamladığı son sezon olur. Elyasa, Emre Güngör, Gökhan Emreciksin, Serkan Kırıntılı, Jaba gibi o dönemin yıldız futbolcuları kadrodadır. Yeni sezon öncesi 13 yıldır kulübün başkanlığını yürüten Cemal Aydın görevi bırakır. Yerine başkanvekili Serdar Özersin gelir. Mart 2009’da ise Cengiz Topel Yıldırım kulübün yeni başkanı seçilir. Sırasıyla Hakan Kutlu, Ünal Karaman, Hakan Kutlu ve Hikmet Karaman takıma hocalık yapar. Yıldırım döneminde takımı yönetmeye başlayan Karaman’ın gelişi hemen hissedilir. Kocaelispor’u 4-0’la geçtikten sonra alınan 2-0’lık Bursaspor mağlubiyetine rağmen Eskişehir’i 3-2, deplasmanda Fenerbahçe’yi 2-1 ve içeride Ankaraspor’u 1-0’la geçen takım küme düşme hattından uzaklaşır ve nispeten rahatlar. Daha sonra alınan mağlubiyetlere rağmen sezonu 13. sırada düşme hattının bir puan üzerinde tamamlayan Ankaragücü bir kez daha küme düşmekten kıl payı yırtmıştır.


2009-10 sezonu öncesi Ankaragücü tarihinin en kariyerli oyuncularından birisi olmaya aday olan Darius Vassell transferi gündeme gelir. Yaklaşık 1,5-2 ay süren görüşmelerden sonra Vassell imzayı atmak için Ankara’ya gelir. Taraftar da doğal olarak Esenboğa Havalimanı’na akın eder. Sezona bomba gibi girilmek üzereyken bir anda Ahmet Gökçek’in kulüp başkanlığına aday olacağı söylentileri çıkar ve ne yazık ki söylentiler gerçeğe dönüşür. Genel kurul sonucu Ahmet Gökçek kulübün yeni başkanı olarak seçilir ve 100 yıllık çınarın çöküş dönemi başlar.

30 Nis 2014

Atletico Madrid'in Rüya Sezonu

       Arda Turan, Diego Costa, David Villa, Gabi, Godin, Felipe Luiz ... ve belki de en önemlisi Diego Simeone ile birlikte Avrupa artık yeni bir büyük kulübe sahip; Atletico Madrid.

      Avrupa Kupalarında ve İspanya'da güçlü ama istikrarsız takımlar kim diye baksak bunların en başına şüphesiz ki Atletico Madrid'i yazarız.  2010 ve 2012 yılında Avrupa Ligi’ni ve UEFA Süper Kupası'nı kazanan ama bir türlü Şampiyonlar Ligi'nde başarı elde edemeyen, 2010 yılında süper güç Barcelona'yı yenen tek takım olmasına rağmen Valencia, Malaga gibi ekiplerin arkasında kalan büyük maç oynamasını bilen ama gerek maç kazanma gerekse kadro oluşturma konusunda istikrardan uzak bir Madrid ekibi vardı.

     2012 yılından beri tüm bunları bir kenara bırakmış, gerek büyük maçları gerek küçük maçları karakterli bir şekilde oynayan, çok koşan, çok mücadele eden gerek ilk 11 oyuncuları  gerek yedek oyuncularıyla birlikte her anlamda tam bir takım olduğunu belli eden taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan bir Atletico Madrid izliyoruz. Bu değişimin hikâyesi ise 1994 yılına dayanıyor desek herhâlde yanlış olmaz. Bu isim 94 yılında Madrid ekibine katılan o zamanlar oynadığı futbolla şimdi ise oynattığı futbolla Atletico Madrid tarihine ismini altın harflerle yazdırmış durumda; Diego Simeone. 2012 yılında istikrarsız ve kötü futbol oynatan Gregorio Manzano'nun yönetiminde ki ekip Barcelona ve Real Madrid'e 5-0 ve 4-1 gibi ağır skorlarla yenilmiş ve en son Kral Kupasında Albacete'ye iki maçta da yenilip elendikten sonra kulüp yönetimi Manzano’yu göndermeye karar vermişti. Onun yerine düşünülen isimler ise uzun yıllar Liverpool'u çalıştıran Rafael Benitez, kulübün efsanesi ve İspanya ile Avrupa şampiyonluğu yaşamış Dede lakaplı Luis Aragones vardı. Bir diğer aday ise beki de en az şans tanınan isim; henüz elle tutulur başarısı olmayan Diego Simeone idi. Madrid yönetimi beklenmedik bir şekilde Simeone'yi takımın başına getirdi ve belki de farkında olmadan bir devin tekrar doğuşununda  başlangıcını yapmış oldu.

Fernando Torres Diego Simeone'nin kaptanlığını yaptı.

