30 Eyl 2012

Boris Vukcevic

28 eylül cuma günü trafik kazası geçiren Tsg Hoffenheim'ın futbolcusu Boris Vukcevic'in hayati tehlikesinin sürmesi dünkü Tsg Hoffenheim-Augsburg maçını doğal olarak gölgede bıraktı. Kaybedilen puanların ya da kazanılan tek puanın pek bir önemi yoktu onlar için.

Newcastle Jets'te Keyifler Yerinde

Avustralya A-League takımlarından Newcastle Jets'e transfer olan Emile Heskey'nin keyfi yerinde gibi duruyor.
34 yaşındaki forvet oyuncusu kariyeri boyunca 57 kez giydiği İngiltere formasıyla 7 gole imza atarken; 2012 yazına kadar yurt dışında herhangi bir kulüpte forma giymemişti. Heskey'yi bu şekilde görmek de Aussielere kısmetmiş.

28 Eyl 2012

Ediz Bahtiyaroğlu Yalnızlığı




Geçtiğimiz günlerde kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Ediz Bahtiyaroğlu’yla ilgili ortaya çıkan iki gerçek futbol kamuoyunun gündemine oturdu. TFF tarafından Ankara Sigorta’ya yaptırılan poliçe gereği Ediz Bahtiyaroğlu maçta ya da antremanda değil de kendi evinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiği için sigorta kapsamına alınmayacak, ailesine ölümle ilgili herhangi bir ödeme yapılmayacaktı. İkinci olarak Ediz Bahtiyaroğlu’nun 518 Bin’i Ankaragücü’nden 80 Bin’i Bucaspor’dan olmak üzere 598 Bin Lira alacağının olduğu belirlendi. Futbolcuların rutin olarak geçtiği sağlık kontrollerine rağmen Ediz’in hazin bir şekilde kalp krizi sonucu hayatını kaybetmesi ve görünürde lüks içinde yaşayan futbolcuların ‘riskli meslek grubu’ mensubu olarak Yaşam Sigortası’na değil de ancak Kaza Sigortası’na sahip olması, bunların üzerine milyonların savrulduğu futbol piyasasında bir gencin öbür dünyaya ciddi bir meblağ ile alacaklı gitmesi bizlere kısa süre önce hayatını kaybeden Metin Kurt’un hep yapmak isteyip de destek bulamadığı şeyleri hatırlattı.

24 Eyl 2012

Sessiz Veda

Metin Diyadin iki sene içerisinde Süper Lig'e çıkardığı ikinci takımı olan Kasımpaşaspor'dan da 'sessiz sedasız' bir şekilde ayrıldı. Ancak bu ayrılık sadece Metin Diyadin için 'sessiz sedasız' oldu. Bin bir emekle Süper Lig'e çıkardığı Kasımpaşaspor beşinci hafta sonunda 9 puana ulaştı. Kazanılan 9 puan ise Kasımpaşa'yı beşinci hafta sonunda en az üçüncü sırada tutmaya yetiyor. Duyan da zanneder ki Kasımpaşaspor ligde henüz galibiyet alamamış çok kötü futbol oynuyor. Kasımpaşaspor'un hem aldığı puanlar -bulunduğu konum- hem de oynadığı futbol gayet olumlu bir gösterge. Ancak sıkıntı patronların elinde olan futbol yönetimindeki aç gözlülük ve kıymet bilmezlik. Geçen sezon da Orduspor'u Süper Lig'e çıktıktan sonra kovulan Metin Diyadin'in hali Türkiye'de futbol yönetiminin özeti niteliğinde.

23 Eyl 2012

Geriye Kalan...

   Futbolu bu kadar çekici yapan ne? Belki hiçbir zaman bu sorunun yanıtını bulamayacağız. O kadar hengamenin içinde geriye kalan ne öyleyse? Futbolda hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi değil, her şey hatırlandığı gibi. Bu geceden de geriye kalan bu kare olacak: Futbol engel tanımaz!

Evra ve Suarez sonunda el sıkıştı

Geçtiğimiz sezon Luis Suarez'in ırkçı tutumları yüzünden arası açılan ikili sonunda tokalaştı. Ancak Patrice Evra'nın Suarez'e karşı olan soğuk tutumu devam ediyor.

22 Eyl 2012

Futbolun Milliyetçiliği – Kısa Bir Deneme




Herkesin, her şeyin mikro düzeyde kendi içinde soyut bir dünyası var, futbolunda. Dünya üzerinde üretilmiş cümleleri, kavramları da o mikro dünyalarımıza uygulayabiliyoruz. Bu kavramlardan biri de milliyetçilik. Kendi milliyetçiliğimiz var mesela, şehir milliyetçiliği de yapıyoruz bazen. İrili-ufaklı her dünyamızda olan bu kavramı futbolda kullanmasak olur mu? Olmaz tabi.
Irki ya da dini milliyetçiliğe çanak tutan politikacılar gibi, futbolun milliyetçiliğini yöneticiler körüklüyor. Taraftar da boş durur mu? Ötekileştirmeye alışmış nasılsa insan ırkı. Biz şerefliyiz, biz şike yapmıyoruz, bizim taraftar şöyle bizim futbolcu böyle, biz, biz, biz… Siz katilsiniz, siz şikecisiniz, sizin futbolcunuz çirkef, sizin futbolcunuz emek hırsızı, siz, siz, siz…
İşin aslı olumlu ya da olumsuz ahlaki kavramların soyut camialara atfedilmesi mantıksızlık. Şeref kavramı insan üzerine üretilmiş etik bir kavramdır mesela. Bunu genellemek ne kadar doğrudur. Ya da görecelilik kavramı altına sığınmış taraftar övgüleri. Neyse bu konu beni aştı gibi. Zaten milliyetçilik deyince sıkıntılı oldu biraz. Faşizm ya da ırkçılık mı deseydim ne?

Umutsuz


Oscar Wilde'ın bütün aforizmalarını sevdiğim konusunda beynimle fikir birliğine vardım. İstisnasız seviyorum. Bazen bir oyununun içinden, bazen bir mektubundan, bazen bir öyküsünden cımbızlanan bu sözler, paragrafından ayrılsa dahi güzelliğini ve zihin açıcılığını yitirmiyor.

En sevdiğim sözü denilebilir mi, bilmiyorum: Adamakıllı aptalca işler yapan biri bunu hep en yüce saiklerle yapar. Nereye geleceğim henüz malum değil sanırım, Beşiktaş'ı diyorum. Feda dediler adına, feda edilenleri gördükçe Wilde ağabeyin sözü kulaklarımda yankılanıyor. Yüce saik, aptalca iş...

***

Carvalhal'in gidici olduğunu bilmeyen yoktu. Türkiye'de "hocamızın arkasındayız" tırıvırısı, söyleyenin bile inanmadığı bir vaattir. Ben de, şu aciz kulunuz da, eleştirmedim mi Carlos'u, eleştirdim. Lakin yerine Samet Aybaba'nın geleceğini ne bilirdim? Takım görece başarılı giderken bu yazıyı yazıyorum ki, aksilikler başlayınca 'çok şaşırmış tayfa'nın yanında yerimi ayırtmayayım.

