Akif evden çıktı ve topu yere fırlattı, elindeki ekmeği ağzına sıkıştırıp ayakkabısına eğildi. Evden çıkmadan ayakkabı bağlamayı bir türlü huy edinememişti. Bir ara yapıştırmalı ayakkabı almış fakat onun da yapıştırması iki aya sökülmüş gitmişti, bağcığa tek düğüm atıp gerisini ayakkabının içine soktu. Şöyle bir irkildi güneş daha ısısını göstermemişti ulan şu çizgi filmi geri ata geri ata sonunda gece yayınlayacaklar diye geçirdi içinden. Sokakta kimse yoktu kuş sesleri dışında bir de yan sokakta motoru ısınsın diye çalıştırılan bir aracın sesi geliyordu. Topa hafif hafif dokunup topla yürümeye başladı. Önünde pek bir seçeneği yoktu. Elindeki ekmek içi zeytinden ısırıklar alarak duvarla tek pas yapmaya başladı, arada durup çekirdekleri tükürüyordu. O sabah şiir yazsa belki de şair olurdu, ama o duvarla tek pas yaptı. Topa iç dış vurabiliyor bire birde adam eksiltebiliyordu, yani şiir yazması için hiçbir sebep yoktu.
…
2000'li yılların başı 2000 Avrupa Futbol
Şampiyonası ve 2002 Dünya Kupası ile üst üste iki kez büyük turnuva
görebildiğimiz yegane dönemdi. Dünya Kupası’ndaki üçüncülüğün üzerine 2004
Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu bir hayli rahat gözüküyordu Türkiye’ye. Henüz
gol bulamadığımız İngiltere’ye karşı gol atacağımıza kesin gözüyle bakılıyordu,
nitekim öyle olmadı İngiltere’ye gol bulamadık ve iki maçtan 1 puan
çıkarabildik. İngiltere de grubu süpürünce ikinci olarak baraj maçı oynamaya
hak kazanan Türkiye şanslı bir kura çekerek Letonya ile eşleşti. Gazetelerin
‘çek bi Letonya’ manşetlerini anımsarsınız. Nitekim bu eşleşme sanıldığı gibi
olmadı ve Türkiye bu kazadan ağır yaralı çıktı.
Maris Verpakovskis ile
bizi Fransa 98’den eden Belçikalı Luis Airton Oliviera’yı benzetenler vardır
elbet fakat 2004’teki durum farklıydı. Bence 2004’teki milli takım, tarihin en
olgun en iyi milli takımıydı ve üst üste üçüncü turnuvayı görecekti. Ama
olmadı. Maris izin vermedi. Şimdi bu adamı konuşalım.
Verpakovskis’i birçok kişi
en son Dinamo Kiev’deyken hatırlar ve İspanya’ya gittiğini bilir, yıllardır
adını duymadığımız için sonrası parlak değil hepimizin malumu. Verpakovskis’in
kariyerini irdeleyip yazıyı boğmak istemiyorum pek de bir şey yok zaten.
Yazının konusu Verpakovskis’in kariyeri ile değil onun oyun tarzı ile alakalı
olacak.
‘Futbol alemi’ diye bir
yer var, gerçek dünyanın ötesinde bir yer olsa gerek. Tribüncülerin ‘bu alemde’
dedikleri yer var ya işte orası. Gerçek dünyada iyi ve kötü vardır, futbol
dünyasında ise ‘kazanan’ ve ‘kaybeden’… Bazı futbolcular vardır sadece kazanmak
için oynarlar, bu futbolcular futbol denen dinin iki mezhebi olan tsubasa ve
huyuga mezheplerinden ikincisine mensupturlar. Huyuga mezhebine sahip olan
futbolcular çokça beddua alırlar, bazıları bu bedduaları tolere edebilecek
yeteneklere sahiptir ve futbol dünyasında ayakları üzerinde durmayı
becerebilir. Bazıları ise boynundaki atkıyla babasının yanında gözyaşı döken 7
yaşındaki bir ufaklığın gözyaşları içerisinde boğulur, sonra da futbol
dünyasında kaybolup gider.
Memur arı nasıl bal
yapıyorsa öyle gol atıyordu Maris; zoraki ittire ittire sokuyordu meşin
yuvarlağı içeri. Aslında golcü demeye bin şahit lazımdı. Sırf Şenol Güneş
Owen’dan daha iyi dediği için bile Verpakovskis’in ne kadar yeteneksiz bir
futbolcu olduğu anlaşılabilirdi. Verpakovskis’in gol yollarındaki etkisi
kendisine tanrı tarafından hediye edilen golcülük yetenekleri ile değil
fiziksel avantajları ve çabaları ile gerçekleşiyordu. Çevik bir oyuncuydu,
hızlıydı bir stoperi deli edebilecek bütün özellikler adeta onda toplanmıştı.
Ama golcü değildi kendisine gol attıran özellikler vücudunun tüm gücüyle stabilize
olmasını gerektiriyordu ki bunun futbol yaşamı süresince devam etmesi mümkün
değildi. Zira gol sadece vücutla değil aynı zamanda ruhla seni topun düşeceği
yere götüren güçle gerçekleşen bir eylemdi.
O tam bir UEFA Avrupa Ligi
topçusuydu, 2.Dünya Savaşı’nın yaralarını hala saramamış bir Doğu Avrupa
takımının en önemli gol silahı olarak zor hava ve zemin şartlarında umudu olmalıydı.
Maris tarzı futbolcular futbol literatürüne trol olarak yazılmalarına rağmen hep birilerinin kahramanı oldular. Torpili olmadan seçmelere girip 10 dakikada her şeyini vermeye çalışan bir çocuk gibiydi Maris. Belki bir tabanca değildi ama ucundaki susturucuydu. O ateş ettiğinde her şey daha sessiz ve daha can alıcı oluyordu. O Maris bize rakip oldu ve canımızı yaktı, eminim birçok futbolsever kendisinden küfürle nefretle söz eder. Ama eminim o Maris birçok Letonyalı’nın, birçok Letonyalı çocuğun kahramanıydı umuduydu; tıpkı herkesin nefret ettiği Huyuga’nın kendi kardeşlerinin gözünde bir kahraman olması gibi. Çünkü Maris gibiler Huyuga gibiler hem umudun hem de umutsuzluğun adıdır.