     Futbolculuk döneminde o zamanın liberolarından farklı olarak oyunu iki yöne de çok iyi oynayan, hırslı, mücadeleci, asla pes etmeyen, tekmeye çekinmeden kafa uzatan Simeone, bu karakterinin aynısını adeta elinde bir doğaüstü güç varmışçasına takımına aşıladı. İlk senesinde takımı kaldığı yerden çok güzel devam ettirip Avrupa Ligi’ni ve UEFA Süper Kupası'nı kazandıran teknik adam ikinci sezonunda yavaş yavaş kendi karakterini yansıtarak Kral Kupası Finalinde ezeli rakiplerini deplasmanda adeta sahadan silerek  yıllar sonra Bernabeu'da hem galip gelen hem de Kral Kupa’sına uzanan taraf oldular. Bu yıllardır galip gelemeyerek üzdükleri ve fakat taraftarlarına verilebilecek en güzel hediyelerden biriydi şüphesiz ki. Hatta Simeone bu anı hayatımda yaşadığım en güzel andı diyerek tarif etmesi, başarının Madrid'in kırmızı-mavi yakası için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya yetiyor sanırım. Geçtiğimiz sezonun sonlarında gördüğümüz mücadeleci futbolun üstüne bu sene biraz daha koyan deplasmanlarda kazanmasını öğrenen iç sahada taraftarının mükemmel desteğiyle rakiplerini 90 dakika baskı ile adeta boğan, tam anlamıyla takım oyunu nasıl olur bize gösteren bir Madrid izliyoruz.
Atletico Madrid  İspanya Kral Kupası'yla


     Peki Simeone nasıl yaptı bunu?

     Takıma ilk geldiğinde Atletico'nun ne düzgün bir 11'i ne de mücadele edecek güçte topçular vardı. İlk ve en önemli işlerinden birisi sağ bek sıkıntısı çeken takıma aslen sağ açık olan Juan Fran'ı adapte etmek oldu. Sol beki ise Felipe Luis'e teslim ederken önüne Arda'yı koyarak çok iyi uyumlu bir ikili elde eden başarılı teknik adam bununla yetinmeyip koşmayan defansa gelmediği için sık sık eleştirilen Arda'ya komple bir açık oyuncusu nasıl olduğunu da öğretti. Şimdi ise Arda'yı hem gol atıp asist yaparken hem de defansına yardım ederken görebiliyoruz. Orta sahanın ortasında sıkıntı yaşayan takımda Tiago'nun yanına daha önce ki oyuncularından Gabi'yi alan ekibin kalesini Chelsea'den 3. sezondur kiralık olarak takımda yer alan Curtois korurken, sağ kanat ise Simeone'nin Milan’ın ısrarla istemesine rağmen satılmamasını istediği Raul Garcia ve İspanyan'nın yeni yıldızlarından Koke'ye verdi. Madrid ekibi  forvet seçiminde ise tam anlamıyla dünyaya ders veren bir tutum gösteriyor. 2006'dan beri sırasıyla Fernando Torres, Agüero, Falcao, Diego Costa gibi hem genç hem de üst düzey yetenekli forvetleri kadrosuna katmasını bilen ekip, sahip olduğu gözlemci ekibi sayesinde bulup yetiştirdiği futbolcularla Avrupa'nın forvet fabrikası konumuna geldi.

Fernando Torres ve Sergio Agüero


     Bu sezon kimsenin beklemediği, her an yarıştan kopacak diye düşünülen Atletico Madrid, puan tablosunda geri düştüğü zaman bile bir an olsun yarışta geriye düşmeyip kendi maçlarına odaklanıp 1.sıraya oturmasını bildi ve oradan da kalkmaya da niyeti yok gibi. Ligde son 3 maça girerken en yakın takipçisi Real Madrid'in 3, Barcelona'nın 5 puan önünde olan ekip son maçını da Barcelona yapacak. O maça kadar puan kaybetmeyeceklerini düşündüğüm Atletico Madrid'in bu sezon aralarında 6 maç oynadıkları ve Barcelona'ya daha hiç yenilmediklerini de düşünerek son maçta en kötü berabere kalıp Katalunya'da kupaya uzanarak geçen sezon Bernabeu'da yaptıklarını bu sene de Nou Camp'da yaparak taraftarına tadılması güç bir mutluluk ve İspanya Ligi şampiyonluğunu vereceklerini düşünüyorum. Bugün oynanacak Şampiyonlar Ligi Yarı Finali’nde ise Chelsea’nin karşısında  turu geçmesini istediğim taraf Madrid ekibi. Atletico Madrid, finale çıkması durumunda Lizbon’da finalde dün 4-0 gibi net bir skorlar Almanya’da Bayern Münih’i eleyen Real Madrid’in rakibi olacak ve bir Madrid derbisi yaşanacak. Bu sezona bakarsak  şanslar eşit olacaktır ama bütün gönüllerin bu performanslarıya kırmızı-mavi-beyaz tarafta olacağı kesin gibi. Sonuç ne olursa olsun ister La Liga şampiyonluklarını kaybetsin ister bu gece Şampiyonlar Ligi’nden elensinler  şimdiden büyük takımların kıskandığı ,küçük takımların başarılarına imrendiği bir takım oldu. Simeone'nin ekibi başarılarının devamını getirmesi, futbolun sadece para, süper yetenekler, dev stadyumlar değil takım oyunu  ve futbol ruhu olduğunu göstermeye devam etmesi herkesin temennisi olacak.



