27 Mar 2012

Mavilerin umudu: Roberto Di Matteo

Şu günlerde Londra'da bir efsanenin tekrardan doğuşuna şahit oluyoruz. Kuşkusuz ki bu yeniden doğuşun bir numaralı aktörü Roberto Di Matteo ve bahsettiğim efsane de tabi ki Chelsea takımı. Andre Villas-Boas'ı büyük umutlarla Chelsea'nin başına getiren Roman Abramoviç çok geçmeden takımın patronunu değiştirme kararı aldı. Villas-Boas döneminden geriye kalan en olumlu gelişme ise Di Matteo'nun takıma İngizlerin değimiyle "asistan menajer" olarak geri dönmesi oldu. Şampiyonlar Ligi'nde Napoli'yi 3-1'in rövanşında 4-1 ile eleme başarısını gösteren Di Matteo'nun takımı, şimdi de Şampiyonlar Ligi çeyrek final ilk maçında Estadio da Luz'da Benfica'yı 1-0'la yenmeyi başardı. Rövanş için büyük avantaj yakalayan Chelsea'nin Premier
League'de tükenen ümitlerini Şampiyonlar Ligi'nde yeşerten Di Matteo için ilerisi aydınlık duruyor.

1996-2002 yılları arasında Chelsea'de top koşturan Di Matteo ne camiaya yabancı ne de hocalığa. Bakmayın siz onun "asistan menajer" olduğuna. 2008-2009'da Milton Keynes Dons, 2009-2011'de West Bromwich Albion'u çalıştıran İtalyan; sezon başında namağlup gelen Villas-Boas'ın yerine geçmeyi belki de hayal bile etmiyordu. Ancak şu an gözüken durum bir aksilik olmadığı takdirde Londra'nın Mavileri Portekiz temsilcisi Benfica'yı Stamford Bridge'de geçip adını yarı finale yazdıracak. Bu da Di Matteo'nun kendisini ispatlaması için eline geçen en büyük şans olacak. Çünkü yarı finalde Chelsea'yi bekleyen rakip ya AC Milan olacak ya da Barcelona. Çekilen Şampiyonlar Ligi kuralarına göre çoğu futbol sever için finalin adı Real Madrid-Barcelona gibi gözükse de son yıllarda Monaco'nun, Porto'nun ve Deportivo La Coruna'nın final oynadığını da göz ardı etmemek gerekiyor.


Önümüzdeki günlerde Chelsea'ye ilk Şampiyonlar Ligi kupasını getiren hoca Di Matteo olacak mı olmayacak mı hep birlikte göreceğiz. Ancak olur da böyle bir başarı sağlanırsa Roman Abramoviç'in belki de en büyük hayali gerçekleşmiş olacak ve Di Matteo ve oyuncuları da Mavilerin tarihine isimlerini altın harflerle yazdıracak.
Bekleyelim görelim...

We'll Score When We Grow Old

Üstünidman'ın golsüz geçen günleri için, Katalonya'dan CF Margatania'nın U7 takımının hikayesi:


L'equip Petit (Minik Takım):



l'equip petit (festival's version) from el cangrejo on Vimeo.

12 Mar 2012

Siyasetin Futbola İlk Müdahalesi: Kara Çoraplar(Black Stockings)


Bugün, halen futbol gündeminin maalesef ki ilk sırasında yer alan şike davası tartışmalarına zaman zaman milletvekilleri ya da siyasetin önde gelen isimleri, verdikleri demeçler ile dolaylı; ya da çıkardıkları yasalarla doğrudan dahil olarak, taraf olmadıkları kulüp ve taraftarları tarafından büyük tepkiler çekmektedir. Futbolun Türk insanları üzerindeki etkisi nedeniyle bu durum siyasette de tercih değişikliklerine neden olabilmektedir. Futbolun bu gücünü bilen siyasi erklerin bunu kullanışı ilk değildir, süreç boyunca birçok kez birçok ülkede buna şahit olmuşuzdur ve bugün özellikle FIFA bunun önüne geçmek için büyük yaptırımlar ve cezalarla ülkelerin futbol federasyonlarını politikanın müdahalesinden uzak tutmak istemektedir.