***

Bir kere manşetlerden inmeyen Batuhan meselesi var. Madem öyle, biz de söze onunla başlayalım. Bu kardeşimizin, ki kendisi gerçekten kardeşimle yaşıt, potansiyelinin niye bu kadar abartıldığını yıllardır anlayamadım. Hele hele Batuhan ve kaptanlık pazu bandı ilişkisinin gündeme gelmesi, beyimizde FM tabirleriyle "influence" ve "determination"u haksız/geçersiz kılacak bir "şımaritüel"lik varken gerçekten komik. Artık inceden sıkan twitter'a bakınca bile bu anlaşılıyor, "Olcay oğlum sen şut atma kazma, bırak ben atarım", "Manu nasıl çaktım asisti" temalı mesajlarla takımı şaha kaldırabilecekse ne ala...Yalnız genelde bu tip cüretlendirici girişimler -hakeme takım adına horozlanan genç kaptan ve kırmızı kartları- şeklinde tezahüre dönüşüyor, yeter ki takım sendelemeye başlasın.


İkincisi, kendisini takıma ve ülkeye a)tekrardan b)gurbetçi kontenjanından kanıtlamaya çalışan iyi niyetli lakin bal yapması zor çeçe sinekleri fazlasıyla mevcut takımda. İlgili sineğimizin ısırdığı kimsede uykuyu getirdiğini yeni öğrendim. Bu arkadaşlardan Batuhan hariç ilki, Holosko... İkincisi Uğur Boral...Üç, Veli Kavlak... Dört. takımda kalmasına yine de sevindiğim Hilbert... Haydi sonuncu da 10 numaramız Olcay Şahan olsun. Ne kadar üstten, ne kadar küçümser yazıyorum değil mi? Bu isimler yakın vadede tek tek tartışılacak, not düşülsün. Skorlar yanıltmasın, "bir gol atsam takımı bilmem ama ben kurtulurum" düşüncesiyle dağlara ve İzmir Alsancak stadından alışkın ağaçlı araziye şut çeken kardeşlerimiz bu alanda sezon ortasına doğru rekor kırmaya başlayacak.


Üçüncüsü, diğerleri... Quaresma'nın kölelik statüsündeki hali... Af buyurun da, sözleşmede alacağı miktarı babam mı imzaladı kararsızım. Yönetim değişmiş, felsefe değişmiş, bunlar hikaye. "Bu köpeğe ne ekmek ne de su" anlayışına kurban giden Tanju, Burak Kaplan, başka takıma gitmek istemeyen Emre Özkan...Bu çocukların çilesinin dışında kapı gibi tazminatı ödemen gerekecek Quaresma için reva görülen içe nasıl sindirilebiliyor? Tekrar affınıza sığınıyorum, bana kalırsa Quaresma dedikleri Batuhan'dan kötü değil, Holosko'nun ise 10 gömlek üzerinde bir adamcağız. Manuel Fernandes'in şahlandığı bir dönemde taraftar desteği de yalan olan Quaresma, yedekte beklemeyi dahi hak etmez bir duruma hapsedilmiş durumda, çok üzülüyorum. Almeida dahi yer bulabiliyor takımda, inanamıyorum. Takımın bence en iyi transferi McGregor, ikizi gibi kendisinin, herhalde forvette Almeida formasıyla 1 sezon oynasa, Hugo'dan fazla gol atar, biliyorum.

***

Çok karamsarım anlaşılabileceği üzere, Hıncal Uluç tarzı bir yazıyla Beşiktaşlı blog takipçilerini irrite edeceğimin de farkındayım. "Ama Necip, Oğuzhan, Hasan Türk?" diyebilirler, ben de onlara LAKİN SAMET? diye cevap veririm sezon ortasında. O da Batugolü ile Orduspor'a yatay geçiş yapar zaten. Feda olsun.

'Kaybetmek kolay, kazanmak olay'

     Bundan tam 6 sezon önceydi Galatasaray'ın kupa 1'deki son grup maçı. Gruptan çıkma şansı yoktu ancak galibiyetle veda etmek herkesin ümidiydi. 2005-2006 sezonunda eldeki malzemeyle harikalar yaratan, şampiyonluğu son haftaya kadar kovalayıp 83 puanla takımı şampiyon yapan Gerets diğer sezon takımın düşüşünü önleyememişti. Hücumda Allah ne verdiyse, arkada toparlayıcı Saidou formülü tek sezonluk mutluluk yaşatmıştı. Ancak sonraki sezon takım 56 puanda kaldı. Haliyle Türkiye şartlarında İliç-Hasan Kabze-Hakan Şükür-Ümit Karan dörtlüsünü oynatabilecek yegane adam Eric Gerets gönderilmişti.


       Inamotolu, Carruscalı kadrosuyla Liverpool, Bordeaux, PSV ile beraber C grubunda yer aldı Avrupa Fatihi. 6 maç sonunda 4 puan toplayabilen takımdan akılda kalanlar yeni yeni parlayan yıldız Arda Turan'ın Bordeaux maçında rakibine kafa atıp kırmızı kart görerek Zidane'a selam çakmasıydı.


         O sezonu müteakip 5 sezon boyunca -bir zamanlar en fazla katılanlar listesinde üst sıralarında yer aldığı- Şampiyonlar Ligi'nde gruplara kalamadı. 2008-2009 sezonunda 2-0 öndeyken kaybedilen, Harry Kewell'ın stoper oynadığı Hamburg maçı kaybedilmese kupa 2 belki de 2.defa Türkiye satıhlarına gelecekti. Feldkamp, Skibbe, Rijkaard, Hagi, Bülent Ünder derken Galatasaray 2010-2011 sezonunu 14 galibiyet 4 beraberlik 16 mağlubiyetle ligi 14.sıralardan dönerek 8.bitirdi. Kupa 1'de oynamak artık eski anılarda kalmıştı.



         20 Mayıs 2011 Galatasaray için, Galatasaraylılar için yitirilen ateşin ilk kıvılcımıydı. İlk gelişinde 4 sezon üst üste ligin ilk basamağını parselleyen, UEFA kupasını kazanan, Fiorentina'ya İtalya kupası finali oynatan, Milan'ı çalıştıran, 2.gelişindeyse Zulümpiyat Stadı'na maruz kalarak kötü ayrılan İtalyanların Grande'si, bizim imparatorumuz Fatih Terim geri dönüşe karar vermişti. Ünal Aysal yönetimi toparlanmak isteyen Galatasaray'da Florya'nın anahtarının tek bir kişiye emanet edilmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. O kişi de taşın altına elini soktu.