24 Şub 2014

Galatasaray'da Gençleştirme Operasyonu

Bu yazıyı yazarken Spor Toto Süper Lig’de ikinci yarının 5. Hafta maçları oynanmaktaydı. Ligde Fenerbahçe 48 puanla lider bulunurken Beşiktaş’la arasında 6, Galatasaray ile 4 puan fark bulunmaktaydı. Ligde ikinci devreye başlarken Galatasaray ile Fenerbahçe arasındaki fark 10 puan iken bu fark ligin hemen başında Fenerbahçe’nin Eskişehirspor ve Sivasspor maçlarını kaybetmesiyle ve Galatasaray’ın Bursaspor’u ardından Eskişehirspor’u yenmesiyle 4’e indi.  Fenerbahçe sakatlıklarla boğuşup hem şike sürecinden Yargıtay kararı çıkan Aziz Yıldırım’ın durumuyla hem de kaybedilen 6 puanla sıkıntılı bir sürece girmişti. Galatasaray ise güzel bir form yakalayıp farkı 4’e indirmesine rağmen Antalya’da kaybedilen 2 puanla farkı 6’ya çıkarıp lig ikinciliğini de Beşiktaş’a kaptırmış oldu. Ligde her hafta puan farkları değişirken bu durum 5.hafta da devam etti. Fenerbahçe, Elazığ beraberliğiyle üst üste 3.deplasman maçında da puan kaybedince ve Galatasaray – Beşiktaş derbisinde gülen taraf Galatasaray olunca hem ikinciliğe yerleştiler ve farkı tekrardan  4 yaptılar. Beşiktaş ise İnönü stadyumundan uzak kalıp açıkçası taraftar desteğini çokça aradığını gösterirken tekrar edilen Kasımpaşa galibiyetiyle yeniden zirve yarışına ortak olmuştu fakat Galatasaray derbisini kaybetmesiyle bu potadan biraz uzaklaşmış oldu.


Ligin 2. devresine girerken Galatasaray büyük bir gençleştirme operasyonu yaşadı.  Ligin 5. Haftasından sonra yönetimle yaşadığı sorunlardan ötürü Fatih Terim gönderilmişti ve yerine ünlü İtalyan Teknik Adam Roberto Mancini getirildi. Mancini’nin getirilmesinden sonra Galatasaray sisteminde bazı değişiklikler oldu. Galatasaray’ın savunma zafiyeti ve sol bek sıkıntısı çok iyi biliniyordu. Hücum hattı olarak ligin en kaliteli takımı gösterilirken savunmada ciddi problemler yaşaması takıma büyük sıkıntılar yaratıyordu.  Mancini göreve geldikten sonra bu soruna hemen dikkat çekmiş ve acilen bu bölgeye takviyeler istediğini belirtti. Ligin ilk devresini böyle kapatmak zorunda olan takım, ligde Fenerbahçe’yle puan farkını açmasına rağmen Şampiyonlar Ligi’nde işi zora soksa da İstanbul’daki Juventus galibiyetiyle gruplardan çıkmayı başardı.


Ara transfer döneminde Fatih Terim gibi  -her ne kadar transferler yüzünden olsa da- Mancini’de yönetimle sorunlar yaşadı. Yönetimin Mancini’nin istediği transferleri yapmadığı, kendi kararları doğrultusundaki transferler için çalıştığı gazetelerde yer almaya başladı. Bu kriz hatta İngiliz ve İtalyan basınında Roberto Mancini’nin bu durum yüzünden istifa edebileceğini bile yazdı. Bu kriz daha sonra büyük oranda çözülmesine rağmen Galatasaray transferleri için bir başka sıkıntı vardı: Yabancı futbolcu kontenjanı. Kadrosunda 6+0+4 yabancı kuralından dolayı tam 10 futbolcusu olan Galatasaray, bazı futbolcularla yollarını ayırmak zorunda kalacağı açıktı. Bu sebeple bir temizlik operasyonu da olacaktı bu devre Galatasaray için.

Roberto Mancini yeni bir Galatasaray yaratmaya başladı.