Konuyu geçmişe doğru incelediğimiz zaman Türk futbolu için bunun ilk örneğini Black Stockings yani bizim daha çok bildiğimiz adıyla 'Kara Çoraplar'ın başına gelen örnek ile görebiliriz. Abdülhamit devrinin 'istibdat' politikası nedeniyle halkı isyana sevk edebilecek birçok şey yasaklanmış ve spor da bu yasaklardan nasibini almıştır. Ve 19. yüzyılın son çeyreğinde keşfedilmesiyle birlikte popülaritesi iyice artan futbolun etkisi Osmanlı topraklarına ulaşmış ve 1875 yılında kurulan FC Smyrana kulubü, bugünün Türkiye sınırları üzerinde kurulan ilk kulüp olma özelliğini göstermiştir. Dönemin İstanbul ve İzmir kulüpleri zaman zaman maç yapmak için bir araya gelmektedirler. Fakat getirilen yasaklardan dolayı futbol oynayan isimler yalnızca İngiliz, Yunan, Ermeni veya Yahudi azınlıklardı.

Başlığa adını veren ve yazının öznesi olan Black Stockings kulübü, 1899 yılında Kadıköy'de, ilk Türk futbolcusu olarak bilinen Fuad Hüsnü Bey(resimdeki şahsiyet) ve arkadaşı Reşat Danyal Bey tarafından kurulmuştur. Kulübün adının İngiliz ismi taşıması da tahmin edileceği üzere devrin yasaklarından kaçmak içindir. Tamamı Türklerden oluşan bu ilk takımın futbol macerası çok fazla uzun sürmeyecektir; zira zar zor toplanabildikleri birkaç antrenmanın sonrasında 1901 Ekimi'nde Papazın Çayırı'nda ilk maçlarına, Rum takımı karşısında çıkmışlardır. Takım maçı 4-1 kaybetmiştir ama asıl önemli olan maçın bitimiyle sahayı basan hafiyelerin, kuruculardan Reşat Danyal Bey'i ve o sırada kaçmayı başarsa da daha sonra ele geçirilecek olan Fuad Hüsnü Kayacan'ı yakalamalarıdır. Daha sonra bu isimler “karşılıklı kaleler kurup, Rumlarla aynı elbiseleri labis oldukları halde, top endahtı ile talim icra etmek” suçundan dolayı yargılanmış ve cezalandırılmışlardır.

Bu konu içinde kurulmuş olan bu takımın, 3 büyüklerin hangisinin atası olduğunun tartışması içine girmeyeceğim; söylemek istediğim siyasetin spora müdahalesinin zaman ve yer fark etmeksizin sorunlara yol açtığıdır; bugün o kulüp kapatılmasa Türk futbolunda belki çok şey değişik olacak, bu ileri görüşlü insanların yolunu açtığı Türk futbolu bugün çok daha büyük yerlere gelecek ve hepimiz bugün sevdiğimiz kulüpleri değişik isimlerle de olsa gerçekten büyük başarılar elde etmiş şekilde desteklemiş bulunacaktık. Fakat yapılan müdahale sonucu bunların hepsine 'belki' diyoruz; dileğim bundan sonra yaşanacak olayların futbolun kendi içinde, bağımsız şekilde çözülmesi ve bundan yıllar sonra tekrar bunu düşündüğümüzde 'belki' dememek.