         2011-2012 sezonuna yeni transferlerle girildi. Takım imparatorun istediği gibi oynayamadı ilk 3-4 hafta. Fakat şu söz çok önemliydi: 'Ben yenildiğinde bile taraftarının başını öne eğmeyecek bir Galatasaray yaratmak istiyorum.' Nitekim imparatorluktan sensei'liğe adım adım geçen Terim'in bu sözü cimbomun tüm sezonki futboluna sirayet etti. Nihayet beklenilen şampiyonluk da geldi. Galatasaray için şampiyonluk hep önemliydi ama amaç değil araçtı.



        19 Eylül 2012 tarihi kimileri için bir geri dönüştü. Kimileri için özlenen sevgiliye kavuşmaktı. 1993 yılında şerefli mağlubiyetlerden palazlanmaya geçiş evresindeki Türk futbolunun Avrupa'daki yüzü Galatasaray şok bir biçimde İngiliz devi Manchester'i elemiş ve Şampiyonlar Ligi statüsünü değiştirtmişti UEFA'ya. 13 sene sonra rakip yine Manchester, stad yine Düşler Tiyatrosu yani Old Trafford'du. Galatasaray bir sürü pozisyona girerek bir o kadar da kalesinde görerek, bütün maç saldırarak 1-0 kaybetti. Hakem Wolfgang Stark böyle istemişti. Ancak maçla ilgili herkesin memnun olmadığı tek şey bu oyunla nasıl puan alınamadığıydı. Yenilmişti Galatasaray ama Manchester'a boyun eğmemişti. Kimi zaman yarı sahasına hapsetmişti. Terim'in sözündeki gibi yenilmişti ama taraftarı gururluydu.



        Yine Terim'in yazıya başlık olan ve birkaç yerde telaffuz ettiği, benim de hayat felsefem olan cümleyle bitireyim yazıyı:

         Kaybetmek kolay, kazanmak olay...

Altın Kafa Sandor Kocsis

Efsane Macar futbolcu Sandor Kocsis Barcelona'daki mezarının başında 83. doğum günü dolayısıyla anıldı. Anma törenine Barcelona kulübü başkanı Sandro Rosell de katıldı.

Sandor Kocsis futbolculuk kariyerinin olgunluk dönemini Barcelona'da geçirmiş ve bu kulüpte de futbolu bırakmış. Attığı kafa golleriyle hafızalarda yer etmiş olan Sandor Kocsis tüm zamanlarda ülke takımlarında atılan goller baz alındığında en çok gol atan dördüncü isim. Macaristan milli takımıyla 68 maçta 75 gol atan golcü futbolcunun kariyerinde bir de 1954 Dünya Kupası finali var. Ferenc Puskas'ın ardından Macaristan'ın en büyük ikinci futbolcusu sayılan Kocsis 1979 yılında sebebi hala bilinemeyen şüpheli bir ölüme kurban gitmiştir -ya da kendisi ölmeyi seçmiştir-.
1950 Haziranından itibaren dört yıldan uzun bir süre mağlubiyet yüzü görmeyen Macaristan takımının en önemli parçalarından birisi de Kocsis olmuştur. Kocsis'in takımı 1954 Dünya Kupası finalinde Batı Almanya'ya boyun eğmiştir. Macaristan takımı dört yıldan uzun süren yenilmezlik serisinde tam otuz iki maç yenilgi yüzü görmemiştir. 1954 finalinde 3-2 kaybettikleri Batı Almanya'ya aynı turnuva içerisindeki grup maçlarında dört gol atan Kocsis'in takımı rakibini 8-3 mağlup etmiştir
Sandor Kocsis Finlandiya'da düzenlenen 1952 Yaz Olimpiyatları'nda Türkiye milli takımına da iki gol atmıştır. .
Valencia kulübünün Luis Casanova Stadı'nda düzenlediği Trefou Taronja adlı geleneksel turnuvada takımı Barcelona yerine konuk olarak Valencia forması giyen Kocsis Botafogo'nun da katılımıyla üç takımın yer aldığı turnuvada kupayı Valencia'ya kazandırmıştır.

Sandor Kocsis'in kariyerinde attığı gollerin birkaçının güzel bir şekilde kolaj haline getirilmiş videosu:

21 Eyl 2012

Seyircisiz Futbol Olmaz!

     Futbol dünya çapında en çok ilgi gören, milyonları kendisine tutkuyla bağlayan ve diğer spor dalları içerisinde en büyük ekonomiye sahip olan bir alan. İzleyenler açısından gösteriden öte; taraf olma ve kazanma, önde gelme duygularının tatminini sağlayan bir dünya spor dünyası. İzleyenler spor müsabakalarını yerinde veya televizyon vasıtasıyla izleyebilmek için belirli ücretler öderler. Gösteriyi sunanlarsa bunun karşılığında, hayatlarını kazandıkları işlerini  en iyi şekilde yapmaya gayret gösterirler. İktisadın temeli arz ve talep ilişkisi futbol endüstrisini de ayakta tutan en önemli faktördür.
 
     Geçtiğimiz gün Beşiktaş'a 1 maç seyircisiz oynama cezası verildi. Kendini bilmez bir taraftarın sahadaki rakip takım direktörünün kafasını yarması sonucunda bu ceza gerçekleşti. Konu Beşiktaş, Leeds United, Lazio konusu değil; konu ilk elde endüstriyel futbolun çarkının arz-talep ilişkisiyle döndüğünü kabul etmemizle beraber bu sporun ancak seyirciyle zevkli olduğu gerçeğidir. Kulüplere verilen seyircisiz oynama cezalarının artık savunulacak geçerli ve mantıklı bir yanı kalmamıştır. Bir ya da bir kaç kişinin yaptığı bu hatalar sene başından binlerce TL vererek kombine bilet alan kişilerin haklarının yenmesine sebep olmakla beraber yaşanan kötü olaylara herhangi bir çözüm üretememektedir. Dinleyicisiz bir konser nasıl olmazsa, izleyicisiz bir tiyatro nasıl sahnelenemezse, seyircisiz bir futbol karşılaşmasının oynanması da o kadar manasız ve tatsız olacaktır.
   
    Alternatif çözümler neler olabilir diye çok düşünüldü ve geçtiğimiz yıl kadın ve çocukların ücretsiz maç izleyebilmesi olanağı sağlandı; ancak özünde  iyi niyetli bir proje olsa da yukarıda saydığım nedenlerden ötürü yetersiz bir çözüm olduğu kısa zamanda ortaya çıktı. Seyircisiz oynama cezasını tamamen kaldırıp daha farklı projeleri hayata geçirmenin tam da sırası bana göre. Örneğin; kulübün ceza aldığı maçta toplanan hasılatın bir bölümünü veya tamamını alıp hasılatı kimsesiz çocuklar derneğine veya Lösev gibi bir derneğe bağışlamak bu projelerden sadece bir tanesi. Bir diğeri, maçı seyircili fakat başka bir il, başka bir stadyumda oynatmak. Örneğin depremdeki yaralarını hala saramamış olan Van'da bir lig maçı oynatılarak şehir ve bölge ekonomisine ufak da olsa bir katkı yapılırken aynı zamanda oradaki güzel insanların yüzünde de bir parça gülümsemeye vesile olunmuş olur.