Galatasaray, bu krizler ışığında transfer döneminde 8 futbolcu transferiyle büyük bir operasyon yapmış oldu takımda. Bunlardan 4 tanesi yabancı olurken 4 tanesi de yerli futbolcular oldu. Takımın yaşadığı savunma sıkıntılarından dolayı yoğunluğun bu bölgeye olduğu görülüyordu. Takım, uzun süredir çok sıkıntı yaşadığı sol bek yokluğunu Gremio’da yakaladığı başarılı performansla  2013 yılında Brezilya’nın en iyi sol bek oyuncusu seçilen 21 yaşındaki Alex Telles ile çözmüş oldu. Bu bölgeye bir türlü takviye yapamayan takım uzun süredir Hakan Balta ile oynuyordu ve Fatih Terim döneminde zaman zaman kanat oyuncusu Albert Riera’da bu bölge de görev yapmıştı.  Savunmanın göbeğinde yaşadığı sorunlar da bu bölgeye takviyeleri gerektiriyordu. Semih Kaya ve Chedjou’nun formsuzluğu, Dany’nin zaman zaman pahalıya patlayan hataları bu bölgede adeta alarm veriyordu. Mancini’nin de bu bölgeye özellikle iyi tanıdığı için İtalyan stoperlerden istediği söyleniyordu. Yönetim ne kadar birkaç İtalyan savunmacılarla görüşse de anlaşmaya varamadı ve yapılan transferlerden en yaşlısı olan Boca Juniors’dan 25 yaşındaki Nicolas Burdisso ve Jurgen Klopp’un birçok yıldız çıkardığı Borussia Dortmund’daki okulundan olan genç savunmacı 19 yaşındaki Koray Günter’i kadrosuna kattı.Savunma takviyesine devam eden Galatasaray, ligin önemli oyuncuları arasında gösterilen 2 futbolcuyla daha anlaştı: Eskişehirspor’dan 24 yaşındaki Veysel Sarı ve Kayserispor’dan 21 yaşındaki Salih Dursun. İki oyuncu da sağ bek oynamasına rağmen Veysel Sarı savunmanın göbeğinde ve ön liberoda da oynama özelliğine sahip. Bu oyuncular takıma katılırken Dany’de Beşiktaş’a kiralandı.


Savunmaya  4 oyuncu katılırken diğer 4 oyuncu da orta saha bölgesine katıldı. Grasshopper’dan yine gelecek yıllardaki yeteneklerden biri olarak gösterilen 21 yaşındaki Bosnalı oyuncu Izet Hajrovic transfer edildi. Bucaspor’dan 23 yaşındaki oyuncu Umut Gündoğan’da takıma katıldı. Aralık 2013’den beri teknik direktör Roberto Mancini’nin istediğiyle 4 hafta boyunca denenen ve A takımla idmanlara çıkan 19 yaşındaki Lucas Ontivero’da Burdisso ile birlikte Galatasaray’ın iki Arjantinlisinden biri oldu. Yönetim bu süreçte kontenjanda yer açmak için Kayserispor’dan büyük umutlurla alınan fakat tam olarak kendisinden isteneni veremeyen Nordin Amrabat’ı Malaga’ya gönderirken Olympiakos’dan alınan İspanyol Albert Riera ile de yollarını ayırdı. Albert Riera’da geçen günlerde Ukrayna takımı Metalist Kharkiv ile anlaştı. Galatasaray, büyük bir şanssızlık yaşayarak gelecekte büyük yıldız adayları arasında gösterilen ve sezon başında takıma kattığı 19 yaşındaki Portekizli oyuncu Bruma’yı ise sakatlığa kurban verdi. Sezonu kapatan Bruma ise kontenjanda yer açmak için sakat da olsa Gaziantepspor’a kiralandı. Bu durum gündemde çok tartışılsa da iki kulübün anlaşması sebebiyle durum aşılmış oldu. Bir türlü kadroya giremeyen Engin Baytar ise Çaykur Rizespor’a gitti.

Izet Hajrovic ve Alex Telles yeni transferlerden en dikkat çekenler oldu.

Bu transferler olurken takımın yeni bir yapılanma ve oyun anlayışına gittiğini söylemiştim. Bu yeni sürece bakacak olursak;  Galatasaray’ın, Mancini döneminde defansa çok daha önem veren bir takım haline geldiği görülüyor. Genel olarak bu durumun Mancini’nin oyun anlayışından kaynakladığını söyleyebiliriz. Çünkü İtalyan teknik adam Galatasaray’dan önce çalıştırdığı dünyanın en iyi hücum hatlarından birine sahip olan Manchester City’yi bile savunma ağırlıklı bir futbol oynattığı için zaman zaman sert eleştiriler alıyordu. Takıma bu etkisi büyük oranda yansımış görülüyor. Fatih Terim dönemine göre Galatasaray artık daha az gol yiyor. Roberto Mancini’nin geldiği günden beri adeta jokeri olan Ceyhun Gülselam’ın defansif pozisyonda başarı olmasıyla Melo ve Selçuk daha çok hücuma çıkmaya başladı. Fizik gücü de ciddi oranda arttığı belli olan takım özellikle iç saha maçlarında artık çok daha baskılı bir futbol oynamaya başladı. Yaşını getirdiği eksileri artık ciddi olarak iyiden iyiye göstermeye başlayan Drogba ise artık biraz daha sahada yok olmaya başladı. Drogba’nın yaşattığı bu eksilerini Umut Bulut hala kulübeden gelerek kapatıyor. Şu ana kadar belki de Galatasaray’ın en çok ve en iyi verim aldığı oyuncusu olan Muslera ise kalede güven vermeye devam ediyor.