11 Mar 2012

"Yan taraftarlık" müessesesi ve Mekan


Bu ülkede taraftarlık kurumunun İstanbul takımlarının tekelinde olduğunu hepimiz biliyoruz. Zira Inception filmindeki gibi sanki birileri beynimize Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe isminden birinin tohumunu atmış, bu fikir biz yaşlandıkça büyümüş. Tabi filmde rüyalar vasıtasıyla fikir yerleştirme işinin küçük bir grup tarafından yapılıyor olması büyük fark, çünkü beynimiz bu kadar küçük bir bombardımana maruz kalmama şanssızlığına erişiyor. Hem de rüyada değil, gerçekte... Çevrenin bilinci belirlemedeki ustalığı devreye giriyor ve medya, ilgili kulüplerin 100 yılı geçen faaliyetleri, iktidarda gözükenin yanında durma hissiyatı ve bunlardan kendileri de etkilenmiş olan aile süzgeçlerinden damıtılarak, Konya'da, Elazığ'da, Aydın'da doğmamız fark etmiyor, "gerçek taraftar" kisvesinde üç büyüklerden birini bağrımıza basıyoruz. Bizim kuşak için Galatasaray'ın Uefa Kupası'nı kazanmasının yarattığı yeni taraftarları eklersek, süzgece "başarı" kriterini de eklemenin önemi anlaşılır oluyor. Bu kadar uzun tutulan bir girişten sonra, dünyadan birçok kulübü takip etmekten zevk alan benim de bahsettiğim sorunu yaşadığımı belirtmek isterim.
Aidiyetin nereden kaynaklandığı ile ilgili açıklamamdan sonra bir de, bu kaynağın mekansal boyutta bir özdeşleştirmeyle ilgisinin ne olduğu tartışması ortaya çıkıyor. (Aslında ideolojik süreçler de var ama o başka yazıyı hak ediyor.) Başından beri genellemelerin ışığında gittiğimizi belirtelim; semt, ilçe, şehir bazında sahipleniciliğin bir çıktısı olarak insanların bu üç büyüklere monteledikleri "yan taraftarlık" kurumundan söz edebilmek mümkün. Örneğin Selanik muhaciri bir aileden geliyor olmam sebebiyle Paok'tan başlayıp (ailemin Samsun'lu olması sebebiyle Samsunspor, Kadıköy'de doğmam sebebiyle Fenerbahçe, ailemin 20 yıldır İzmir'de yaşıyor olması dolayısıyla Karşıyaka hatta Şemiklerspor, gittiğim liseye icaben Altay) 6 yıllık öğrencilik hayatımın geçtiği Ankara için Gençlerbirliği'nde tamamlanan mekana bağlı bir taraftarlık skalası benim hayatım için oluşturulmuş oluyor. Elbette bu mekansal özdeşleştirme yoluyla kurulabilecek ilişkilerden seçim de benim irademe kalıyor. Aslında bunu zorunlulukmuşçasına algılamak iradesizlik olarak gözükmüyor değil. Fakat samimi olalım, futbolu sevdiğimiz için bu toleransı çoğumuz vermiyor muyuz? En azından vermeyenin bu yazıyı okuyor olmasının imkanı yok.
Kendi örneğimden devam edersek, ben kimilerinin kesinlikle kabul etmiyor göründüğü bu "yan taraftarlık" meselesinde seçimimi Karşıyaka SK'dan yana yapmış gözüküyorum. Karşıyaka tribünlerinde beni görmeniz zor, hayatım boyunca gittiğim Karşıyaka maçı sayısı bir elin parmaklarını geçmeyi ancak zorlar. Fakat diyorum ya, aynı zamanda yaşamımın en büyük bölümünün İzmir'in Karşıyaka ilçesinde geçmiş olması bir tesadüf değil. Mekana dayalı bir aidiyetin ülkede ve dünyada milliyetçiliğe önemli bir referans olmasının sebebi gibi. Yerel ölçeği, sosyal olan ile mekansal olanın etkileşimi ve bu etkileşimin belli bir coğrafi ölçekte ürettiği sosyal ilişkiler kombinasyonu olarak tanımlayan duruş ile paralel gözüküyor bu durum. Sınıf arkadaşlarım, semtim, ilçem ile beraber oluşturduğum sosyal dünyayla tek ilişkisi aynı ilçede (mekan) yerleşiklik olan o kulübü desteklemem için bu, bir başlangıç noktası haline geliveriyor. Yani renklerine filan aşık değilim kulübün, zaten Müslümanlık-Türklüğü simgelediği gibi bir anlam yüklenmişse buna gerek de yok.
Karşıyaka'nın son durumunu yazmak için klavye başına geçtim, nerelere geldim? Malum, bu sene kulübümüzün 100. yılı...Maçlarına gidemediğimiz vakit oturup televizyonun başına takım nasıl oynuyor diye gözlem yapıyoruz. Çok şükür Göztepe maçını stadyumda izleyebildim. Sonra 5 maçlık bir yenilmeme serisi (4 galibiyet 1 beraberlik) tutturmuşken takım tekrar düşüşe geçti ve gitgide azalan play-off oynama ümitlerini son 9 maça bıraktı. Özgürcan Özcan gibi zamanında Türkiye futbolunun büyük umutlar beslediği (Hakan Şükür veliahtı ilan etmişti) bir kazma forvete katlanmamızın tek sebebi yine aidiyet. Aynı aidiyet dolayısıyla, semtim Şemikler'in çocuğu Şaban Genişyürek ile gururlanıyoruz.
Bir sonraki yazıda, taraftarlık oluşumunda ideolojinin yerini ayrıntılandırmak sözüyle...