    Bu projelerin sayısı bu konu üzerine kafa patlattıkça artacaktır önemli olan bir yerden başlayabilmek. Bu çalışmalar doğrultusunda hükümetten de destek istenirse Türkiye'nin dört bir yanına yeni stadyum ve spor tesisleri kazandırılır ve 2020 hedefi daha gerçekçi bir hal almış olur. Malum; suçu olmayan insanlara spor müsabakası izleme yasağı koyarak olimpiyatlara ev sahipliğine soyunmak, maddenin doğasına aykırı.

Olmadı Olduramadık Quaresma

      Yaz başından bu yana Beşiktaş taraftarlarının kafasını en çok kurcalayan konulardan birisi şüphesiz ki Ricardo Quaresma'nın Beşiktaş'taki geleceğinin nasıl şekilleneceği oldu. Bu süreçte taraftarlar ikiye bölündü, yine hadsiz insanlar birbirine Beşiktaşlılık dersi vermeye başladı. Acaba kim daha iyi Beşiktaşlıydı?

      Öncelikle Quaresma'nın kariyeri ve istatistikleri hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. 17 yaşında Sporting Lizbon formasıyla profesyonel olmuş ve 2 yıl burada görev yapmış. 65 maçta 12 gol atarak 2003 yılında Barcelona'ya transfer olmuş ve burada 22 maçta forma şansı bularak 1 gol atabilmiş. Frank Rijkaard'la anlaşamayan oyuncu tekrar ülkesine dönerek Porto'da tam 4 yıl görev yapmış ve kariyerinin en verimli çağlarını burada geçirmiş. Bakalım kariyerinin en verimli çağları olarak gösterilen bu yıllarda Quaresma'nın başarısının sayısal verileri neler. Nam-ı diğer Q7 dört yılda 112 maça çıkarak 32 gol atmış Porto formasıyla ve Porto'nun kaptanlığına kadar yükselmiş. Inter'in dikkatini çeken üst düzey yetenekli oyuncu burada tutunamayarak Chelsea ve Inter arasında gidip gelir olmuş ve Jose Mourinho kendisinin takım oyununa uymadığı gerekçesiyle Inter' de onu düşünmediğini bildirmiş.
Sonrası malum dostlar; Quaresma İstanbul boğazında aldı soluğu. Klasikleşenlerden bile gösterişli bir hava alanı karşılaması, binlerce kişi önünde gerçekleşen imza töreni. O gün maalesef ben de oradaydım kapalı üst tribünde haykırıyordum Quaresma diye.Yanlıştı ama bunun adı görmemişlik değildi, bu daha farklı bir şeydi. Yıllarca mütevazi kadrolar ve oyuncularla mücadele etmeye alışmış Beşiktaş taraftarı, yetenek olarak gerçek anlamda bir dünya yıldızının siyah-beyaz forma taşıyacak olmasının heyecanını yaşıyordu sadece.

        Ve bugün;

        Şuan Quaresma' nın 1 yıl daha Beşiktaş kulübüyle profesyonel bir sözleşmesi bulunuyor. Quaresma 
geçen 2 yıl içinde ne yapmış bir göz atalım: 2010-2011 sezonunda 39 maça çıkıp, 3067 dakika sahada kalarak 11 gol atıp, 16 asist yapmış. 2011-2012 sezonunda 35 maça çıkıp, 2724 dakika sahada kalarak 7 gol atıp,11 asist yapmış. Yeterli mi tabi ki de değil ancak önceki istatistikleri ve kıyaslamalar göz önüne alındığında çarpıcı sonuçlar ortaya çıkıyor. Futbolcu değerlendirmenin ve futbolcuları birbiriyle kıyaslamanın farklı yöntemleri vardır elbette. Bunu etkileyen faktörler arasında yaşanan sakatlıklar, oynanan mevkiler vs. etkilidir. Ancak araştırıldığında görülecektir ki asist ve gol açısından değerlendirildiğinde yani skora katkı açısından Quaresma, Türkiye liginin önde gelen oyuncularından Stoch, Selçuk İnan, Melo, Elmander, Mehmet Topuz gibi oyuncuları geride bırakarak zirvede yer almıştır.

       Sayısal veriler göz önünde duruyor. Buna karşılık indirimi kabul etsin ya da etmesin '' Quaresma affedilecek mi?'' sorusu, Gaziantep'te masum insanların yaşamını yitirmesine neden olan bombalı saldırının Q7 tarafından mı gerçekleştirildiği sorusunu akıllara getiriyor... Futbolcuyu transfer eden yöneticiler sağ olsun ev, uçak bileti gibi masraflar da dahil olmak üzere futbolcunun sözleşmesine onay vermişler, şimdi profesyonel bir çalışan indirim kabul etmediği için adi suç işlemiş muamelesi görüyor. Çok garip şeyler oluyor.


      Quaresma görüldüğü gibi kariyeri boyunca sık sık taktik disiplin sorunları yaşayarak dünyanın büyük kulüplerinde tutunamamış. Dünya ve Avrupa futbolu incelenirse özellikle üst düzey kanat oyuncularının 10-13 yıl verimli olduktan sonra 30'lu yaşlardan itibaren verimli olamadıkları görülür.Bu demek oluyor ki Beşiktaş, mali konularda anlaşamamış haliyle bile bu senenin sonuna kadar Quaresma' nın olumlu özelliklerinden gayet güzel faydalanabilir. Nasıl mı? Kariyerinin hiçbir döneminde savunma yönünü geliştirememiş ve 28 yaşına kadar gelmiş oyuncudan bu dakikadan sonra defans yapmasını beklemeyerek ve yeteneklerini üst seviyede ortaya koyacağı biçimde onu kanatlara hapsetmeden serbest oynatarak.
       
       Samet Aybaba geçen sene takımın başında Carvalhal varken aynen bu söylediğime yakın açıklamalar yapıyordu medya organlarına. Beşiktaş'ın çifte kupalı sezonunda teknik direktörlüğünü yapan Mustafa Denizli de kendi döneminde benim sistemime uymaz diyerek Quaresma'yı 'istemeyen' hocalarımızdan. Ama sayın hocamız ne hikmetse yayıncı kuruluşun canlı yayınlarında hangi hoca Quaresma'yı istemez diyerek bir 'u' dönüşü yapmıştı geçtiğimiz sene. Kendisi Yusuf Şimşek'i Fenerbahçe'ye transfer olduğu dönemden itibaren  başta sağ bek olmak üzere Beşiktaş'taki son dönemleri de dahil olmak üzere sol ve sağ açık bölgelerinde görevlendirmiş bir teknik direktör.

     Fazla söz ettik. Olmadı olduramadık cigano. Ne sen bize verdiğin o çok büyük sözleri tutabildin tam anlamıyla, ne de biz sana tam anlamıyla sahip çıkabildik. Mourinho ve daha birçoğunun yapamadıklarını yapıp kolay yol dururken ego tatminine giriştik. Canlar sağ olsun...