Galatasaray bu sezon her zamankinden daha zorlu bir yarış içerisinde


Galatasaray yaşadığı bu transfer süreciyle takımı adeta yeniden yapılandırmış oldu. Alınan oyuncuların yaşlarına bakıldığında önümüzdeki yılların takımının kurulmaya çalışıldığı ortada gözüküyor.  Tüm transferleri ciddi oranda izleyemesek de bu transferlerden en çok dikkat oyuncular ise Alex Telles ve İzet Hajrovic oldu. Takımın iki sezondur şampiyon olan oyuncularının tecrübesi, Didier Drogba ve Wesley Sneijder gibi dünya yıldızlarının katkılarıyla, Roberto Mancini böylece yeni bir Galatasaray yaratmaya başladı. Takım şu an da üç kulvarda da yoluna devam ediyor. Fenerbahçe ve Beşiktaş’la ligde büyük bir mücadele içinde bulunurken Fenerbahçe’yi takibini sürdürerek 28.haftadaki derbiye kadar rakibinin puan kayıplarını kollamaya çalışacak.  Türkiye Kupası’nda yarı finalde bulunuyor.  Chelsea ile de önümüzdeki günlerde hayati önemi olan Şampiyonlar Ligi maçlarına çıkacak. Bu operasyonun takıma nasıl katkı sağlayacağını, takımın yeni sistemiyle nasıl başarılar kazanacağını ve oynayacağı futbolu önümüzdeki günlerde çok daha iyi görmüş olacağız.

13 Şub 2014

MKE Ankaragücü tarihi: Bölüm 1


İmalât-ı Harbiye günleri, İstanbul (1910-1920)

MKE Ankaragücü’nün kökleri Zeytinburnu’daki, İmalât-ı Harbiye atelyesinde silah tamirati ve imalatı yapan işçilere dayanır. Bu atelyelerde orduya silah üretimi yapıldığı için doğal olarak istihdam yoğunluğundan söz etmek mümkündü. İşçi-futbolcular tek çatı altında İstanbul Ligi’ne katılmaya karar verir. Şükrü Abbas Turan Sanatkarangücü’nün Agâh Orhan da Altınörs İdmanyurdu’nun başında yer alan İmalât-ı Harbiye mektebinin son sınıf öğrencileridir. İki kulüp 31 Ağustos 1910 tarihinde tek çatı altında toplanır. Duygu Hatıpoğlu ve M. Berkay Aydın Kurtuluş Savaşı günlerinde İstanbul’un işgali sırasında İmalât-ı Harbiye ve üç İstanbul takımı arasındaki farkı şu şekilde anlatır:

“Üç İstanbul takımı için genelde “zorlama” olarak çıkarılan Kurtuluş Savaşı’na “moral katkılarına” ilişkin “efsanelere” karşılık, MKE Ankaragücü kulübünün tarihi, doğrudan bu ulusal mücadele sürecinde şekillenmiştir. Bahsedilen İstanbul takımlarının işgalci emperyalist güçlerin askerlerinden ve görevlilerinden oluşan takımlarla “top oynayıp” sözde “destansı başarılar” kazandıkları iddia edilir ve işgal kuvvetleri başkomutanlarının (General Harrington) ellerinden alınan kupalara haddinden büyük anlamlar yüklenirken, ileride Ankaragücü adını alacak olan İmalât-ı Harbiye futbol takımlarının bu efsanelerde adı hiç geçmez. Bunun çok basit bir nedeni vardır: Altınörs İdmanyurdu ve Turan Sanatkarangücü’nün futbolcuları işgalcilerle futbol oynamamıştır! Çünkü İmalât-ı Harbiye takımlarının oyuncuları o sırada, İmalât-ı Harbiye işçilerinin genel kitlesiyle beraber, işgalcilere karşı, başka toplarla oynanan, daha başka, daha çok sert, kuralsız ve ölümcül bir oyuna katılmış bulunmaktadır.”

İmalât-ı Harbiye işgal altındaki resmi başkente karşı fiili başkent konumu kazanmış olan Ankara’ya taşınır ve İmalât-ı Harbiye Makine Kimya Endüstrisi’ne dönüşürken MKE Ankaragücü’nün Ankaralılaşma süreci de başlar.