8 Mar 2012

Tuz Koktu


Atletico Madrid-Beşiktaş maçı için genel kanaat Beşiktaş'ın fark yiyeceği idi; her iki takımdaki eksiklikler ve ilk 11'e oyuncu seçiminin bu kanaati ne kadar etkileyebileceği tartışmaya açıktı. Zira Atletico Madrid'in kesinlikle hafife alınmayacak bir hücum gücü olduğu malumdu, Beşiktaş'ın ise defansif zaafları...Nitekim öyle de oldu, maçın ilk dakikalarından itibaren karamsarlığımız elle tutulur hale geldi, ilk yarıda 3 golü kalemizde gördük.
Bir zamanlar Carlos Carvalhal'e ilişkin büyük beklentilerimin olduğunu itiraf etmeliyim. Sempatiydi, sıcakkanlılıktı bir yere kadar; kumaşının çok kötü gözükmediğini düşünüyordum. Fakat öyle görünüyor ki, her maçın ardından oyuncuların yorgunluğu bahanesini sunmaktan başka bir kelam edemeyen, oyunu okumakta yetersiz, Guti örneğinde tahammülsüz, Simao-Quaresma için inanılmaz toleranslı bir hoca ile karşı karşıyayız. Üst üste mağlubiyetlerin oyun adına da umut kıvılcımı içermemesiyle, maalesef yakın bir zamanda gönderilecek. Kahin olmaya gerek yok.
Bu üzücü durumun tek sorumlusu olarak Carvalhal'i görmem biraz haksızlık olur, onu da kabul ediyorum. FourFourTwo dergisinin bu ayki sayısında Fuat Çapa-İlhan Cavcav söyleşilerinde de açık olan bir şey var ki, takıma kim yararlı kim değil, kim/hangi mevkiye transfer edilmeli, bu tür konular Türkiye'de teknik direktörün elinde olan bir durum değil. Üstelik teknik direktörler de bu duruma ses çıkaramıyorlar. Bu söylediğimi başat problem olarak görüyorum lakin devamında teknik direktörün sorumluluğu hakkında birkaç madde sıralayacağım:
1.Süper Lig'in geç başlaması da eklenince, fikstürün inanılmaz bir yoğunluk içermesi özellikle Beşiktaş'ın bu sene en fazla etkilendiği durum. Fakat teknik kadroda Roland Koch gibi dünya çapında tanınan bir kondüsyoner-antrenör'ün olması, neden bu sorunu devamlı konuşmayı engellemiyor anlayabilmiş değilim.
2.Bu geceki Atletico Madrid maçında Sidnei, İ.Köybaşı, Ekrem yedek otururken Veli Kavlak gibi kapanma, markaj, top kapma özelliği olmayan bir ofansif orta saha oyuncusuna sol bekte 45 dakika tahammül etmek, o kanattan gelen 3 gole maloluyorsa Carvalhal oyun okuma konusunda ne kadar yetenekli düşünmek gerekir. Barcelona değilsen Mascherano'yu defansın göbeğine koymaya benzeyen hamleler yapamazsın. Ki o yine de anlaşılır. Yaptıysan 5. dakikadan 45. dakikayı tahmin edip, beklemeden değişikliğe gideceksin.
3.Madem sol bekte Veli'yi oynatacak kadar kötü yedeklerin; madem pas isabet yüzdesi inanılmaz düşük bir orta sahan, bitiricilik bakımından tüm zamanların en kötü Beşiktaş forvet setini oluşturan oyuncuların var; mart ayına gelene kadar bu sorunları çözemiyorsan düşeceğin durum felaket olur. Necip koşmaktan başka şeyler yapması gerektiğini de anlayacak, Pektemek tökezlemeden koşacak, Almeida bu yaşta kafa atmayı öğrenecek, biz de gol göreceğiz.
4.Simao'nun golü kimseyi yanıltmasın. Bitik ve abartılan bir futbolcu olduğunu Beşiktaş'a geldiği ilk gün söylemiştim, içim hala rahat. Simao'nun bıraktığı boşluğun Madrid ekibinde gayet iyi doldurulduğunu görünce, sağlamasını da yapmış olduk meselenin.
5.Cenk'in reflekslerine camia olarak hayranız herhalde ama böyle beksiz, ağır bir defansın arkasına, kaleciliğinin henüz olgunluk aşamasında olmayan bir kaleciyi koyarsan onu da bitirirsin.
6.Quaresma...Quaresma...Yorum yok.
Bütün bu meselelerin kolay çözülebileceğini ileri sürmek çok da doğru değil fakat halihazırdaki teknik kadronun işin parçası olarak yer almayacağı kesin. Bir sonraki teknik ekibin "enkaz devraldık" bahanesine sığınarak bizi en az bir sene daha oyalayacağı da aşikar. Hepimize şimdiden geçmiş olsun.
Üstünidman için Fotomaç tarzı yazılar yazmak huyum değildir; gelin görün ki Beşiktaş'ın son maçı bana "bir şeyler yazmazsam olmaz" dedirtti. İlk ve son olsun.