Niedermeier'den agresif bir gol sevinci


UEFA Avrupa Ligi E Grubu mücadelesinde rakibi Steaua Bükreş karşısında 2-1 geride olan WfB Stuttgart takımı 85. dakikada beraberliği savunma oyuncusu Georg Niedermeier'le buluyor. Gol sevincini abartan Niedermeier'in yanına takım arkadaşı Cacau bir hayli çekinerek gidiyor.

Alessandro Yalnızlığı


Gönül isterdi ki Juventus tarihinin "en"lerini elinde bulunduran Alessandro Del Piero futbolu o çok sevdiği siyah-beyaz forma içerisinde bıraksaydı. Ancak yirmi yıl boyunca formasını giydiği kulübünden ayrılmak zorunda kalan Del Piero Avustralyalılara futbolu daha çok sevdirmek ve kariyerinin son günlerinde bir miktar(!) para kazanmak için FC Sydney'e transfer oldu. Del Piero'nun ardından A-League'e katılacak olan Michael Ballack ve Emile Heskey gibi büyük yıldızlar biraz olsun Del Piero'nun yalnızlığını paylaşacak gibi duruyor.

20 Eyl 2012

Şampiyonlar Ligi'nde İlk Haftanın Notları

A Grubu
Dinamo Zagreb-Porto(0-2) maçında tribünler boş kaldı. Şampiyonlar Ligi'nde alışık olmadığımız bir görüntüydü.

Paris Saint Germain-Dinamo Kiev(4-1) maçında parayle saadet geldi. Disiplin paraya boyun eğdi.

B Grubu
Montpellier-Arsenal(1-2) maçında Belhanda'nın Panenka Penaltısı girişimi az daha İtalyan eldiven Vito Mannone'nin kucağında kalıyordu. Montpellier taraftarı mağlubiyete rağmen yaşadıkları Şampiyonlar Ligi tecrübesinin keyfini çıkardı. Zaten futbol da böyle bir şey olmalı.

Olympiakos-Schalke(1-2) maçında goller vardı. Bir de Klaas-Jan Huntelaar(böyle uzun uzun yazınca daha afili oluyor)'ın direkten dönen penaltısı.


C Grubu
Milan-Anderlecht(0-0) maçında Silvio Proto Milan ataklarını cesurca savuşturdu. Milano'da büyüyen kriz tribünlerin boşalmasına yol açtı. Boşalan tribünlerden yükselen tepkiler de giderek artıyor. Berlusconi-Allegri-Galliani üçlemesi sıkıntıda...

Malaga-Zenit(3-0) maçında Luciano Spalletti'nin bıyıkları maça bir süre gölge düşürse de genç yetenek Isco'nun golleri futbol severleri kendine getirdi.

D Grubu
Real Madrid-Manchester City(3-2) İspanyol basının deyimiyle "dünyanın en pahalı maçı" oldu. Joe Hart'ın büyük hatası Cristiano Ronaldo'yu yine bir şekilde maçın kahramanı yaptı.


Borussia Dortmund-Ajax(1-0) maçında Dortmund kalecisi Weidenfeller'in uzun süreli orta saha seyahati Ajax hanesine gol olarak dönmedi. Hummels'in ağır aksak penaltısının telafisi Lewandowski'ye düştü.

E Grubu
Chelsea-Juventus(2-2) maçında genç yıldız adayı Oscar Chelsea formasıyla Londra'da gollerle tanıştı. Hazard yine asist yaptı. Buffon ve Pirlo hala yaşlanmamış. Pirlo'nun birazcık sakalları uzamış o kadar.

Shakhtar Donetsk-Nordsjaelland(2-0) maçında sessiz harflerin üstünlüğü göze çarparken bahis dünyasının "Kuzey Yıldızı" Nordsjaelland Şampiyonlar Ligi'nde ben de varım dedi ama yetmedi.

F Grubu
Bayern Münih-Valencia(2-1) maçında Valencia 2001'in rövanşını almak istedi ancak olmadı. Artık gözler Mestella'ya çevrildi.

Lille-BATE Borisov(1-3) maçında Lille bir kez daha Şampiyonlar Ligi takımı olmadığını kanıtladı.

G Grubu
Barcelona-Spartak Moskova(3-2) maçında Lionel Messi ve Tello işbirliği Alves ve Valdes işbirliğini mağlup etti.

Celtic-Benfica(0-0) maçı bu hafta gol sesi çıkmayan tek maç oldu. Rangers'ın yokluğu Celtic'i bir hayli etkilemiş.

H Grubu
Manchester United-Galatasaray(1-0) maçında ortak kanı Wolfgang Stark'ın bir adet bilim kurgu efsanesi olduğu yönündeydi. Alman "Kicker"  gazetesi haklıymış...

Braga-Cluj(0-2) maçında görüldüğü üzere Estadio Municipal de Braga hala "dört dağ içinde".

18 Eyl 2012

Premier Lig'de nadas değil hasat sezonu

Premier Lig'de dördüncü hafta geride kalırken, lige damgayı takımlarına geride bıraktığımız transfer sezonunda katılan futbolcular vurdu. Chelsea'nin namağlup liderliğiyle geçilen dört haftada öne çıkan isimlerin çoğunun takımlarına yeni katılan isimler olması transfer sezonunun birçok kulüp için ne kadar başarılı geçtiğinin de somut bir kanıtı oldu. Tabi yeni transferlerden yüzü gülmeyen Liverpool, Queens Park Rangers gibi takımlar da olmadı değil. Oynadığı dört maçta dört beraberlik alan Stoke City ve oynadığı üç maçta üç beraberlik alan Sunderland takımları ise ilgi çeken beraberlik serilerine imza attılar. Tabi ki ligin puansız ekibi Southampton da yıllar sonra yükseldiği Premier Lig'de ilk dört hafta itibariyle aradığını bulamayan takımlardan oldu.

İsterseniz şimdi yeni takımlarına katılan isimlerin en başarılılarına bir göz atalım:

1) Eden Hazard(40m€): İngiltere topraklarına Fransa'nın Lille takımından adım atan Belçikalı futbolcu attığı bir gol ve  ikisi penaltıdan olmak üzere attırdığı altı golle ilk dört hafta itibariyle en çok dikkat çeken isim oldu. Premier Lig'de yaz transfer sezonunun en pahalı transferi olarak kayıtlara geçen hücum oyuncusu Chelsea'deki yaratıcı futbolcu eksiğini fazlasıyla kapatmış gibi görünüyor. Şampiyonlar Ligi şampiyonunda oynayacak olmasının yanında Roberto Di Matteo gibi genç ve başarılı bir hocayla çalışacak olması da Hazard'ın motivasyonunu artıran unsurlardan. Tabi aldığı parayı bir kenarda tutarsak.