Ankara (1920-2013)
1920 yılında Altınörs İdmanyurdu Anadolu Sanatkarangücü adını alarak Ankara’da yaşamına devam eder. Turan Sanatkarangücü de 1922 yılından itibaren Ankara’da faaliyetlerine devam eder. Kulüp günden güne kitleselleşmektedir. Fabrikanın kent hayatına kattıkları bu kitleselleşmenin en önemli ayağını oluşturur. Fabrikada çalışan işçiler genel olarak Cebeci, Abidinpaşa, Kale Mahallesi, Boşnak Mahallesi (Sakarya Mahallesi)’nde ikamet eder. Talatpaşa ve Ulucanlar arasında yoğun olarak yaşayan işçiler kulübün kitleselleşmesinde bir başka önemli etken olur.

31 Ağustos 1923 tarihinde Anadolu-Turan Sanatkarangücü adıyla bu iki kulüp birleşir. 31 Ağustos 1933’te ise yapılan kongrede kulübün adı Ankaragücü Gençlik ve Spor Kulübü olarak değiştirilir. Bu değişiklik kulüp için ne ilk ne de son değişiklik olacaktır. Ancak, Ankaragücü’nün sarı-lacivert renkleri hiç, adı ise yasal zorunluluklar dışında pek değişmeyecektir. Kulüp isminin Ankaragücü olarak belirlendiği bu tarihi kongrede öne çıkan diğer isimler Çankaya Güneşi, Dikmen Yıldızı, Zafer, Kurtuluş, İmalât-ı Harbiye Gücü’dür. Alaeddin Baydar*, İmalât-ı Harbiye Gücü’nü “Ankara’nın Gücü” olarak değiştirmeyi önerir; Kerim Fil’in aklında ise “Anadolu Gücü” vardır. Ankara’nın Anadolu’nun kalbi olarak görülmesi nedeniyle “Ankara’nın Gücü” isminde herkes hemfikir olur, söyleyiş kolaylığı göz önüne alınarak da kulübün adı Ankaragücü olarak konur.

Profesyonelleşme (Milli Lig Yılları)
Ankara’da ilk profesyonel mahalli lig 1954 yılında kurulur. Ankaragücü, Hacettepe, Gençlerbirliği, Güneşspor, Ankara Demirspor, Yolspor, Hilalspor ve Otoyıldırım kulüpleri 8 Temmuz 1954 tarihinde Futbol Federasyonu’na müraacat edip Ankara’da profesyonel ligin kurulmasını talep ederler. Ankaragücü mahalli ligin ilk sezonunu ikinci tamamladıktan sonra iki yıl üst üste şampiyon olur. 1958 yılında ise Milli Lig kurulur. Türkiye 1. Futbol Ligi Ankaragücü’nün ve Ankara takımlarının kaderini belirleyecektir. 1958-59 sezonuna Ankara ve İzmir’den dörder, İstanbul’dan ise sekiz takımın katılması kararlaştırılır. Futbolda İstanbul hegemonyası o günlerden başlar. Futbol Federasyonu bir milli lig kurmuş olmasına rağmen bu ligde yapılacak maçlardan elde edilecek geliri İstanbul’un üç kulübüne %60 oranında paylaştırılmasına karar vermiştir.
Doğal olarak diğer kulüpler bu duruma tepki göstermiş; ancak hiçbir sonuç alınamamıştır. 60’lar boyunca başarı kıstası olarak lig sıralamasını aldığımızda Ankaragücü’nün en başarılı sezonu 1963-64 olacaktır. Ankaragücü bu sezon ligi dördüncü sırada tamamlamıştır. Ankaragücü’ne 1967-68 sezonununda İkinci Lig yolu gözüküyordu. Ankaragücü 1965-66 sezonunu 7., 1966-67 sezonunu 9. tamamlamış olmasına rağmen başarısız geçen bir sezonun ardından ilk kez bir alt lige düşüyordu. Ankaragücü’ne 7.’lik ve 9.’luğu getiren sezonlarda kulübün efsane isimlerinden Ertan Adatepe gol krallığında ilk sırada yer alıyordu. Ankaragücü İkinci Lig’de fazla durmadı ve bir sonraki sezon tekrardan 1. Lig’e yükseldi. Ayrıca bu sezon Ankaragücü tarihinde ilk kez Başbakanlık Kupası’nın da sahibi oldu:

1968 Başbakanlık Kupası, 1968-69 Türkiye 2. Futbol Ligi şampiyonu Ankaragücü ile 1968-69 sezonu Türkiye Amatör Futbol Şampiyonası şampiyonu Sebat Gençlik arasında oynanması gereken Başbakanlık Kupası'nın 9. sezonudur. 18 Haziran 1969'da, Ankara 19 Mayıs Stadyumu'nda oynanması planlanan maç Türkiye Futbol Federasyonu'nu protesto eden Sebat Gençlik sahaya çıkmadığından dolayı oynanamamış ve Ankaragücü hükmen 3-0 galip sayılmıştır. Böylece Ankaragücü ilk kez bu kupada şampiyonluğa ulaşmıştır.

1969-70 sezonundan itibaren kulübün adı MKE Ankaragücü olarak değiştirildi.


Kupa Beyi Ankara
O yılları ilk olarak Ziya Adnan’ın ağzından betimlemek gerekirse:

“1970’li yılların başları, Ankaragücü’nün altın yılları idi. Efsane kadrolardan birini izliyorduk. Ali Osman’lı, Baskın’lı, Müjdat’lı, Erman’lı, Tahsin’li kadrosu ile rakiplerine kök söktürürdü Ankara’nın sarı-lacivertlileri.“

70’li ve 80’li yıllara “Kupa Beyi” olarak damgasını vuracak olan Ankaragücü 1971-72 sezonunda Türkiye Kupası’nı ilk kez müzesine götürdü. Bu zorlu yolda Osmaniye Gençlik, Sarıyer ve Beşiktaş’ı kupadan eleyerek adını finale yazdıran Ankaragücü’nün rakibi İzmir temsilcisi Altay’dı. İzmir’deki maçı 1-0 kaybeden Ankaragücü Ankara’da oynanan rövanş mücadelesine moralsiz ve avantajsız bir konumda çıkıyordu. Ligi o sezon beşinci tamamlayan Ankaragücü’ne taraftarının inancı tamdı. Coşkun Süer’in iki, savunma oyuncusu Müjdat Yalman’ın bir golüyle rakibini 3-0 mağlup eden Ankaragücü Türkiye Kupası’nı Ankara’ya getiren ilk Ankara takımı oluyordu. Sezon sonunda lig şampiyonu Galatasaray ile Cumhurbaşkanlığı Kupası için mücadele eden Ankaragücü maçı 3-0 kaybediyor ve tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanlığı Kupası kazanma fırsatını kullanamıyordu.

1972-73 sezonunu dördüncü tamamlayan Ankaragücü 70’lerin başında Türkiye futboluna damga vurmaya devam ediyordu. “Ankara Canavarı” lakabı bu günlerde Ankaragücü için kullanılmaktaydı. Bir önceki sezon kupayı kazanan takım Avrupa Kupa Galipleri Şampiyonası’na katılmaya hak kazanmıştı. Leeds United ile eşleşen Ankaragücü ilk maçında Ankara’da güçlü rakibine kök söktürüyor ancak 1-1’lik sonuca razı olmak zorunda kalıyordu. İngiltere’de oynanan maçı 1-0 kazanan Leeds United Ankaragücü’nü kupadan eleme başarısını gösteriyordu. Dönemin en başarılı İngiliz takımlarından birisi olan Leeds United karşısında verilen bu mücadele Ankaragücü’nün o dönemde ne denli iyi bir takım olduğunun da ispatı niteliğindeydi. Kupa Beyi üst üste iki kez Türkiye Kupası’nı kazanmayı kendine hedef koymuştu. Yarı finalde eşleştiği Fenerbahçe karşısında sekiz kişi kalan takım İnönü Stadı’ndan 2-1 galip ayrılmayı başarıyordu. Finalde rakip Galatasaray’dı. İstanbul’daki maçı 3-1 kaybeden Ankaragücü Ankara’da da rakibini yenemiyor 1-1’lik beraberlikle sahadan ayrılarak iki kez üst üste bu kupayı kazanma şansını yitiriyordu. 1973 Başbakanlık Kupası’nı ise aldığı 5-2’lik sonuçla Fenerbahçe’ye kaybediyordu.

1973-74 sezonunda da Avrupa Kupa Galipleri Şampiyonası’na katılan Ankaragücü eşleştiği İskoç rakibi Glascow Rangers’a Ankara’da 2-0, Glascow’da 4-0 mağlup olarak hayal kırıklığı yaratıyordu.

Ankaragücü “asansör” takım oluyor
70’lerin ilk yıllarında fırtına gibi esen Ankaragücü için karanlık günler başlıyordu. 1975-76 sezonunda küme düşen sarı-lacivertliler bir sonraki sezon tekrardan 1. Lig’e yükseliyordu. Ancak işler iyi gitmeyince tekrardan İkinci Lig yolları gözüktü.


80’ler ve 2. Kupa
1980-81 sezonunda İkinci Lig’de mücadele eden Ankaragücü ligi ikinci sırada tamamlıyordu. Diğer taraftan Türkiye Kupası’nda Düzce, Muhafızgücü, Konya, Ordu ve bir önceki yılın kupa şampiyonu Altay’ı eleyerek çeyrek finalde Beşiktaş’la eşleşen Ankaragücü; İstanbul’da 2-0 kaybedilen maçın rövanşında 2-0 galip gelerek maçı uzatmaya götürüyordu. Uzatmada rakibini 3-0’la geçen sarı-lacivertlilerin yeni rakibi Fenerbahçe oluyordu. İstanbul’da oynanan ilk maçı 1-0 kazanan Ankaragücü Ankara’da 23,524 seyircinin izlediği maçta 0-0 berabere kalarak finale yükseliyordu. Finaldeki rakip Boluspor’du. Ankara’daki ilk maç 2-1 galip kapatılmıştı. 13 Mayıs 1981’de Bolu’da oynanan rövanş maçında kapalı tribünden atılan konfetiler Ankaragücü taraftarının olduğu bölümü adeta beyaza boyamıştı. Bolu’ya ilk araçlar vardığında konvoyun bir ucu hala Ankara’daydı. 0-0 biten maçın ardından Türkiye Kupası bir kez daha Ankaragücü’nün müzesindeki yerini alıyordu. Maç sonunda futbolcuların tellerin üzerinden tribüne atladığı sahneler hafızalarda kendisine silinmeyecek bir yer ediniyordu.