2) Robin Van Persie(30.7m€): Sekiz sezon boyunca giydiği Arsenal formasını bırakıp Manchester United'a imza atan RVP 2012/2013 sezonunda attığı dört golle lige en iyi başlangıcı yapan iki forvet oyuncusundan biri oldu. Mavilerin arkasında ikinci sırada yer alan Kırmızı Şeytanların bu sezon en çok güvendiği isim kuşkusuz RVP. Tabi böyle bir varsayımı yaparken Wayne Rooney'nin uzun süreli sakatlığını göz önünde bulundurduğumu hatırlatmak isterim.

3) Michu(2.6m€): 2011/2012 sezonunda İspanya La Liga'da on beş gole imzasını atan İspanyol hücum oyuncusu Swansea'ye çok ucuza mal oldu. Geride kalan dört maçta rakip kalelere dört adet gol bırakan golcü oyuncu aynı zamanda Premier Lig'de fiyat/performans açısından başı çeken isim oldu. Michu Premier Lig'de beşinci sırada yer alan takımı Swansea'nin -Wayne Routledge ve Nathan Dyer'la birlikte- oynadığı güzel futbolun da baş aktörlerinden birisi oldu.

4) Santi Cazorla(19m€): Belki RVP'nin yerini doldurmaz ancak şu ana kadar Arsenal'in oyununa Cazorla'nın çok şey kattığı kesin. Bu sezon takımının en pahalı transferi olan Santi ilk iki haftayı golsüz geçen Arsenal'in en iyi oyuncusu olarak göze battı. Anfield Road'daki Liverpool maçında önce Podolski'nin attığı golün asistini yaptı sonrasında da takımının ikinci golünü atarak zaferin mimarı oldu.

5) Steven Fletcher(15.2m€): Wolverhampton Wanderers'tan Sunderland'e transfer olan golcü oyuncu takımıyla sadece iki maçta sahaya çıkabildi. Ancak bu iki maçta fileleri üç kez havalandıran forvet oyuncusu Premier Lig'de en iyi başlangıcı yapan oyunculardan birisi oldu.

16 Eyl 2012

Muhteşem İnsanlarla Tanışalım


Gerçek hayatta süper kahramanlar yok. Ancak Channel 4 kanalının deyimiyle “Muhteşem İnsanlar” var. Onlar bizim yaşamaya bile üşendiğimiz şu günlerde çalışkanlıkları, azimleri, disiplinleri ve kararlılıklarıyla varoluşçu felsefenin insan için hayal ettiğinin ötesinde bir yerdeler. Stephen Hawking’in açılış konuşmasında bahsettiği yıldızlara bakıyorlar, belki de bizim göremediğimiz bir açıdan.
Şimdi onlardan biriyle; aslında hem onlardan hem içimizden biriyle bir röportaj gerçekleştireceğiz:
Türkiye Görme Engelli Futbol Takımı
Öncelikle seni tanıyabilir miyiz?
Adım Mücahit Hüseyin Uslu. 24 Mart 1989 Ankara doğumluyum. 6 yaşında iken göz sinirlerinin yenilenme zamanlarında gözlerimi kaybettim. İlköğretimimi Görme Engelliler Okulunda, liseyi Çankaya Süper Lisesinde okudum. Lisans eğitimime A. Ü. Hukuk Fakültesinde devam etmekteyim. Çankaya Belediyesi Spor Kulübünde Görme Engelliler Futbolu oyuncusuyum ve Türk Milli takımının formasını giyiyorum.

Görme Engelliler Futbolunu biraz tanımlayabilir misin?
Bizim oyun 4 görme engelli oyuncu ve 1 kaleciden oluşmaktadır. Kalecilerimizde görme engelinin bulunmasına gerek yoktur ve profesyonel bile olabilirler. Fakat oyuncuların tam görme engelli yani “b1” diye tabir ettiğimiz statüde olma zorunluluğu vardır. En önemli noktalardan birisi saha içerisinde ve kenarında bizi yönlendiren kişilerin olmasıdır. Saha 20’ye 40 metre halı saha standartlarındadır ve 3 parsele bölünür. Defans kısmını kaleci, orta sahayı kenardaki antrenörümüz ve hücum kısmını da kale arkasındaki antrenörlerimiz yönlendirmektedir. Parselleme işleminin sese duyarlı olduğumuz bu oyunda gürültünün en aza indirgenmesi ve daha az çarpışma riski açısından önemi büyüktür. Diğer önemli bir kural ise “Voy Kuralı” dediğimiz kuraldır. Her topsuz oyuncu topa giderken “voy” demek zorundadır yoksa faul olur ve 3 faul bir penaltıdır.  Son olarak maçlarımız 25’er dakikalık iki devreden oluşur ve topumuz içerisinde çıngırak bulunan sese duyarlı bir ekipmandır.
Londra'da Paralimpik Olimpiyat Oyunları'nda(Soldaki Mücahit)
Görme Engelliler Futboluna sen nasıl başladın?
Görme Engelliler Futboluna ilköğretimde başladım. Tabi o zamanlar çıngıraklı toplar yoktu, toplara poşet geçirip oynardık. 2006 yılında Ali Sami Yen Stadyumunda Galatasaray-Kayserispor maçının öncesinde gösteri maçı yapmamızla ulusal bir boyut kazandık. Daha sonra ise ilk kez 2007 yılında Avrupa Şampiyonasına katılmamızla bu spor dalı ülkemizde uluslararasılaştı. Ben o takıma davet edilmeme rağmen üniversite sınavlarına hazırlanmamdan dolayı daveti geri çevirmek zorunda kaldım ve 2009 yılında Fransa’da düzenlenen Avrupa Şampiyonası ile beraber milli takımda görev almaya başladım.

Paralimpik Olimpiyatlarına geçelim. Olimpiyatlara katılacağınız ilk ne zaman belli oldu ve neler hissettiniz?
Olimpiyatlara katılacağımızı mart ayında öğrendik ve bizim için büyük bir sürpriz oldu. Çünkü geçen yıl Avrupa Şampiyonasında 4. olmuştuk ve ilk 3 olimpiyat vizesi alıyordu. Ancak ekonomik kriz sebebiyle Afrika kıtasından hiçbir ülke katılamayınca özel bir davet mektubuyla biz dahil olduk. 
Tabi ki haberi alınca çok mutlu olduk çünkü Paralimpik Olimpiyatları tarihinde ilk kez futbol branşında Türkiye’yi temsil etme şansı yakalamıştık. O ortamı ve atmosferi düşünmek daha gitmeden bizi heyecanlandırdı ve havaya soktu.