1980-81 sezonu bittiğinde Ankara’nın 1. Lig’de takımı bulunmuyordu. Aynı zamanda Türkiye’de ilk kez bir İkinci Lig takımı Türkiye Kupası’nı kazanıyordu. Ankara Valisi Mustafa Gönül durumu “yukarıya arz etti”. 80 Darbesi Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in talimatıyla bir kanun çıkarıldı. Buna göre; Türkiye Kupası’nı kazanan takım hangi ligde oynarsa oynasın 1. Lig’e çıkacaktı. Aynı şekilde 1. Lig’den düşen takım da 1. Lig’de kalacaktı. 1981-82 sezonunda takım sayısı 16’dan 17’ye çıkarıldı ve Ankaragücü Sakaryaspor’la beraber lige yükselen diğer takım oldu. Başka bir değişle kimsenin hakkı yenmeden Ankaragücü 1. Lig’deki yerini aldı.

1980-81 sezonunda ligi şampiyon tamamlayan Trabzonspor ile Devlet Başkanlığı Kupası için mücadele eden Ankaragücü Ankara’da oynanan maçta 25,000 taraftarının önünde Bombacı Nazmi’nin attığı golle kupanın sahibi oldu.

1981-82 yılını ligde 7. tamamlayan ve Türkiye Kupası finalinde Galatasaray’la eşleşen Kupa Beyi İstanbul’da 3-0 kaybettiği maçın rövanşını 2-1 almasına rağmen kupayı ikinci kez Galatasaray’a kaybetti. Aynı sezon Kupa Galipleri Kupası’nda Sovyetler Birliği temsilcisi Rostov ile eşleşen Ankaragücü deplasmanda 3-0, Ankara’da 2-0 yenilerek ilk turda elendi. 1982-83 sezonunda ligde altıncı olan Ankaragücü’nün 80’lerdeki efsane kadrosunda “Halil İbo, Maradona Sadık, Hrubeş Mehmet ve Bonhof (Bombacı) Nazmi” gibi isimler yer alıyordu. Hatta Ankaragücü tribünlerinin başarısızlık durumlarında atıfta bulunduğu oyuncu grubu da bu dönemdendi:

Kalemizde kaptan Adil
Geri dörtlü geçilmez duvar
Orta saha hepsi canavar
İleride Halil İbo var (Mehter Marşı bestesiyle)

Gündüz Tekin Onay 1983-84 sezonunda devraldığı takımı ilk sezon beşinci, ikinci sezon dördüncü ve üçüncü sezon altıncı yapmayı başarıyordu. 1985-86 sezonunda Balkan Kupası’nda mücadele eden Ankaragücü’nün ilk rakibi Varna Spartak’tı. Ankara’da 2-0, Varna’da 0-0 biten maçların ardından yarı finale yükselen takım İraklis’le 1-0’lık karşılıklı galibiyetlerin ardından penaltılarda 4-3 kaybetti. 1987-88 sezonunda takımı Fatih Terim yönetmeye başladı. İkinci sezonunda takımı altıncı yapmayı başardı.

Bundan sonraki süreçte Ankaragücü için Türkiye Kupası finaline çıkılan 1990-91 sezonu haricinde başarılı günler geride kalmıştır. Ta ki 2000 yılında takımı Ersun Yanal yönetmeye başlayıncaya kadar. Gelecek sayıda 90’lar, 2000’ler ve 2010’lu yıllarda Ankaragücü’nün genelde başarısız, nadiren başarılı geçen günlerini konu edineceğiz. Ersun Yanal, Cemal Aydın, Ahmet Gökçek, PTT 1. Lig günleri ve son olarak Spor Toto 2. Lig günleri ana başlıklarımız olacak.

KAYNAKÇA
Adnan, Ziya, Çünkü Biz Ankaragüçlüyüz!.., İletişim Yayınları, İstanbul, 2005.
Arığ, Veli Necdet, Ankaragücü Belgeseli, MKE Yayını, Ankara, 1996.
Ertuğ, Ali Rıza, Ankara Sporunda 50 Yıl, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Beden Terbiyesi Bölge Başkanlığı, 1973.
Hatıpoğlu, Duygu; Aydın, M. Berkay, Bastır Ankaragücü, Epos Yayınları, Ankara, 2007.

(Bu yazı Joganita Dergi'nin 2. sayısında yayınlanmıştır.)