Şimdi de biraz Oyunlardan bahseder misin?
Açılış seremonisi 29 Ağustos tarihinde yapıldı. Çok görkemli ve harika bir geçiş töreniydi. Stadyuma çıktığımda yaşadıklarım ve hissettiklerim tarif edilemezdi. Kapanış törenindeki konserler de gerçekten çok iyiydi.  Karşılaşmalar ise bizi oldukça zorladı. Gruplarda Asya Şampiyonu ve son Olimpiyat ikincisi Çin, son 3 Olimpiyatın şampiyonu Brezilya ve son 2 Avrupa Şampiyonasının şampiyonu Fransa ile karşılaştık. İyi mücadele etmemize karşın yenilmekten kurtulamadık. Özellikle Fransa maçında hakemin haksız yere verdiği penaltı ile 1-0 yenilmemiz bizi gerçekten çok üzdü. Klasman maçlarında da istediğimiz sonuçları alamayınca turnuvayı 8. Olarak bitirdik.
Türkiye Görme Engelli Futsal Takımı Londra'da
Organizasyon ve seyircileri nasıl buldun?
Organizasyon bugüne kadar katıldıklarımın içinde belki de en iyisiydi. Kusursuzdu. Hiçbir aksilik ve zorlukla karşılaşmadık. Daha önce görmediğim bir profesyonellik vardı. Tabi organizasyondan daha harika olan şey ise seyircilerdi. Her maçımızı tıklım tıklım tribünler önünde oynadık. Bu bizi inanılmaz heyecanlandırdı ve zevk verdi.

Süreç boyunca yetkililerden yeterli desteği gördünüz mü?
Gördük desem yalan olur açıkçası. Başta Olimpiyatlar olmak üzere popüler organizasyonlara gösterilen ilgi gösterilmedi. Ama Olimpiyat kafilesi 114 kişiyle 5 madalya alırken biz 67 kişiyle 10 madalya aldık. Kafilemizin eksikliklerini organizatörler kapattı. Yani belki orada sorun yaşamadık ama bunun nedeni organizasyonun mükemmelliğiydi.

Çok teşekkür ederim. Söylemek istediğin bir şeyler var mı?
Paralimpik sporcuları olarak bizim Olimpiyatlara giden sporculardan hiçbir farkımız yok. Bunun zihinlere yerleşmesini istiyoruz. Biz inanıyoruz ve azmediyoruz, tek ihtiyacımız moral ve motivasyon. Ben teşekkür ederim.

12 Eyl 2012

The Lies Printed In The Sun

12 Eylül 2012 tarihinde yayınlanan bir raporla Hillsborough Faciası'nın 23 yılı aşan lekesi Liverpool taraftarının üzerinden resmi olarak kalktı. Devletin yayımladığı ve 400.000 sayfadan oluşan raporu öncelikle Hillsborough Faciası'nda hayatını kaybeden 96 Liverpool taraftarının aileleri görebiliyor. Rapor devlet, polis, ilk yardım servisleri, Sheffield Şehir Konseyi ve Güney Yorkshire yargıcını içeren belgeleri tam 23 yıl sonra kamuoyuna sunuyor.

Başbakan David Cameron raporların incelenmesinden sonra faciada ölen 96 kişinin ailelerinden özür diledi. Yetkililerin masum insanları korumaktan aciz kaldıklarını kabul etti. The Sun gazetesinin facianın hemen ertesinde Liverpool taraftarlarını suçlaması İngiliz basının tarihe geçen sayılı iftiralarından birisi olarak hafızalarda yerini aldı. Bu iftiraların asılsız olduğunu Başbakan Cameron bizzat ifade etti.

19 Nisan 1989'da "The Truth(İşte Gerçekler)" manşetini atan gazeteci Kelvin MacKenzie de raporların açıklanmasından sonra Liverpool taraftarlarından ve ölenlerin ailelerinden özür diledi. Zamanında kendisini üst düzey bir polis memurunun yanlış yönlendirdiğini iddia etti. Olayda İngiliz basını açısından utanç verici nokta ise Kalvin MacKenzie ve The Sun gazetesinin sahibi Rupert Murdoch'un bugüne kadar sızlamayan vicdanları. 96 kişinin öldüğü bir faciada, "iyi niyetle" kendisine bir polis memuru tarafından servis edilen bir haberi bütün dünyaya manşetten "İşte Gerçekler" başlığı altında yayına sunan bir gazeteci olan Kalvin MacKenzie özür dilemek için resmi raporları bekledi. En azından resmi raporlar sonrasında da olsa vicdanı sızlamış gibi yaptı. The Sun gazetesi ise olayı internet sitesinde alt sıralarda basit bir haber olarak verdi. Anlaşılan İngiltere'nin ve dünyanın medya baronlarından olan Murdoch'un vicdanın sızlaması söz konusu bile olmayacak.

Dilenen bu özürler sonrasında devlet ve The Sun suçlarını kabul etmiş oldular. Ancak adaletin sağlanması için bu suçun cezasız bırakılmaması gerekirdi. Şu an görünen tabloda 23 yıl sonra işlediği suçun cezasını çekecek kimse olmadığı da açık ve net. Bu yüzden adalet yerini buldu demek bir hayli zor geliyor insana.

Her şeye rağmen "Justice for the 96" diyorum. Faciada hayatlarını kaybeden 96 kişinin sevenlerinin ve Liverpool taraftarlarının biraz olsun acılarının dindiğini umuyorum. Gidenler geri gelmese de.

10 Eyl 2012

Anadolu futbolunun arafta kalan takımı: Diyarbakırspor

Futbolun gerçek anlamda geniş tabanlara yayılmaya başladığı 60'lı yıllarda her ilde bir şehir kulübü kuruluyor, bu takım vilayetin en güçlü birkaç takımının güçlerini birleştirmesi sonucu oluşuyordu. Diyarbakırspor'un 1968 yılındaki kuruluşu da Diclespor ve Yıldızspor gibi Diyarbakır Amatör Ligi'nin iki güçlü takımının birleşmesi ile gerçekleşmişti.



Türkiye'de 80'li yıllar devletin stadyuma çıktığı topa dokunduğu yıllardır. Şimdilerde seçim mitinglerinde boyunlara takılan şehir atkıları Özal'ın şovlarının yanında solda sıfırdı; şehir mitinglerinde gezilerde halka kulüplerinin bir üst lige yükseltileceği sözü veriliyor sonra da bu sözler türlü hukuksuzluk ile gerçekleştiriliyordu.


Amerikalıların siyahi azınlıklarına hayatın içindeki dışlanmışlıklarını unutmaları için her türlü spora teşvik politikasının bir benzeri 90'lı yıllardan başlayarak Türk Devleti tarafından Kürtlere uygulanıyordu. Yerel halk spor yapmaya teşvik ediliyor ve hatta acil işler için köylere gidemeyen helikopterlerin yüksek köylerden stadyumlara sporcu getirdiği oluyordu. Her fırsatta Türkiye 1.Futbol Ligi'nde doğu illerinden daha fazla takım olması gerekliliği zikrediliyor ve bu amaç doğrultusunda çalışmalar yapılıyordu. 70'li yıllarda Ali Kahraman başkanlığında Şeyhmus Karacadağ yönetiminde özüyle başarılı bir dönem geçiren 90'lı yıllara gelindiğinde ise öz kimliğini kaybetme noktasına gelen Diyarbakırspor yine de o dönem o yörenin çocuğu olarak takım kaptanlığı yapan Şeyhmus sayesinde biraz olsun teselli buluyordu. Olan bitenlerin arasında devlet her seferinde nefesini Diyarbakırspor'un ensesinde hissettiriyor, kongrelere müdahale edip kulüp üye ve yöneticilerini polislerden oluşturuyordu.

Ocak 2001'de suikast sonucu hayatını kaybeden Gaffar Okkan devletin Diyarbakırspor'a olan ilgisini emniyet müdürü olarak somutlaştırma görevini üstlenmişti, kulüp ile yakından ilgilenen Okkan'ın vefatı sonrası devlet o sene Yükselme Grubu'nda mücadele ederek 1.Lig'e çıkma mücadelesi verecek olan Diyarbakırspor ile yakından ilgilenerek(?) Okkan'dan sonra kulübü yörüngesinde tutmak istedi. 13 Mayıs 2001 günü hiçbir basın mensubunun sokulmadığı TRT'den naklen yayınlanmayan maçta Diyarbakırspor Altay'ı yenerek bir üst lige çıktı. Diyarbakırspor o seneki güçlü kadrosu ile belki hiçbir yardıma ihtiyaç duymadan bu maçı kazanacaktı; ama bu maçla hem kulübün tarihine açık bir leke hem de devletin şike hanesine kocaman bir maç yazıldı.

Diyarbakırspor şu an Ankaragücü'nün yaşadığı benzer maddi sıkıntıları 90'lı ve 2000'li yıllarda sürekli yaşadı, eski oyunculara ödenmeyen paralar ile FIFA'da biriken davalar ve sonrasında getirilen transfer yasakları hep gündemi meşgul etti; ama son ödeme günlerinde hep bir görünmeyen el çıkıp borçları ödedi ve kulüp puan silme cezasına mahkum edilmedi.

2009-2010 sezonunda hükümetin o dönem yürüttüğü açılım politikalarının gittiği her deplasmanda kusulan nefret ile bedelini ödeyen Diyarbakırspor en ağır ithamlara göçmenliği dolayısıyla milliyetçiliği daha kabarık olan Bursa'da maruz kalmıştı. Bunun rövanşında Diyarbakır'da 6 Mart 2010'da olaylar nedeniyle yarıda kalan maç, öncesi ve sonrası ile bir hayli birikmiş olan öfkenin yansımasıydı. Türkiye'de milliyetçi bir prosedür olarak uygulanan maç öncesi İstiklal Marşı uygulaması gerçekleşirken halk 'herne peş' ile cevap geliyordu. Halk devlet elinde oyuncak edilen kulüplerinin, her deplasmanda çekilen çilenin acısını Türkiye'nin gözleri önünde büyük bir öfke ile çıkarıyordu.

Bu şehir takımı geçmişten bugüne bir Barcelona bir Athletic Bilbao örneğine yaklaşabilecek hatta yakalayabilecek potansiyelde iken devletin güdümü altında yeri geldiğinde iki senede iki üst lige çıkabilecek yeri geldiğinde iki senede iki alt lige düşebilecek tam anlamıyla 'ehliyeti olmayan' bir yapıya büründü.

Diyarbakırspor tarihi boyunca yöre halkı ile devlet arasında gidip geldi. Fakat devlet eliyle yaşatılan güzel günlerin bitişinde hep halktan aman diledi. Diyarbakır hala yapılacak güzel işlerle bir futbol şehrine dönüşebilir; ama kirli bir Diyarbakırspor ile değil. En azından bir isim değişikliği ile kendilerine yeni bir sayfa açmalılar. Eğer öz bir yapılanma ile doğu takımları üst seviyeye ulaşırsa çok esnek olduğunu bildiğimiz(?) lig statüsüne yeni bir şekil verilerek ligin konferans biçiminde bölgelere bölünerek oynatılması denenebilir. Ama her şeyden önemlisi Diyarbakır'ın özünü yansıtan bir spor kulübü, yöre halkının da kendini ifade edebileceği tribünler olmalı. Çok şey istemiyorum bence.

5 Eyl 2012

Merseyside'ın Kırmızı Yakasında Yeni Sayfa

2012 Yaz transfer döneminin sona ermesiyle birlikte EPL'de takımların kadroları son halini aldı. Üçüncü haftası geride kalan EPL'de ligin dibine demir atan Liverpool ilk maçlar itibariyle çok tatsız bir görüntü sergiledi. Liverpool takımının hali gerçekten içler acısı. Ligin ilk üç maçında 2 gol atıp 7 gol yiyen Kırmızılar sadece bir puan toplayabildi. Ayrıca Avrupa Ligi ön elemesinde az daha İskoç temsilcisi Hearts'e Anfield Road'da eleneceklerdi. Son anlarda Suarez sahneye çıktı ve takımını kurtardı.

EPL'de ilk hafta West Brom deplasmanında 3-0 mağlup olan Kırmızılar daha sonra Anfield'da Manchester City ile 2-2 berabere kaldılar. Ligin üçüncü haftasındaysa Anfield'da Arsenal karşısında 2-0 kaybettiler. Geride bıraktığımız iki sezonda son derece anlamsız transferler yapan yönetimin kulüpten ayrılması çok olumlu bir hamle oldu. Yeni yönetim ise "Fenway Sports Group" oldu. Fahiş fiyatlarla satın alınan Andy Carroll(West Ham'a kiralandı) ve Charlie Adam(Stoke'a transfer oldu)'ın düşük fiyatlarla takımdan uzaklaştırılması yeni yönetimin ilk başarısız hamleleri oldu. Daha önce Swansea ile başarılı bir performans sergileyen Brendan Rodgers şu ana kadar Liverpool'a pek bir şey katabilmiş gibi gözükmüyor. Sezon henüz yeni başladı. Birkaç haftaya bu takım oturur diye iyimser bir düşünce yapısı içerisinde de değilim. Fenway Sports Group'un sahibi John Henry hafta başında Andy Carroll'ı ocak transfer döneminde tekrardan çağırabiliriz diyerek kafasının ne kadar karışık olduğunu da açıkça ortaya koydu. Bu ortam içerisinde Brendan Rodgers'ın ligde Manchesterlılar ve Chelsea karşısında pek bir şansı varmış gibi görünmüyor.

Kulübün hissedarlarından birisi olan Lebron James'in "Liverpool bu sezon herhangi bir kupayı kaldırırsa futbolculara Las Vegas'ta bir hafta sonu partisi vereceğim" açıklaması uzaktan eğlenceli gibi görünse de özde çok talihsiz bir açıklama oldu. Lebron bu açıklamanın gerekçesini safiyane bir savurganlık değil kendi maddi başarısı olarak belirtti. Yani Liverpool kazanırsa ben de kazanırım; ben kazanırsam sizi yaşatırım manasına gelen bir görüş beyan etti Lebron James. Milyonlarca Liverpool taraftarının duygularını hiçe sayarak yaptığı bu açıklamayla Lebron James eminim şimdiden taraftarın kalbinde çok önemli bir yer edindi(!).